Vefatının 4. yılında Ekrem Kılıç

Fani dünya bu, vakit su gibi akıyor, artık etrafımız yavaş yavaş boşalıyor. Gençliğimizde yeni evlenen ve çocuğu olan dostlarımızı tebrik etmeye giderken bugün geldiğimiz noktada her gün yeni yeni vefat haberi ile uyanıyor ve aynı sıklıkta taziyelerde rahmet dileklerimizi iletiyoruz. Neticede er veya geç sıra bir gün bize de gelecek, bizim de taziyemiz kısmet olur veya olmaz yapılacak, arkamızdan bu dünyada yaptıklarımız ile anılarak yüce Allah’ın huzuruna amellerimizi ile varacağız.

14 Şubat 2018’de huzur-u rahmana kavuşan güzel insan, şair ve yazar, merhum Ekrem Kılıç hocamın bugün vefatının 4. yıldönümü. Geçen sene ve diğer yıllarda olduğu gibi Ekrem hocamın vefat yıldönümlerinde hatıralarını dile getirme fırsatım olmuştu. Elimizde fazla sermaye kalmayınca yaklaşık on iki yıl önce kendisinin bize emanet ettiği eserlerden ilkini ‘Birinci Söz Senaryo Denemesi’ni hocamın kendi köşesinde yayınlama fırsatımız olmuştu. Şimdi ise yine kendi kaleminden ‘İkinci Söz Senaryo Denemesi’ni sizler ile paylaşmak istiyorum.

Üstad Bediüzzaman’ın başta Sözler mecmuası olmak üzere diğer eserlerinin de senaryolarının yazılmasına katkısı olması ve ileride genç kuşaklara aktarılması bakımından bu eserin örnek teşkil etmesini can-ı gönülden arzu etmekteyim. Bu anlamda merhum Ekrem Kılıç hocamızın başlatmış olduğu bu çalışmanın devam ettirilmesi dileği ile sizleri ‘İkinci Söz Senaryo Denemesi’ ile baş başa bırakıyorum. Allah rahmet eylesin mekânı Cennet olsun inşaallah.

Not: ‘Birinci Söz Senaryo Denemesi’ linki: https://www.risalehaber.com/birinci-soz-senaryo-denemesi-22915yy.htm

İkinci Söz

(Senaryo Denemesi)

[Zaman planı: I ve II. sahneler: 5-6 dk., III, IV, V, VI, VII. sahneler: 20-25 dk., VIII. sahne: 4-5 dk., Toplam, yaklaşık 35 dakika.)

I

[Fon müziği: S. Özçimi – Kubbe Albümü]

1930’lar. Bahar mevsimi. Ağaçlar, çiçekler, tabîat yavaş yavaş uyanıyor. Kelebekler, böcekler, kuşlar. Otlayan hayvanlar. Dağlarda kar var. Yol boyu, göl kenarında avlanan balıkçılar. Bahçelerde uğraşan köylüler. Köyler. Minareler. Barla. Çınar ağacı. Dağ, dere, göl kıyısında yalnız başına görünüp kaybolan, Hz. Bedîüzzaman’ın Barla’yı teşriflerinde çekilen fotoğrafındaki haşmetli kıyafete bürünmüş bir zat. Görünmeyen dinleyicilerine bir şeyler anlatıyor. Üstad, söylüyor, bazı talebeleri acele not tutuyor. Barla’dan muhtelif manzaralar. Tenha ağaç altında risale okuyan bir kişi. Bir evde, rahle üzerinde, baktığı bir sayfadan yazı çoğaltan çocuk. Başka bir yerde aynı şekilde çalışan bir yaşlı. Kadın ve kızlar, aynı minval üzere yazı yazıyor. Okuyanlar çoğalıyor. Barla’ya yönelmiş çeşitli insanlar. Yaya, kayıkla, at ve eşekle gelenler.

II

Hz. Üstad bağdaş kurmuş, minder üstünde oturmakta. Karşısında üniformalı bir zât oturuyor. Yaşı daha genç. Saygılı bir tavır. Pencereden haşmetli çınarın dalları görünüyor. İkinci Söz’ün başındaki âyeti okuyor.

-: Îmânda ne kadar büyük bir saâdet ve ni’met ve ne kadar büyük bir lezzet ve râhat bulunduğunu anlamak istersen, şu temsîlî hikâyeciğe bak, dinle:

III

Zaman değişimi. Eski bir şehir. Bir âile ortamı. Evin güzel ve güleryüzlü reisi, sofrada hanımı ile konuşuyor. Çocuklar ve yaşlılar dinliyor. Mutlulukları yüzlerinden belli.

