'Risale-i Nur'u anlamıyoruz' diyen İlber Ortaylı ve Murat Bardakçı'ya cevap

'Risale-i Nur'u anlamıyoruz' diyen İlber Ortaylı ve Murat Bardakçı'ya cevap

Habertürk'te 2009'da yayınlanan Teke Tek Özel programı son zamanlarda yeniden internette dolaşımda. Fatih Altaylı'nın sunduğu programda tarihçiler Murat Bardakçı ve İlber Ortaylı Bediüzzaman Said Nursi hakkında konuşuyor.

Programda Said Nursi ile ilgili Kürtçü olmadığı şeklindeki doğru ifadelerin yanında, TBMM'de Mustafa Kemal ile görüşmediği iddia ediliyor. Engin tarih bilgileriyle bilinen Bardakçı ve Ortaylı'nın en şaşırtan sözleri ise Risale-i Nur'ları okudukları halde anlamadıklarını söylemeleri.

Yıllar sonra tekrar gündeme gelen bu iddiaları Prof. Dr. Ahmet Akgündüz, cevapladı. Akgündüz'ün "Risâle-i Nur Külliyâtının diline İlber Ortaylı ve benzeri, İslami İlimlerin Cahili Kemalistler Tarafından Yapılan İtirazlara Cevaplar" başlıklı açıklaması şöyle:

Evvela bazı noktaları takdim edelim:

1- İlber Ortaylı ve Benzeri İslami İlimlerin cahili bazı kimselerin Risâle-i Nur’un diline yapılan itirazların birinci sebebi, Kemalist olmalarıdır. Zira Bediüzzaman’a göre, Mustafa Kemal İslam Deccalıdır. Nitekim Kemalist kanallarda sadece Risale-i Nur değil İslamın temel hükümleri ile de alay edilmektedir.

2- Şunu kabul edelim ki, İlber Ortaylı’nın Bediüzzaman’ın Kürtçülere karşı çıktığı ve Kuvay-ı Milliyeyi desteklediği yönündeki açıklamaları iyi bir gelişmedir.

3- Bediüzzaman ve Eserleri hakkında ilmi araştırmalar yapılmadığı iddiası cehaletten kaynaklanmaktadır. Sadece 53 bin belgeyi konuşturduğumuz Arşiv Belgeleri İşığında Bediüzzaman Said Nursi isimli 6 ciltlik eserimizi inceleseler böyle demezlerdi.

4- Risâle-i Nur’un dilinin anlaşılmaması ile alakalı bir yaşana olayı nakletmek istiyoruz. 1960’lı yıllarda Ahmed Gümüş isimli Nur Talebesi İstanbul Edebiyatta Arap-Dili ve Edebiyatı Bölümünde talebedir. Sosyoloji derslerine Prof. Cahit Tanyol gelmektedir. Bir gün sınıfa girer ve sorar: Çocuklar! Mustafa Kemal mi büyük yoksa Said Nursi mi? Çoğunluk Mustafa Kemal diye cevap verir. Yine sorar: İçinizde Nutuk kitabını okuyan var mı? Cevap suskunluktur. Peki Risâle-i Nur okuyan var mı? Altı-yedi kişi biz okuduk derler. Bunun üzerine Prof. Tanyol: Beyler! Said Nursi daha büyüktür. Devletin bütün baskılarına ve resmi ders yapmasına rağmen Nutuk okuyan yok. Ama Devletin bütün yasaklarına ve engellemelerine rağmen Risâle-i Nur okuyan çok.

ekran-goruntusu-2024-03-17-114134.png
(11 Ekim 2009'daki programda neler konuşulduğuna dair 12 Ekim 2009'da Risale Haber'de yayınlanan haber...)

5- Son olarak İlber Ortaylı’ya yakıştıramadığım bir iddia da şu: Uluslararası şöhret bulmuş Türkiye’de yetişmiş ilim adamları arasında Bediüzzaman’ı zikretmemeleri tam bir akademik ayıp ve cehalettir. Eserleri 53 dünya diline çevrilen Bediüzzaman’a da saygısızlıktır.

