Risale-i Nur’un en önemli meselesi Kur’an'dır

Risale-i Nur’un en önemli meselesi Kur’an'dır

Prof. Dr. İshak Özgel

İstanbul İlim ve Kültür Vakfı tarafı gerçekleştirilen “Kur’an ile Yaşamak” seminerlerinin ilkinde Prof. Dr. İshak Özgel, Bediüzzaman’ın Kur’an tasavvurunu, 25. Sözde yer alan Kur’an tarifi üzerinden anlattı.

Risale-i Nur’un en önemli meselesinin  Kur’an olduğunu söyleyen Özgel, Kur’an kelimesinin Risale-i Nurda  8712 defa geçiyor olmasının da bunun bir delili olduğunu belirtti.

Prof. Dr. İshak Özgel, Risale-i Nur’da yer alan Kur’an tarifini
-Kâinat–Kur’an birlikteliği
-Gayb-şehadet ilişkisi
-Değerler, başlıkları altında üç cüz halinde ele aldı.

"Üstadın Kur’an tanımının ve Kur’an’a yönelişinin arka planında  iki sâik bulunuyordu. İlki, İngiliz Meclis-i Meb’usanında müstemlekât nâzırının, elinde Kur’an-ı Kerim’i göstererek “Bu Kur’an, İslâmların elinde bulundukça biz onlara hâkim olamayız. Ne yapıp yapmalıyız, bu Kur’anı onların elinden kaldırmalıyız; yahut Müslümanları Kur’andan soğutmalıyız” dediğini bir gazetede görmesi üzerine, “Kur’an’ın sönmez ve söndürülmez manevî bir güneş hükmünde olduğunu, ben dünyaya isbat edeceğim ve göstereceğim!” diye ahdetmesi.

Diğeri ise Ararat Dağının infilâk ettiğini gördüğü bir rüya esnasında mühim bir zâtın, âmirane  “İ’caz-ı Kur’an’ı beyan et!” Sözüyle uyanmasıdır. Rüyasını; bir büyük infilâk olacağı, O infilâk ve inkılabdan sonra, Kur’an etrafındaki surların kırılacağı, Kur’an’ın kendi kendini müdafaa edeceği, Kur’an’a hücum edileceği ve  i’cazının onun çelik bir zırhı olacağı şeklinde tevil etmiş ve  “Şu i’cazın bir nev’ini şu zamanda izharına, haddimin fevkınde olarak, benim gibi bir adam namzet olacak ve namzed olduğumu anladım” demişti.

"Üstadın bu iki sâikle harekete geçtiği zaman, tam da  Batılı müsteşriklerin, önemli şüpheleri İslam dünyasında yaymaya çalıştıkları bir döneme rast geliyordu.

"Müsteşriklerin bu faaliyetlerine  karşı olarak İslam âlimlerinin bir kısmı, Kur’an’ın ilmî i’cazına dâir eserler ortaya koyarken  diğer bir kısmı da  edebî i’cazına dâir eserler yazıyorlardı. Bediüzzaman ise Kur’an tasavvuruyla ilmî icaz ile edebî i’cazı mezcediyordu.

Kur’an tarifi Risale-i Nur’un tefsir metodunun da süzülmüş bir hülâsası

Özgel, Bediüzzaman’ın, yaptığı Kur’an tarifiyle, insanın hem kalbini, hem aklını, hem değerlerini, hem de davranışlarını harekete geçirecek bir üslûp ortaya koyduğunu belirtti ve bu özellikleri sebebiyle yapılan şeyin mekanik bir tanım değil, tasavvur olduğunu bildirdi.

“Üstadın bu tanımı bize ne hissettirecek, âleme bakışımızda ne değişiklik olacak, bunu okuduktan sonra bizde bakiyesi ne olacak?” sorularına cevap aradığını söyledi.

Özgel, Bediüzzaman’ın yapmış olduğu Kur’an tarifinin aynı zamanda,  Risale-i Nur’un tefsir metodunun da süzülmüş bir hülâsası olduğunu belirtti.

Hem Kur’an, hem kâinat, hem insan,  Kur’an’ın Allah kelâmı olduğunu ispat eder.  Hem enfüsî hem afakî deliller, Kur’an ve kâinatın örtüştüğünü gösterir.  Tekvinî ayetleri  ve Kur’an- kainat ilişkisini gören hiç kimse, Kur’an’ın Allah kelâmı olduğunu inkâr edemez.

Arayanların bilimsel gelişmelere aykırı âyetler  bulamayışlarının sebebi işte bu, Kur’an ve kainat birlikteliğidir.