-: Çok şükür, geçen yıl çıktığım seyâhat netîcesinde hem sıhhat buldum, hem yaptığım ticârette, gördüğüm işlerde bereketli, güzel kârlar elde ettim. İnşâallah, yarın çıkacağım yolculuktan da selâmetle dönerim.

-: İnşâallah, efendi. Sen iyi niyetlisin. Hakkın ve halkın hukûkuna riâyet edersin. Bu ticâretinin de hayırlara vesîle olacağını umuyorum. Böylelikle hem âilemizin geçimini helâl yoldan sağlıyorsun; hem de hemşehrilerimizin ihtiyâçlarını bulundurarak onlara iyilik yapıyorsun. Cenâb-ı Hakk, bu iyi niyetini ve güzel ahlâkını mükâfatsız bırakmaz.

Yaşlı adam)

-: Evlâdım, Peygamberimiz (asm), “Seyâhat edin, sıhhat bulun.” demiş. Keşke bacaklarım yükümü çekse idi, seninle gelmek isterdim. Benim de vaktiyle gittiğim o yerlerdeki dostlara, tanışlara selâm söyle. Hepsine duâ ettiğimi ve duâlarını istediğimi ilet. Hazırlıklarını tamamladınsa namazdan hemen sonra, erken yatalım da sabah dinç bir şekilde yola koyul.

-: Baba, bize ne getireceksin?

-: Ben güzel bir elbiselik isterim.

-: Bana bir kaval getir.

-: İnşâllah, çocuklar, inşâallah. Hepinize istediklerinizi getireceğim. Yalnız, dedenizi, ninenizi, annenizi üzmeyin. Ben yokken yaramazlık yapmayın. Derslerinize çalışın. Birbirinizle kavga etmeyin, e mi?

IV

Sabah erken, tüccar yola koyuluyor. Atı ve yedeğindeki katırları, yardımcıları ilk ışıklarla şehirden ayrılıyorlar. Akrabaları yolcuları uğurluyorlar. Dere, tepe, geçtikleri yerlerde hep güzel manzaraları seyrediyorlar. Çayırlar, çiçekler, ağaçlar, böcekler, kuşlar, çeşitli hayvanlarlar. Çalışan, memnûn ve müteşekkir insanlar.

Bir beldeye ulaşıyorlar. Bir meydanda duâlarla, tekbîr ve tehlîl getirilerek, dînî merâsimlerle; davul-zurna eşliğinde askere uğurlananlar olduğunu görüyorlar.

-: Selâmünaleyküm, ağalar! Hayırlı olsun. Gàlibâ asker gönderiyorsunuz.

-: Ve aleykümselam, ağalar! Öyle. Çok şükür bugünleri gösteren Allah’a. Gençlerimizi askere yolluyoruz. Vatan için, millet için, dîn-i mübîn-i İslâm için vazîfelerini îfâ edecekler.

-: Cenâb-ı Hak, sağlıkla gitmek ve sağlıkla dönmek nasîp etsin; yolları açık olsun. Allah kalanlara sağlık, selâmet versin.

-: Âmin. Sizler nereden gelip, nereye gidiyorsunuz? Bu gün misâfirimiz olun. Eğlencemize katılın.

-: Allah râzı olsun. Ticaret için Pây-i tahta gidiyoruz. Vaktimiz konaklamak için henüz erken. Akşama doğru yoldaki kervansarayda kalırız, inşâallah.

-: Gençler! Ağalara ayran ikram edin. Allah işinizi rast getirsin. Güle güle gidip, selâmetle evlerinize dönün.

-: Sağolun. Allah’a emânet.

-: Allah’a emânet olun.

V

Zaman ve mekân değişimi. Başka bir şehirde, kışla önünde  düğün - dernek eğlencelerle  terhis edilen askerler var. Tüccar, yanındakilere:

-: Yolda rastladığımız delikanlılar bu kışlaya gelecek. Buradakiler de terhîs olup evlerine dönecekler. Bu askerler alıştıkları atlarından, silahlarından, arkadaşlarından ayrılırken kim bilir ne kadar üzülüyorlardır.

-: Fakat, efendim, bir yandan da memleketlerine; eş-dostlarına kavuşacak olmalarından dolayı da seviniyorlardır.