RİSÂLE-İ NUR KÜLLİYÂTINA YAZIM KURALLARI AÇISINDAN YAPILAN İTİRAZLARIN SEBEPLERİ

Risâle-i Nur Külliyâtına yazım kuralları ve Türkçe Dilbilgisi kaideleri açısından yapılan bazı itirazlar bulunmaktadır. Evvela bunların bazı sebeplerini zikredelim:

Birinci Sebep: Risâle-i Nur Külliyâtına yapılan itirazların birinci sebebi cehalettir. Âlet ilimleri dediğimiz ve buraya kadar özetini verdiğimiz ilimleri bilmeyenler ve en önemlisi de Osmanlıca’daki usûl-i tahririn düsturlarından haberdar olmayanlar, bir de Öz Türkçe denilen uydurukçayı esas alarak, Risâle-i Nur Külliyâtına farklı itirazlar yöneltmektedirler. Önemle ifade edelim ki, Risâle-i Nur, asrımızın tebliğ hareketidir, müellifi vazifelidir. İlhamla Kur’ân’dan damlayan imanî hakikatlerdir. Fakat “ben bilirim” diyenler, tenkit için okuyanlar, müşteri olmayanlar ona ulaşamazlar! Ona ulaşmanın bir bedeli, bir ücreti vardır. Bu ücret ihtiyacını tam hissetmek, ona müşteri olmak ve onu kendi nefsinin ıslâhı için okumaktır.

İkinci Sebep: Risâle-i Nur Külliyâtı Osmanlıca kaleme alınmıştır ve 1956 yılından itibaren resmen ve açıktan Latin harfleriyle neşredilmeye başlanmıştır. İşte bu noktada, bazan kelimelerin yanlış okunması; bazan uzun cümlelerin kesilerek ve hatta paragraf hâlinde bölünerek neşredilmesi ve benzer hatalar oluşmuştur. Bu önemli bir tenkit sebebidir. Mutlaka hey’etler oluşturularak tashih edilmelidir. Bu hatalar Bedîüzzaman’a ait değildir. Ya imla hatasıdır veya Latince neşredenlerin hataları olabilir. Bu arada Arapça ve Farsça ibarelerdeki bazı yazım hataları, son baskılarda düzeltilmiş bulunmaktadır.

Üçüncü Sebep: Maalesef yapılan bir kıyâs-ı ma’al-fârık hatasıdır. Bir kısım tenkitçiler, Risâle-i Nuru Osmanlıca gramerine göre değil de Türkçe ve hatta uydurukça gramere göre güya tahlil ederek hatalar arama peşindedirler. Özellikle noktalama işâretleri ana tenkit konularıdır. Mesela Osmanlı Gramerinde, son zamanlardaki istisnalar dışında, noktalama işâretlerinden ziyade atıf harfleri esas alınır.

Kelâm, ya nazım yahut nesir olur. Bedîüzzaman’ın nazım olarak kaleme aldığı tek eseri Leme’ât adlı eseridir. Bedîüzzaman’ın o eseri telif ettiği dönemin biraz öncesi, gazetelerde ve mecmualarda süren ateşli hece vezni/aruz vezni tartışmalarıyla sürüyor. Meşhûr Beş Hececiler’in de en gözde oldukları zamanlar. Beş Hececiler, şiirde ölçüye ve özellike hece ölçüsüne çok düşkünler. İçlerinde aruzla da yazanlar olmakla birlikte, geneli hece vezni ve şiirde Türkçeleşme tutkunu… Yine bu dönem, Nazım Hikmet gibi isimlerin de ön plana çıktığı, hatta daha genç bir şairken Âlemdar gazetesinin şiir yarışmasında ilk ödülünü aldığı yılı da kapsıyor. İşgalin heyecanı, yükselen milliyetçilik ve diğer akımlar şiir dünyasını âdetâ kaynayan bir kazana çeviriyor. Şiire rağbet yükseliyor.