Risale-i Nur, “Kur’an nedir, tarifi nasıldır?” sorusunun cevabına  bu cümle ile başlar: “Kur’an, şu kitab-ı kebir-i kâinatın bir tercüme-i ezeliyesi…”

“Tercüme-i ezeliyesi” der, zira  iki dil söz konusudur. Çünkü tercüme bir dilden başka bir dile yapılır. Kur’an kelâm sıfatının, Kâinat ise kudret sıfatının yansımasıdır.  Kur’an bu iki dili birbirine tercüme eder. 

“…ve âyât-i tekviniyeyi okuyan mütenevvi dillerinin tercüman-ı ebedîsi…” Âyat-ı tekviniyeyi okuyan, her tarafı âyetlerle dolu olan kâinattır  ve bu âyetlerin her birinin farklı bir dili var.

Meselâ gökyüzündeki  yıldızların da bir dili vardır ve  bu lisanı bizim için anlamlı hale dönüştüren ise Kur’an-ı kerimdir. Meselâ kuşlar âleminin kendine ait bir dili vardır. Gökyüzünde duruşları ile uçuşları ile ne söylemek isterler? Âyet bize bunu tercüme eder:

“Gökyüzünün boşluğunda Allah’ın emrine uyarak uçan kuşları görmediler mi? Onları havada tutan Allah’tan başkası değildir. İman eden bir topluluk için bunda âyetler vardır.” (Nahl: 79.)

Tekvinî âyetlerin farklı farklı dilleri sözkonusu olduğunda ise Üstad  Kur’an için “tercüman” kelimesini seçmiştir.

“Semavat ve arzda nice ayetler vardır ki insanlar onlara aldırış etmeden çekip gidiverirler” (Yusuf: 105) âyeti de Risale-i Nur’un tekvinî âyetlere bakışının dayanaklarındandır.

“Afakta ve enfüste size deliller göstereceğiz ki bir şey ortaya çıksın ki bu haktır diye” (Fussılet: 53.)

“Eğer yeryüzündeki bütün ağaçlar kalem, denizler de mürekkep olsa, arkasından buna yedi deniz daha katılsa, yine de Allah’ın sözleri yazmakla tükenmezdi.” (Lokman: 27.)

Bu ve benzeri âyetler,  yaşadığımız dünyanın (kendimiz de dahil olmak üzere) okunulası âyetlerle, risalelerle  dolu olduğunu bildiriyor. Demek Kur’an’ın gönderiliş gayesi, bu âyetlerin okunmasıdır. Ve işte  çepeçevre kuşatıldığımız bu tekvini ayetlerin nasıl okunması gerektiğini, bir tercüme olarak bize anlatan Kur’andır.

Kur’an talimatlar bütünü değildir

“Kâinat mescid-i kebirinde Kur’an kainatı okuyor” der Bediüzzaman. Kur’an talimatlar bütünü değildir. Öyle olsaydı “Hem bir kitab-ı hikmet ve şeriat, hem bir kitab-ı dua ve ubudiyet, hem bir kitab-ı emir ve davet, hem bir kitab-ı zikir ve marifet” diye tanımlanamazdı.

Kur’an, hem iç dünyamızda,  hem dış dünyada hem gelecekte hem geçmişte olan-olacak şeyleri idrak etmemizi sağlarken çok farklı üslûp ve misallerle hem kalbimizi, hem aklımızı, hem lâtifelerimizi, yani bizi biz eden şeyleri doyuracak şekilde konuşan bir kelâmdır.

“…ve şu âlem-i gayb ve şehadet kitabının müfessiri…”

Tanımın bu noktasında Kur’an tercüme olmaktan çıkıp, müfessir oluyor.

Kur’an ve kâinat birlikteliğini görebilmemiz için kainatta meydana gelen olayların arka planlarını görmemiz gerekiyor. Onlar bizim için gaybdır. Kur’an göstermese biz o gaybı göremezdik, arkalarında iş görenin, Rahman olduğunu bilemezdik.

Akabinde gelen cümle de bu mânâyı teyid ediyor:

“…zeminde ve gökte gizli esma-i İlahiyenin manevî hazinelerinin keşşafı…”

İshak Özgel “Ben cinleri ve insanları Bana ibadet etsinler diye yarattım”(Zariyat:56) buyuran ayeti “bilsinler” diye tefsir eden müfessirler de olduğunu söyledi.