-: Haklısınız. Hayat boyu unutulmaz hâtıralarla buradan ayrılacaklar. İki sevinç birden yaşıyorlar. Hem terhîs olduklarından dolayı seviniyorlar, hem çoluk-çocuklarına dönecekleri için. Sağlık ve âfiyet içinde mühim bir vazîfeyi bitirdiklerinden, mânevî bakımdan da büyük sevaplar kazanıyorlar. Bunun mükâfâtını da âhirette alacaklar, şüphesiz…

Zaman değişimi. Hanlarda konaklarken, câmilerde ibâdet ederken, duâlar ederken, yabancı memleketteki insanlar yolcularla ve birbiri ile dostâne ilgileniyorlar. Güleç, nâzîk, sevinçli insanlar. Yol boyu devâm eden bu görüntü, son merhalede, alış veriş ederken de sürüyor. Karşılıklı anlayış ve yardımlaşma ile tüccâr malını yükleyip memleketine doğru yola çıkıyor.

VI

Zaman ve mekân değişimi. Yine bir ev. Asık suratlı, çirkin görünüşlü bir adam. Giyimleri ve davranışları daha düşük bir âile. Kadın:

-: Efendi, Allah kerîmdir. Bu kadar endîşe etme. Umarım, râhat bir yolculuk olur. Bu her şeyi kötü görme huyundan vaz geç.

-: A hanım! Bilirsin ki, bütün aksilikler beni bulur. Kaç kere böyle yolculuk yaptım. İnsanlar çok bozulmuş. Herkes birbirine düşmanlık ediyor. Geçtiğim yollarda başıma gelmedik kalmadı. Neyse ki, malımı ziyân etmeden ticâretimi yapabildim.

-: Allah esirgesin. Sen helâl kazanç için çalış. İnşâallah, Cenâb-ı Hak, yardımcın olur. Yemeğini bitir de, hazırlıkların için yardım edelim.

-: Aman hanım, sen şu çocukları zaptet. Elime-ayağıma dolaşmasınlar. Ben kendi işimi görürüm.

VII

Sabah yolculama biraz daha soğuk, biraz daha mesâfeli. Tüccâr ve adamları yola çıkarlar. Geçtikleri yerler, tüccarın gözünden hep kayalık, uçurum, kurak görünüyor. Hayvanlar birbirini kovalıyor, parçalıyor. Yollarda zayıf ve kimsesiz kişiler, güçlüler tarafından itilip kakılıyor. Zorbalar, ahâlinin mallarını zorla alıyor, evlerini yıkıyor, bahçelerini talân ediyor. Hayvanlarını kaçırıp götürüyorlar. Herkes elemli. Çocuklar, kadınlar, ihtiyarlar ağlaşıyor. Rastladığı insanlar dehşet verici görüntülerdeler. Bakışlar kötü. Gülüşler kötü. Gök bulutlarla örtülü. Şimşekler, yıldırımlar, fırtınalar. Denizde büyük dalgalar. Tüccar her geçtiği yerde “ah-vah”lar ediyor. Yanındakilerle konuşuyor.

-: Hişt! O tarafa fazla bakmayın. Bize de sataşabilirler. Atları mahmuzlayın. Şu musîbetlerin yanından çabuk uzaklaşalım.

-: A efendim, bize bir kötülük yapacak gibi görünmüyorlar. Onlar kendi kendileri ile meşguller. Sanki bizi görmediler bile.

-: Olmaz-olmaz! Biz dikkatli olalım. Şu memlekete baksana! Her yer mezbahaya dönmüş. İnsan vicdan azâbı çekiyor. Keşke elimden gelseydi, bu zorbaların hepsini temizleseydim. Ne çâre ki, gücümüz bir tânesine bile yetmez. Ah, ah! Bu dünyâda adâlet diye bir şey yok!

-: Ağam, ne yapacaksın! Kötüler Allah’dan bulsunlar. Bizden ırak olsunlar.

-: Yok! Bu azâba dayanılmaz. Keşke yanımızda bir miktar içki olsaydı. Şu üzücü ve karanlık hâli hissetmezdik, hiç olmazsa…

-: Aman ağam, rahmetli babanızın rûhu muazzeb olur. Sarhoş olmakla, durumu değiştirmek mümkün mü?

Korku ve endîşe içinde geçen bir yolculuktan sonra, bir kervansarayın avlusunda birinci tüccar ile karşılaşıyorlar.