Hal böyle olunca, ister istemez, mâzîden beri bir kısım şiir erbabını ve sanatkârı “Safiye’yi kafiyeye feda etmekle” itham eden Bedîüzzaman’ın, bu tartışmalardan ne denli uzakta kalabilmiş olabileceğini düşünüyorum. Öyle ya, o sıralar daha Eski Said ve Eski Said, Yeni Said kadar gündemi terk etmiyor. Gündemi hayra yönlendirmeye çalışıyor.

Bedîüzzaman, o zamanın siyasî tartışmalarına olduğu kadar, sanatsal tartışmalarına da müdahildir. İşte Bedîüzzaman’ın bu fikirleri de ancak geçmiş eserleri tetkik edilerek anlaşılabilir, görülebilir. Serbest vezne rağbetin ülkemizde ancak 1941’de Garip akımıyla gerçekleştiği düşünülürse, Bedîüzzaman’ın hakikaten kendi döneminde vezne daha çok çocuk olan bir eleştiri yaptığı anlaşılabilir. Ki bu eleştiri, belki daha sonraları, Nur talebelerinin geliştirdiği başka bir edebiyât türüyle meyve verecektir. Müellifin, bu eser için ileride talebelerinin mesnevisi olacağını söylemesi de, hep ilginç bir şekilde, Mevlana’nın Mesnevi’si gibi olacağı düşünülerek anlaşılır. Halbuki mesnevî edebî bir tarzdır. İlk yazılan mesnevi de Mevlana’nınki değildir. Ve ondan sonra da çok yazılmıştır.”(https://eftenpuftan.wordpress.com/2011/05/07/Leme’ât-risâlesi-bir-siir-elestirisi-mi-Leme’ât-risâlesi-notlari-1-yazi/. 29.12.2015.)

Bedîüzzaman’ın diğer eserleri nesir türündendir. İster nesir ve isterse nazım olsun, bir kelâmın mu’teber olabilmesi için, buraya kadar özetlediğimiz, on aded âlet ilimlerindeki kaidelere mutabık olması şarttır. Şimdi bunları görelim:

KELÂMIN ŞARTLARI

Kelâmın şartları ikiye ayrılır:

2.1 Lafızlara Ait Şartlar

Kelâmın lafza ait şartları, beyân ve bedî ilimlerinde ayrıntılı olarak anlatılmış ve Risâle-i Nur Külliyâtından misâller verilerek, Nurlarda bunlara tam olarak ri’âyet edildiği ortaya konmuştur. Bazılarını özetleyelim:

Birinci Şart: Kelâmda çirkin lafızlardan ve laubâli kelimelerden kaçınmaktır ki, Bedîüzzaman, Kur’an ve Hadis’in kullanmadığı hiçbir kelimeyi kelâmında zikretmemeye gayret göstermiştir. “Üstâdımızın dediği gibi, "Fena şeylerle meşguliyet fena tesir eder. Fena iz bırakır." Hususan böyle bir asırda "Bâtılı iyice tasvir etmek, safî zihinleri idlâldir." Evet menfîlikleri öğrenerek mücadele edeceğim gibi saf bir niyetle başlayıp, menfî şeylerle meşgul ola ola dinî bağları ve dinî salabet ve sadakatı eski hâline nazaran gevşemiş olanlar olmuştur.”

Bildiğime göre edibler edebli olurlar. Edebsiz bazı gazeteleri naşir-i ağraz görüyorum. Eğer edeb böyle ise ve efkâr-ı umumiye böyle karmakarışık olsa; şahid olunuz ki, böyle edebiyattan vazgeçtim. Bunda da dâhil değilim. Vatanımın yüksek dağlarında yani Başit başındaki ecrâm ve elvah-ı âlemi, gazetelere bedel mütalaa edeceğim.”

Ayrıca Bedîüzzaman, bir takım kaba ve soğuk tabirlerden dahi kaçınmıştır. Hatta talebelerine “Eşeğe eşek demeyin, işlek deyin” diye tavsiye ederdi.

