Risale-i Nur’a itiraz yerine niye hakaret ediyorlar?

Risale-i Nur’a itiraz yerine niye hakaret ediyorlar?

İsmet Özel ve benzeri edebiyat ve İslâmî İlimler fakiri insanlar, Risâle-i Nur Külliyatına itiraz değil ancak hakaret ediyorlar, çünkü...

Risale Haber-Haber Merkezi

Risale-i Nur’un diline ve okuyucularına dair hakarete varan ifadeler kullanan Şair İsmet Özel’e bir cevap da Prof. Dr. Ahmet Akgündüz’den geldi.

“İsmet Özel ve benzeri edebiyat ve İslâmî İlimler fakiri insanlar, Risâle-i Nur Külliyatına itiraz değil ancak hakaret ediyorlar” diyen Akgündüz, “Bediüzzaman’ın bir İslâmî İlimler allâmesi ve Osmanlı dâhisi olduğunu unutanlar, onun eserlerini, II. Meşrûtiyet’ten sonra yayılan ve Cumhuriyet döneminde kökleşen noktalama işaretleriyle vurmaya çalışıyorlar. Eğer Ahmed Cevdet Paşa’nın Belâğat-ı Osmaniye ve benzeri eserlerini yahut Elmalı’nın tefsirini mütâla’a edebilseydiler, ideolojik tenkitlerde boğulduklarını görecektiler” şeklinde yazdı.

Akademik uzun bir cevap veren Akgündüz, “Cevap vermek için değil, arkalarındaki meraklı dostlara meseleyi açıklamak için kaleme aldık” dedi.

1-RİSÂLE-İ NUR KÜLLİYÂTINA YAZIM KURALLARI AÇISINDAN YAPILAN İTİRAZLARIN SEBEPLERİ

Risâle-i Nur Külliyâtına yazım kuralları ve Türkçe Dilbilgisi kaideleri açısından yapılan bazı itirazlar bulunmaktadır. Evvela bunların bazı sebeplerini zikredelim:

Birinci Sebep: Risâle-i Nur Külliyâtına yapılan itirazların birinci sebebi cehalettir. Âlet ilimleri dediğimiz ve buraya kadar özetini verdiğimiz ilimleri bilmeyenler ve en önemlisi de Osmanlıca’daki usûl-i tahririn düsturlarından haberdar olmayanlar, bir de Öz Türkçe denilen uydurukçayı esas alarak, Risâle-i Nur Külliyâtına farklı itirazlar yöneltmektedirler. Önemle ifade edelim ki, Risale-i Nur, asrımızın tebliğ hareketidir, müellifi vazifelidir. İlhamla Kur’ân’dan damlayan imanî hakikatlerdir. Fakat “ben bilirim” diyenler, tenkit için okuyanlar, müşteri olmayanlar ona ulaşamazlar!  Ona ulaşmanın bir bedeli, bir ücreti vardır. Bu ücret ihtiyacını tam hissetmek, ona müşteri olmak ve onu kendi nefsinin ıslâhı için okumaktır. Bu kısma, yapacağımız izahlarla gereken cevabı vereceğiz.

İkinci Sebep: Risâle-i Nur Külliyâtı Osmanlıca kaleme alınmıştır ve 1956 yılından itibaren resmen ve açıktan Latin harfleriyle neşredilmeye başlanmıştır. İşte bu noktada, bazan kelimelerin yanlış okunması; bazan uzun cümlelerin kesilerek ve hatta paragraf halinde bölünerek neşredilmesi ve benzer hatalar oluşmuştur. Bu önemli bir tenkit sebebidir. Mutlaka heyetler oluşturularak tashih edilmelidir. Bu hatalar Bediüzzaman’a ait değildir. Ya imla hatasdırı veya Latince neşredenlerin hataları olabilir. Bu arada Arapça ve Farsça ibarelerdeki bazı yazım hataları, son baskılarda düzeltilmiş bulunmaktadır. Buna iki misâl verelim:

Kelime hatalarına misal:

Rus polisine Bediüzzaman’ın verdiği cevap: “Asya'da âlem-i İslâm'da üç nur birbiri arkasında inkişafa başlıyor. Sizde birbiri üstünde üç zulmet inkişafa başlayacaktır. Şu perde-i müstebidane yırtılacak, takallüs edecek, ben de gelip burada medresemi yapacağım.” [1] Burada doğru olan “üç zulmet inkışa’a başlayacaktır” şeklinde olmasıdır.

“Arkadaş! Tevhidi isbat ve nev'-i beşeri irşad eden o nuranî bürhan; biri sağında, diğeri solunda, biri mütevatir, diğeri mecma-i aleyh bulunan nübüvvet ve velayetle mücehhezdir.”[2]

Burada “mecma-i aleyh” şeklinde yazılan kelime mücme’un aleyh şeklindedir.