-: Selâmunaleyküm, Hasan Ağa! Nasılsın? Nerden gelip, nereye gidiyorsun? Ticarete mi?

-: Aleykümselâm! Sağol be İbrâhim Ağam. Memleketten geçen hafta yola çıktım; ticâret için Pây-i tahta gidiyorum. Senin gittiğini duymuştum. Hazırlığım tamam olsaydı sana yoldaş olurdum. Parayı biraz geç tedârik ettim. Ondan geciktim. Sen, mâşaallah, malını almış dönüyorsun. Nasıl fiatlar uygun mu?

-: İyi, iyi; çok şükür. Allah millete, devlete zevâl vermesin. Yaramaz bir durum yok.

-: Nasıl yok, İbrahim Ağam? Yollarda öyle belâlı, öyle elîm haller gördüm ki, yürekler dayanmaz!

-: Allah, Allah! Hangi yoldan geldiniz? Nasıl bir şeyle karşılaştınız?

-: Irmak boyunu tâkip ederek, her zamanki yolumuzdan geldik. Amma, her yerde âciz bîçâreler, zorba müdhiş adamların ellerinden ve tahribatlarından vâveylâ ediyorlardı. Geçtiğim yerlerde hep böyle hazîn, elîm haller karşıma çıktı. Bütün memleket, bir mâtemhâne-i umûmî şeklini almıştı. Herkes düşman ve ecnebî gibi idi. Müthiş cenâzeler ve me’yûsâne ağlayan yetimler gördüm. Yâhû, bu memleket, bu millet ne kadar bozulmuş? Sanki pâdişâhımız gitmiş, yerine zâlim, merhametsiz, milletini düşünmeyen, güçsüz, işini bilmez biri gelmiş! Memleketin bu kadar berbat olduğunu fark etmemiştim. Vicdanım azâb içinde kaldı. Ne yapacağımı şaşırdım. Hiç sorma…

-: Yâhû, sen dîvâne olmuşsun. Güzel bakmayı bilmediğinden, çevreni de çirkin görmüşsün. Ben de bir hafta önce aynı yollardan geçtim. Hiç de dediğin gibi bir manzara ile karşılaşmadım. Sen gülenleri ağlıyor sanmışsın. Askerden terhîs olanların atlarını, silahlarını, mîrî mallarını komutanlarına teslim etmelerini soymak ve talân etmekle karıştırmışsın. Ne zulmü, ne tahrîbâtı? Pâdişâhımız ve idârecilerimiz çok âdildir, merhametlidir. Halkın hak ve hukûkunu son derece gözetirler. Bütün yurdun en ücrâ köşesinde bile kànun hâkimiyeti vardır. İşler intizâm içinde sürüyor. Pâdişâhın gücü ve şefkati en küçük râiyete ulaşacak derecededir. Üstelik, hiç de kuruntun gibi değil: memleketin her yeri güllük, gülistanlık. Medeniyetin bütün ni’metleri vatandaşlarımızın ayağına serilmiş. Bu yerlerde kurdu-kuşu huzûr içinde yaşıyor; değil insanlar… Aklını başına al, kalbini temizle!

-: Allah, Allah! Ben de, bu pâdişâhımıza ne olmuş, bu memleket ve ahâlî sâhipsiz mi kalmış, diyordum. Demek hatâ bende… Vehimlerim beni aldatmış olmalı. Allah senden râzı olsun ki, cehennemî bir hâletten beni kurtardın.

-: Hah şöyle! Hak için bakmayı, hakkı görmeyi, hak için endîşe etmeyi bilen güzel ahlâk sâhibi insanlar her şeyi güzel görür. O bakışla âlemde her şey güzel olur. Bunu unutma!

-: Sağol, sağol; Allah râzı olsun!

VIII

Zaman ve mekân değişimi. II. Sahne. Hz. Üstâd:

-: Ey nefsim! Bil ki, evvelki adam, kâfirdir veyâ fâsık gàfildir. Şu dünyâ, onun nazarında bir mâtemhâne-i umûmiyedir. (Cenâze namazı. Musallâ taşı. Mezarlık.) Bütün zîhayât, firak ve zevâl sillesiyle ağlayan yetimlerdir. ( Solan çiçekler, dökülen yapraklar, ölü hayvanlar.)Hayvan ve insan ise, ecel pençesiyle parçalanan kimsesiz başıbozuklardır. (Fırtına, gökgürültüsü, şimşek, dumanlı dağlar, fırtınalı denizler) Dağlar ve denizler gibi büyük mevcûdât, ruhsuz, müdhîş cenâzeler hükmündedir. Daha bunun gibi çok elîm, ezici, dehşetli evhâm, küfründen ve dalâletinden neş’et edip onu mânen ta’zîb eder.