İkinci Şart: Kelâmda garib kelimelere yer vermeden meramı ifade etmektir. Bedîüzzaman hep kaçınmış ve bu problemi çözmek için çoğu kere anlaşılması zor bazı kelimelerin eş anlamlılarını zikretmeyi ihmal etmemiştir. Ancak bunu yaparken sadece kelimelerin ma’nâlarını vuzuha kavuşturmak değil, farklı nüanslarıyla, mes’eleyi açıklamak için yapar; kelâmda isrâfa gitmez.

Bir diğer önemli nokta da, lügatın farklı telaffuzlarına bakarak farklı farklı zikretmek yerine, hangi dile mensup ise ona göre doğrusunu kullanmak.

Üçüncü Şart: Terkiplerde ve uzun cümlelerde, Osmanlıca Gramerine göre atıf harf ve edatları kullanılır. Bu yüzden Nurları tenkid edenler, maalesef, Ahmed Cevdet Paşa’nın Belâgat-ı Osmaniye kitabını okumalıdırlar. Ancak eğer, atıf harfleri ve edâtlarının kullanılması, çok fazla vuku bulacaksa, bundan kaçınmak da yazım kurallarındandır. Bunlara misâl verelim:

Bedîüzzaman bazan bu harf ve edatları terk etmiştir:

“Hayat, şu kâinatın en ehemmiyetli gayesi.. hem en büyük neticesi.. hem en parlak nuru.. hem en latif mayesi.. hem gayet süzülmüş bir hülâsası.. hem en mükemmel meyvesi.. hem en yüksek kemâli.. hem en güzel cemali.. hem en güzel zîneti.. hem sırr-ı vahdeti.. hem rabıta-i ittihâdı.. hem kemâlâtının menşei.. hem san'at ve mahiyetçe en hârika bir zîruhu.. hem en küçük bir mahluku bir kâinat hükmüne getiren mu'cizekâr bir hakikatı.. hem güya kâinatın küçük bir zîhayatta yerleşmesine vesile oluyor gibi; koca kâinatın bir nevi fihristesini o zîhayatta göstermekle beraber, o zîhayatı ekser mevcûdatla münasebetdar ve küçük bir kâinat hükmüne getiren en hârika bir mu'cize-i kudrettir.”

Aynı paragrafda atıf harfi olan “ve” kelimesini kullanması da kelâmın güzelliğine halel vermemektedir. Neden virgül yok diyen münekkidler, Osmanlıca usûl-i tahriri bilmeyenlerdir:

Dördüncü Şart: Kelâmın selâsetine akıcılık dikkat edilmesidir ki, Risâleler, baştan başa buna misâldir. Bedîüzzaman Kur’an’i selâsetinî

“Meselâ: Makam-ı terğîb ve teşvikte hadsiz misâllerinden, meselâ Sure-i هَلْ اَتَى عَلَى اْلاِنْسَانِ de beyânatı, {(Haşiye-1): Şu üslûb-u beyân, o surenin mealinin libasını giymiş.} âb-ı kevser gibi hoş, selsebil çeşmesi gibi selâsetle akar, cennet meyveleri gibi tatlı, huri libası gibi güzeldir.”

Beşinci Şart: Yazılacak şeyin konusuna göre lafızların rikkat ve cezâletine dikkat edilmesidir ki, bu da metânet-i kelâm ve letâfet-i kelâm ile mümkündür. Bu konuda Ali Ulvî ağabeyi dinleyelim:

“Letâfet-i Kelâm: Kelâmın ihtivâ ettiği kelimelerde cezâlet yani fesâhat ile akıcılığın bulunması ve kelâmda zorlamaların yer almaması demektir. Metânet deyince ağza tat ve kulağa lezzet vermesi akla gelmelidir. Tehdit ve korkutma gayeli olarak, ağır sözlerin kullanılması, kelâmın letâfetine aykırı değildir.

Altıncı Şart: Sözlerde umumî bir âhenk bulunmak ve genellikle uzun fıkralarda aynı vezinleri kullanmaktır. Buna Risâlelerden örnek verecek olursak:

“Kâmillerde, büyüklük mikyasıdır küçüklük. Nâkıslarda, küçüklük mizanıdır büyüklük...”