Aynı şekilde “Bir hak bilkuvve kalmış, yahut kuvvetsiz kalmış, ya mahluttur, hem mahşuş” cümlesindeki mahşuş kelimesinin aslında mağşuş olması[3] ve “Öyle şerait oluyor, tahtında az bir hareke sahibini çıkarıyor tâ a'lâ-yı illiyyîn...” [4] cümlesindeki hareke kelimesinin hareket olması gerektiği gibi.

Tertip hatalarına misal:

“Üslûbundaki bedaat-ı hârikadır. Evet Kur'anın üslûbları hem garibdir, hem bedî'dir, hem acibdir, hem mukni'dir. Hiçbir şeyi, hiçbir kimseyi, taklid etmemiş. Hiç kimse de onu taklid edemiyor. Nasıl gelmiş, öyle o üslûblar taravetini, gençliğini, garabetini daima muhafaza etmiş ve ediyor. Şimdi, esalib-i Kur'aniyeye sure itibariyle, maksad itibariyle, âyât ve kelâm ve kelime itibariyle birer işaret edeceğiz. Meselâ:

Sure-i عَمَّ ye dikkat edilse öyle bir üslûb-u bedî' ile âhireti, haşri, Cennet ve Cehennem'in ahvalini öyle bir tarzda gösteriyor ki; şu dünyadaki ef'al-i İlahiyeyi, âsâr-ı Rabbaniyeyi o ahval-i uhreviyeye birer birer bakar isbat eder gibi kalbi ikna' eder. Şu suredeki üslûbun izahı uzun olduğundan yalnız bir-iki noktasına işaret ederiz. Şöyle ki:

Şu surenin başında Kıyamet gününü isbat için der: "Size zemini güzel serilmiş bir beşik; dağları hanenize ve hayatınıza defineli direk, hazineli kazık; sizi birbirini sever, ünsiyet eder çift; geceyi hâb-ı rahatınıza örtü; gündüzü meydan-ı maişet; Güneş'i ışık verici, ısındırıcı bir lâmba; bulutları âb-ı hayat çeşmesi gibi ondan suyu akıttım. Basit bir sudan bütün erzakınızı taşıyan bütün çiçekli, meyveli muhtelif eşyayı kolay ve az bir zamanda icad ederiz. Öyle ise, yevm-i fasl olan kıyamet sizi bekliyor. O günü getirmek bize ağır gelemez." İşte bundan sonra kıyamette dağların dağılması, semavatın parçalanması, Cehennem'in hazırlanması ve Cennet ehline bağ ve bostan vermesini gizli bir surette isbatlarına işaret eder. Manen der: "Madem gözünüz önünde dağ ve zeminde şu işleri yapar. Âhirette dahi bunlara benzer işleri yapar." Demek surenin başındaki "dağ", kıyametteki dağların haline bakar ve bağ ise, âhirde ve âhiretteki hadikaya ve bağa bakar. İşte sair noktaları buna kıyas et, ne kadar güzel ve âlî bir üslûbu var, gör. Meselâ: قُلِ اللّٰهُمَّ مَالِكَ الْمُلْكِ تُؤْتِى الْمُلْكَ مَنْ تَشَاءُ وَتَنْزِعُ الْمُلْكَ مِمَّنْ تَشَاءُ ilâ âhir... Öyle bir üslûb-u âlîde benî-beşerdeki şuunat-ı İlahiyeyi ve gece ve gündüzün deveranındaki tecelliyat-ı İlahiyeyi ve senenin mevsimlerinde olan tasarrufat-ı Rabbaniyeyi ve yeryüzünde hayat-memat, haşir ve neşr-i dünyeviyedeki icraat-ı Rabbaniyeyi öyle bir ulvî üslûb ile beyan eder ki, ehl-i dikkatin akıllarını teshir eder. Parlak ve ulvî geniş üslûbu, az dikkat ile göründüğü için şimdilik o hazineyi açmayacağız. Meselâ: اِذَا السَّمَاءُ انْشَقَّتْ ٭ وَاَذِنَتْ لِرَبِّهَا وَحُقَّتْ ٭ وَاِذَا اْلاَرْضُ مُدَّتْ ٭ وَاَلْقَتْ مَا فِيهَا وَ تَخَلَّتْ ٭ وَاَذِنَتْ لِرَبِّهَا وَحُقَّتْ ٭ Gök ve zeminin Cenab-ı Hakk'ın emrine karşı derece-i inkıyad ve itaatlerini şöyle âlî bir üslûb ile beyan eder ki: Nasıl bir kumandan-ı a'zam, mücahede ve manevra ve ahz-ı asker şubeleri gibi mücahedeye lâzım işler için iki daireyi teşkil edip açmış. O mücahede, o muamele işi bittikten sonra o iki daireyi başka işlerde kullanmak ve tebdil ederek istimal etmek için o kumandan-ı a'zam o iki daireye müteveccih olur. O daireler, herbirisi hademeleri lisanıyla veya nutka gelip kendi lisanıyla der ki: "Ey kumandanım! Bir parça mühlet ver ki, eski işlerin ufak tefeklerini, pırtı-mırtılarını temizleyip dışarı atayım, sonra teşrif ediniz. İşte atıp senin emrine hazır duruyoruz. Buyurun ne yaparsanız yapınız. Senin emrine münkadız. Senin yaptığın işler bütün hak, güzel, maslahattır." Öyle de: Semavat ve Arz, böyle iki daire-i teklif ve tecrübe ve imtihan için açılmıştır. Müddet bittikten sonra Semavat ve Arz, daire-i teklife ait eşyayı emr-i İlahiyle bertaraf eder. Derler: "Ya Rabbena! Buyurun, ne için bizi istihdam edersen et. Hakkımız sana itaattir. Her yaptığın şey de haktır." İşte, cümlelerindeki üslûbun haşmetine bak, dikkat et. Hem meselâ: يَا اَرْضُ ابْلَعِى مَاءَ كِ وَيَا سَمَاءُ اَقْلِعِى وَغِيضَ الْمَاءُ وَقُضِىَ اْلاَمْرُ وَاسْتَوَتْ عَلَى الْجُودِىِّ وَقِيلَ بُعْدًا لِلْقَوْمِ الظَّالِمِينَ İşte şu âyetin bahr-i belâgatından bir katreye işaret için bir üslûbunu bir temsil âyinesinde göstereceğiz. Nasıl bir harb-i umumîde bir kumandan, zaferden sonra ateş eden bir ordusuna "Ateş kes!" ve hücum eden diğer bir ordusuna "Dur!" der, emreder. O anda ateş kesilir, hücum durur. "İş bitti, istilâ ettik. Bayrağımız düşmanın merkezlerinde yüksek kalelerinin başında dikildi. Esfel-üs safilîne giden o edebsiz zalimler cezalarını buldular." der.