Diğer adam ise, mü’mindir. Cenâb-ı Hâlik’ı tanır, tasdîk eder. Onun nazarında şu dünyâ: bir zikirhâne-i Rahmân, bir tâlimgâh-ı beşer ve hayvan ve bir meydân-ı imtihân-ı ins ü cândır. (İbâdet eden insanlar. Yazan, okuyan, çalışan kişiler. Yavru hayvanlar. Büyümüş halleri. Koza, tırtıl, kelebek. Çiçeklere konan arılar, ballı petek. Köprüler, çeşmeler, saraylar, câmiler, san’atlı binâlar.) Bütün vefiyât-ı hayvâniye ve insâniye ise, terhîsattır. (Kurban edilen koyun. Yılanın yuttuğu kurbağa. Kartalın yakaladığı tavşan. Defnedilen insan. Mezarlıkta teşyi edenler.) Vazîfe-i hayâtını bitirenler bu dâr-ı fânîden, mânen mesrûrâne, dağdağasız diğer bir âleme giderler. (Renk armonisi, huzûrlu manzaralar: sessiz akan berrak sular, çiçekli çayırlar, gölgeli ağaçlar, mehtab, sâkin deniz, ney sesi.) Tâ, yeni vazîfedârlara yer açılsın, gelip çalışsınlar. Bütün tevellüdât-ı hayvâniye ve insâniye ise, ahz-ı askere, silâh altına, vazîfe başına gelmektir. (Yeni doğan bebek, kuzu, kuş ve sâir hayvanlar. Asker uğurlama töreni. Askerî tâlim.) Bütün zîhayât, birer muvazzaf, mesrûr asker, birer müstakîm, memnûn me’murlardır. Bütün sadâlar ise, ya vazîfe başlamasındaki zikir ve tesbîh ve paydostan gelen şükür ve tefrîh veya işlemek neş’esinden neş’et eden nağamâttır. Bütün mevcûdat, o mü’minin nazarında, Seyyid-i Kerîm’inin ve Mâlik-i Rahîm’inin birer mûnis hizmetkârı, birer dost me’mûru, birer şirîn kitâbıdır. (Su şırıltıları. Dalga sesleri. Dalların hışırtıları. Kuşların ve hayvanların sesleri. Ezan ve salâ. Esmâ-i Hüsnâ. Atom, molekül, yeryüzü, ay, güneş, galaksiler. Fil, deve, ata binmiş insanlar. Hayvanlarla oynayan çocuklar. Hayvanlara iş gördüren kişiler. Süt sağanlar. Bal devşirenler. Meyve toplayanlar. Ekin biçenler. Koşan ve gezen insanlar, çocuklar.)

Daha bunun gibi pek çok latîf, ulvî ve lezîz, tatlı hakîkatler îmânından tecellî eder, tezâhür eder.

Demek îmân, bir mânevî tûbâ-i cennet çekirdeğini taşıyor. (Kırlar, ağaçlar, çiçekler, kelebekler, böcekler, kuşlar, çeşitli hayvanlar, insanlar, deniz, dağ, yeryüzü, Kâbe etrafında dönen insanlar, gök, ay, güneş, yıldızlar, galaksilerin hareketleri ve göz kamaştırıcı şiddetli bir ışık kaynağı. Yavaş yavaş yayılan, huzur veren bir renk armonisi ve müzik.) Küfür ise mânevî bir zakkùm-i cehennem tohumunu saklıyor. (Fokurdayan volkanlar, yakıcı lavlar, fışkıran gazlar, korkutan manzaralar.) Demek selâmet ve emniyet, yalnız İslâmiyette ve îmândadır. Öyle ise, biz dâimâ: “Elhamdu lillâhi alâ dîni’l-İslâm ve kemâli’l-îmân.” demeliyiz. (İbâdet eden insanlar. Duâ hâlinde insanlar. Kâbe etrafında dönen mahşerî kalabalık.)

Son

10 Mart 2010, Ekrem Kılıç

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
3 Yorum