Yedinci Şart: Nesirlerde seciler zorla irad olunmamalı ve mümkün olduğu kadar tabii olmalıdır. (Bkz. Mehmed Rif’at, Mecâmi’ul-Edeb, Sekizinci Kitap, Ahvâl-i Tahrir, sh. 694 vd.) Bediüzzaman diyor: "Fâniyim, fâni olanı istemem. Âcizim, âciz olanı istemem. Ruhumu Rahman'a teslim eyledim, gayr istemem. İsterim, fakat bir yâr-ı bâki isterim. Zerreyim, fakat bir şems-i sermed isterim. Hiç ender hiçim, fakat bu mevcûdatı umumen isterim."

Bilindiği gibi, Osmanlı Devletinde Tanzîmât Hareketinden sonra edebî tarz ve üslublar tartışılmaya başlanmıştır. Biz bu konunun ayrıntılarına girmeyeceğiz. Ancak şunu ifade edelim ki, Osmanlı Edebiyatçıları, yukarıdaki şartlara riayet edilerek ortaya konan tarzları ikiye ayırmışlardır. Eski Tarz (Usûl-i Atîk) ve Yeni Tarz (Usûl-i Cedid).

Usûl-i Atîk ikiye ayrılıyor; tarz-ı mevsûl ve tarz-ı mefsûl.

Tarz-ı mevsûl de ikiye ayrılıyor: Birincisine tarz-ı atîk-i âlî ve diğerine de âdî denilmektedir. Tarz-ı Atîk-i Âlî ile kaleme alınan yazılarda kelâmı birbirine bağlayan izâfetler az olmakla birlikte kullanılan lafızlar da akıcıdır ve belâgat ilmine mutabakatı cihetiyle âlimâne yazılan şeylerdir.

Tarz-ı Atîk-i Âdî denilen ve makbûl olmayan kısımdır ki, Risâle-i Nur Külliyâtında mevcûd değildir. Tarz-ı Mefsûl-ı Atîk ise, sec’ili kelâmlardır.

MA’NÂYA AİT ŞARTLAR

Manaya ait olan şartları kısaca özetleyecek ve Risâle-i Nur Külliyâtından misâller getireceğiz:

Birinci Şart: Kelâmın maksadı dâima açık tabirlerle beyân edilmeli ve konunun anlaşılmasını zorlaştıracak veya maksadı ihlal edecek ifade tarzlarından kaçınılmalıdır. Buna bir tek misâl verelim:

"Bismillah" her hayrın başıdır. Biz dahi başta ona başlarız. Bil ey nefsim, şu mübarek kelime İslâm nişanı olduğu gibi, bütün mevcûdatın lisan-ı haliyle vird-i zebanıdır. "Bismillah" ne büyük tükenmez bir kuvvet, ne çok bitmez bir bereket olduğunu anlamak istersen, şu temsîlî hikâyeciğe bak dinle.”

İkinci Şart: Lafızlar ma’nâlara tabi olmalıdır. Yoksa belagate aykırı olur. Lafızperestlik doğru değildir. Bu hastalığın izi, Risâle-i Nur Külliyâtında görülmemiştir.

Üçüncü Şart: Kaleme alınacak şey esas maksadı ifade etmekten ibaret olup maksad dışı ilaveler ve dipnotlarla sayfalar çoğaltılmamalıdır. Bütün Risâle-i Nur Külliyâtı bunun misâlidir.

Dördüncü Şart: Lafızların selâmet ve metâneti, ma’nâların güzelliğine mâni olmamalıdır. Sadece lafızların selâset ve letâfeti yeterli değildir. Mesela buna en güzel misâllerden biri şudur:

“İşte ey akıl, dikkat et! Meş'um bir âlet nerede? Kâinat anahtarı nerede? Ey göz, güzel bak! Âdi bir kavvad nerede? Kütübhâne-i İlahînin mütefennin bir nâzırı nerede? Ve ey dil, iyi tad! Bir tavla kapıcısı ve bir fabrika yasakçısı nerede? Hazine-i hâssa-i rahmet nâzırı nerede?”