Allah’ı bilmek yani marifetullah ise esmâ ile ortaya çıkar

İshak Özgel, sunumunun burasında senelerce hapiste kalmış Suriyeli bir zata “Risale-i Nur kısaca nedir sizce?”  sorusunu “Esma –i İlâhiyenin tefsiridir. Çünkü İnsan Risale-i Nur’u okuduğu zaman Allah’ı Esmâsı ile tanıyor” diye cevapladığını anlattı.

Aslında bu Kur’ân’ın yaptığı şeydir.  Ayetlerin fezlekeleri Esmâ ile biter ve bütün olayların arkasında Esmâyı  okutturur. Bu bir tasavvurdur. Böylece biz sadece emreden ve nehyeden bir Allah’ı değil, bütün Esmâsı ile  Allah’ı tanıyoruz.

“…sutur-u hâdisatın altında muzmer hakaikın miftahı…” cümlesi ise bir anahtar veriyor.

Risale-i Nur tefsiri bu tarif üzerine oturuyor ve bize bir yöntem veriyor o da şu: Esere bakıp müessire,  fiile bakıp faile,  isime, sıfata, Zata, Marifetullaha  ulaşabiliyoruz.

Bu da Kur’anın “âlem-i şehadette alem-i gaybın lisanı” olduğunu gösteriyor.

Meselâ inananların ve inanmayanların hallerini, inanmayanların kendi aralarında çekişmelerini, iç yakıcı pişmanlığını, mazeret üretmeye çalışmalarını bize daha şehadet âlemindeyken anlatıyor. Bu gözüken âlemin iç yüzü nedir, bildiriyor. Eğer ancak gittikten sonra bilebilmiş olsaydık, bu bir mazeret olurdu, “Böyle olduğunu bilmiyorduk” denilebilirdi.

“Onlar sadece dünya hayatının dış yüzünü bilirler; âhiretten ise habersizdirler.” (Rum:30:7.)

Ayetini tefsir ederken Risale-i Nur ise böyle söyler:  “Kur’an’ı dinleyen insana, Kur’andaki ilm-i hakikati ve nur-u hakikatle dünyanın mahiyetini bildirmekliği ile dünyaya aşk ve alâka pek manasız olduğunu anlatmaktır. Yani, insana der ve isbat eder ki: Dünya, bir kitab-ı Samedanîdir. Huruf ve kelimatı nefislerine değil, belki başkasının zât ve sıfât ve esmasına delalet ediyorlar. Öyle ise mânâsını bil al, nukuşunu bırak git.” (17. Söz.)

“Kâinat diye bir şey olmasaydı, ilim üretemezdik” dedi Prof. Özgel.

“İlim dediğimiz şey, kâinatta cereyan eden olayların ne şekilde cereyan ettiğine dair kanunları tespit etmekten ibarettir. Kâinatta nizam ve intizam olduğu için ilimler ortaya çıkıyor. Ama bir şey açıkta kalıyor:  Bütün bunların müessirinin,  bir failinin bir de bütün bunları yapanın sıfatının ve esmasının bilinmiş olması… Bu bilinmediği takdirde elde edilen şey ilim değil, Kur’an’ın lisanıyla cehalettir.”

“Vahiy olmasaydı bilemeyeceğimiz konulardan biridir dünyanın ilk iki yüzü. Sadece dünyanın kendisine bakan yüzünü görür, ahiretin mezraası ve Esmâ-i İlâhiyenin aynası olması cihetlerini bilemezdik.”

Risale-i Nur Kur’an’ın feyziyle öyle dakik  bir bakış açısı kazandırır ki kâmil mü’min dünyadan ayrılırken üzülmez, ölürken “Esmâ-i İlâhiyenin benim üzerimdeki tecellisi gerçekleşti, benim yerime Esmânın tecelli edeceği nev’im devam ediyor” der, sevinerek gider. Bu bakış açısına ancak Kur’an’ın tasavvuru ile varılabilir. Verdiği miftah kullanılarak bu mana açılabilir.

Bir diğer cümle: “… Şu âlem-i şehadet perdesi arkasındaki âlem-i gayb cihetinden gelen iltifatat-ı Rahmaniye…”

Her şeyin, bütün nimetlerin arkasında Allah’ın olduğunu bilmek, meselenin bilgi boyutudur. Bütün nimetlerin iltifâtât-ı ebediye-i Rahmaniye olduğunu bilmek ise bunun bir adım ötesidir. İşte burada tasavvurdaki duygu boyutu devreye giriyor. Bunun karşılığı ise şükürdür.