KELÂMIN RÜKÜNLERİ

Kelâmın rükünleri dörttür: İbtidâ, anlatılacak ma’nâları özetleyecek şekilde giriş yapmaktır. Tahallus, ibtidâ ile maksadın arasında mes’eleyi açıklayacak kelâm irâd etmektir. Maksad, kelâmın maksadını açıklamaktır. İntihâ, kulaklara mühür olacak şekilde mes’eleyi özlü cümle ile bitirmektir. Risâle-i Nur’da bunun en gizel misâli Birinci Sözdür:

İbtidâ:

"Bismillah" her hayrın başıdır. Biz dahi başta ona başlarız. Bil ey nefsim, şu mübarek kelime İslâm nişanı olduğu gibi, bütün mevcûdatın lisan-ı haliyle vird-i zebanıdır. "Bismillah" ne büyük tükenmez bir kuvvet, ne çok bitmez bir bereket olduğunu anlamak istersen, şu temsîlî hikâyeciğe bak dinle. Şöyle ki:

Tahallus:

Bedevi Arab çöllerinde seyahat eden adama gerektir ki, bir kabîle reisinin ismini alsın ve himayesine girsin. Tâ şakilerin şerrinden kurtulup hacatını tedarik edebilsin. Yoksa tek başıyla hadsiz düşman ve ihtiyacatına karşı perişan olacaktır. İşte böyle bir seyahat için iki adam, sahraya çıkıp gidiyorlar. Onlardan birisi mütevazi idi. Diğeri mağrur... İlh.

Maksad:
İntihâ:

Madem her şey manen "Bismillah" der. Allah namına Allah'ın nimetlerini getirip bizlere veriyorlar. Biz dahi "Bismillah" demeliyiz. Allah namına vermeliyiz. Allah namına almalıyız. Öyle ise, Allah namına vermeyen gafil insanlardan almamalıyız...”

Bedîüzzaman’ın sözlerinde çelişki ve hatalar var diyenler, müşahhas bir misâl vermekten öte, yukarıda hülasa eylediğimiz Osmanlı Edebiyatındaki yazım kurallarını da bilmemektedirler. Onun için sözü uzatmıyoruz.

“Evet bir şâirin dediği gibi, لَوْ كُلُّ كَلْبٍ عَوَى اَلْقَمْتَهُ حَجَرًا ٭ لَمْ يَبْقَ فِى هذِهِ الْكُرَةِ اَحْجَارُ her üren kelbin ağzına bir taş atacak olsan dünyada taş kalmaz.”

ARAPÇA ÇOĞUL KELİMELERİN TÜRKÇE’DE ÇOĞUL YAPILARAK KULLANILIŞI

Arapça’da cem’ul-cümû’ kaidesi meşhûr bir gramer kuralıdır; bir defa cemi' (çoğul) olan kelimenin tekrar bir defa daha cemi’ olması demektir. Buna cem’ul-cem’ de denilmektedir. Mesela, Arapça’da hem semâ’î ve hem de kıyâsî olarak bu cemi’ler yer almaktadır. Semâ’îlere misâl, beyt, büyût ve büyûtât; fâdıl, efâdıl ve efâdılûn gibi.

Kıyâsî olanlara ait şu kaideler meşhûrdur:

Ef’ul ve ef’ile kalıbındaki bütün cemi’le efâ’il şeklinde yeniden cemi yapılabilmektedir: Kelb, eklüb ve ekâlib; süvâr, esvire ve esâvir misâlleri gibi.

Ef’âl kalıbındaki cemi’ler efâ’îl tarzında yeniden çoğul yapılabilir: Kavl, akvâl ve ekâvîl gibi.

Ayrıca Osmanlıca’da da aynı kaide geçerlidir: Evliya; Evliyalar gibi.

Günümüze gelince, amele, avene ve evliyâ gibi, Arapça’da zâten çoğul olan kelimelerin Türkçe’de –ler ve –lar eki getirilerek çoğul hâline getirilmesi mes’elesi yeni Türkçemiz uzmanları arasında tartışmalıdır.