Risale-i Nur meseleyi Efendimizin (s.a.v.) lisanı ile açıyor: “Ey ahali! Şu kasrın meliki olan seyyidimiz, bu şeylerin izharıyla ve bu sarayı yapmasıyla, kendini size tanıttırmak istiyor. Siz dahi onu tanıyınız ve güzelce tanımağa çalışınız. Hem şu tezyinatla kendini size sevdirmek istiyor. Siz dahi onun san’atını takdir ve işlerini istihsan ile kendinizi ona sevdiriniz. Hem bu gördüğünüz ihsanat ile, size muhabbetini gösteriyor. Siz dahi itaat ile ona muhabbet ediniz. Hem şu görünen in’am ve ikramlar ile, size şefkatini ve merhametini gösteriyor. Siz dahi şükür ile ona hürmet ediniz.” (On Birinci Söz.)

İshak Özgel, en fazla 600 âyetin ahkâm âyeti olduğunu söyledi.

“Ahkâmın yaşanamayışı, dünyevi neticelerinin alınamayışı,  Kur’an’a bu tasavvurla bakamayışımızın neticesidir. Marifetullah bilgisi yerleşmeden üzerine monte edilmesinden oluyor. Böyle olsaydı her insan iltifata karşı şükretme ihtiyacı hissederek ibadet ederdi” dedi.

Böylesi bir marifetullah neticesinde Kur’an’ın “şu İslâmiyet âlem-i manevîsinin güneşi, temeli, hendesesi” olduğunu görmek de gayet mümkün olacaktır.

Bu noktada konuyla ilgili yüksek lisans tezi  hazırlayan Sudanlı öğrencisinin tespitini anlattı. Risale-i Nur’un Kur’an tarifi üzerine hayretle “Hendese tabiri yeter hocam!” diyordu öğrencisi “Çünkü hendese demek,  her şeyi şekillendirirken  kendisine en uygun, en iyi, en verimli, optimum seviyede yapılmasını  sağlamak demektir. ihtiyacımız olan şey de Kur’an’ın bir hendese olduğunu bilmektir.”

İshak Hoca bu anekdota dayalı olarak “İslâm dünyasının çarpık yapılaşması; Kur’an hendesesine göre şekillenmemesindendir” tespitinde bulundu.

Aynı öğrencinin “avâlim-i uhreviyenin mukaddes haritası” cümlesi içindeki “harita” kelimesi üzerine de aynı hayret ve hayranlıkla “Evet öyledir, karmakarışık yollar içinde nereye gideceğimizi gösteren bir haritadır” dediğini anlattı.

“…Ve zât ve sıfât ve esmâ ve şuûn-u İlâhiyenin kavl-i şârihi, tefsir-i vâzıhı, bürhan-ı katı’ı, tercüman-ı satı’ı…” cümlesiyle ilgili olarak şunu söyledi:

“Allah, Kur’an’da esmâsını zikreder, öyle olduğunun delillerini de kâinatta gösterir.”

İshak Özgel sunumun  sonunda Kur’an’ın insan tasavvurunu anlattı. Batının insan tasavvuru ile insanın anlaşılamayacağını, nebatat ve hayvanat mertebesinde kalmış bir insanın Kur’an’ı anlamasının mümkün olamayacağını söyledi. Oysa Kur’an, insan ve kâinat, üçünün ortak gayesi marifetullahtır.

Marifetullah da Esmanın bilinmesi ile gerçekleşiyor

Risale-i Nur ise insana böyle hitap eder: “Sen çendan, nefsin ve suretin itibariyle hiç hükmündesin. Fakat vazife ve mertebe noktasında, sen şu haşmetli kâinatın dikkatli bir seyircisi, şu hikmetli mevcudatın belâgatlı bir lisan-ı nâtıkı ve şu kitab-ı âlemin anlayışlı bir mütalaacısı ve şu tesbih eden mahlukatın hayretli bir nâzırı ve şu ibadet eden masnuatın hürmetli bir ustabaşısı hükmündesin.” (Yirmi Üçüncü Söz.)

Çünkü insan kâinatın misal-i musağğarıdır. Üzerinde bütün Esmâ tecelli ettiği gibi o Esmâyı okuyacak cihazata da sahiptir.  Ama insan bunu yanlış kulandığında  ulûhiyet dava edebilmiştir. Başka hiçbir varlık ulûhiyet iddia etmez.

Son söz: Kur’an’ı böyle anladığımızda Kur’an bize mürebbi olur, mürşid olur, hâdi olur.

Kaynak: Şeyma Gür-Barla Platformu

HABERE YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
1 Yorum