Taraftar olanlara göre, bunlar her ne kadar Arapça’da zâten çoğul da olsalar, Türkçeye tekil olarak geçmiştir. Biz Türkçe’ye her kelime veren dilin kurallarını bilmek durumunda değiliz, zâten bu imkânsızdır. Türkler eşyanın çoğul olduğunu bilmez, bilmelerine de gerek yoktur. Örneğin, evlâd TDK 1983 sözlüğünde şöyle tanımlanmış: Bir kimsenin oğlu ya da kızı, çocuk. Buna göre evlat Türkçe’de tekildir. Eğer orijinal dilde çoğul olan adların Türkçe’de tekil olarak kullanılması yanlışsa, o halde midyeler demek de yanlış olacaktır, çünkü midye Yunanca’da zâten çoğuldur.

Eşya, evlâd ve evrak kelimeleri Türkçe'ye tekil olarak geçmedi. Bazıları yanlışlıkla tekil olarak kullanılıyor. Yanlış yapanlar da aslında haklılar, çünkü kelimeler Türkçe'nin çoğul yapım kuralına uygun biçimde çoğul yapılmamışlar. Sözgelimi, 'şey' kelimesi sonuna '-ler' eki getirilerek çoğul yapılmış olsaydı, çoğul dilimizin kuralına uygun olurdu ve herhalde hiç kimse sonuna bir tane daha '-ler' ekleme hatasını yaparak 'şeylerler' demezdi.

Karşı olanlara göre ise, Arapça kökenli olması hiçbir şey ifade etmez. Bu kelimeler dilimizde ilk kez Osmanlı zamanında kullanılmaya başlanmıştır ve çoğul haldedirler. Eşyanın Arapça kökenli olması Türkçe'deki yerini etkilemez doğru ama zâten bu sözcük Türkçe'de en başından beri 'çoğul' olarak kullanılıyor. Şimdi durup dururken "bu Arapça kökenlidir, ben bunu tekil olarak alırım eklerle çoğul yaparım" diyemeyiz.

İşte Bedîüzzaman Hazretleri, hem Arapça’da mevcûd olan kaideden ilhâm alarak ve hem de Osmanlı âlimlerine uyarak, bu tarz çoğulları çokça kullanmaktadır.

Son olarak Ali Ulvî Kurucu ağabeyi dinleyelim:

“Bununla beraber Üstâd zevk inceliği, gönül hâssasiyeti, fikir derinliği ve hayal yüksekliği bakımından hârikulâde denecek derecede edebî bir kudret ve melekeyi haizdir. Ve bu sebeble üslûb ve ifadesi, mevzua göre değişir. Meselâ: İlmî ve felsefî mevzularda mantıkî ve riyazî delillerle aklı ikna' ederken, gayet veciz terkibler kullanır. Fakat gönlü mestedip, ruhu yükselteceği anlarda ifade o kadar berraklaşır ki ta‘rif edilemez. Meselâ: Semalardan, güneşlerden, yıldızlardan, mehtablardan ve bilhâssa bahar âleminden ve Cenab-ı Hakk'ın o âlemlerde tecelli etmekte olan kudret ve azametini tasvir ederken, üslûb o kadar latif bir şekil alır ki; artık her teşbîh, en tatlı renklerle çerçevelenmiş bir levhayı andırır ve her tasvir, hârikalar hârikası bir âlemi canlandırır.

İşte bu hikmete mebnîdir ki, bir Nur talebesi Risâle-i Nur Külliyatı'nı mütalaası ile -üniversitenin herhangi bir fakültesine mensub da olsa- hissen, fikren, ruhen, vicdanen ve hayalen tam ma’nâsıyla tatmin edilmiş oluyor. Nasıl tatmin edilmez ki, Risâle-i Nur Külliyatı, Kur'an-ı Kerim'in cihanşümul bahçesinden derilen bir gül demetidir. Binaenaleyh onda, o mübarek ve İlahî bahçenin nuru, havâsı, ziyası ve kokusu vardır...

Ruhun bu ihtiyacını söyler akan sular
Kur'ana her zaman beşerin ihtiyacı var.”

HABERE YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
5 Yorum