Aynen öyle de: Padişah-ı Bîmisal, kavm-i Nuh'un mahvı için Semavat ve Arz'a emir vermiş. Vazifelerini yaptıktan sonra ferman ediyor: Ey Arz! Suyunu yut. Ey sema! Dur, işin bitti. Su çekildi. Dağın başında memur-u İlahînin çadır vazifesini gören gemisi kuruldu. Zalimler cezalarını buldular. İşte şu üslûbun ulviyetine bak. "Zemin ve gök iki muti' asker gibi emir dinler, itaat ederler" diyor. İşte şu üslûb işaret eder ki, insanın isyanından kâinat kızıyor. Semavat ve Arz hiddete geliyorlar. Ve şu işaretle der ki: "Yer ve gök iki muti' asker gibi emirlerine bakan bir zâta isyan edilmez, edilmemeli." Dehşetli bir zecri ifade eder. İşte tufan gibi bir hâdise-i umumiyeyi bütün netaiciyle, hakaikıyla birkaç cümlede îcazlı, i'cazlı, cemalli, icmalli bir tarzda beyan eder. Şu denizin sair katrelerini şu katreye kıyas et.

Şimdi kelimelerin penceresiyle gösterdiği üslûba bak. Meselâ: وَالْقَمَرَ قَدَّرْنَاهُ مَنَازِلَ حَتَّى عَادَ كَالْعُرْجُونِ الْقَدِيمِ deki كَالْعُرْجُونِ الْقَدِيمِ kelimesine bak, ne kadar latif bir üslûbu gösteriyor. Şöyle ki: Kamer'in bir menzili var ki, Süreyya yıldızlarının dairesidir. Kameri, hilâl vaktinde hurmanın eskimiş beyaz bir dalına teşbih eder. Şu teşbih ile semanın yeşil perdesi arkasında güya bir ağaç bulunuyor ki beyaz, sivri, nurani bir dalı, perdeyi yırtıp başını çıkarıp, Süreyya o dalın bir salkımı gibi ve sair yıldızlar o gizli hilkat ağacının birer münevver meyvesi olarak işitenin hayalî olan gözüne göstermekle; medar-ı maişetlerinin en mühimmi hurma ağacı olan sahra-nişinlerin nazarında ne kadar münasib, güzel, latif, ulvî bir üslûb-u ifade olduğunu zevkin varsa anlarsın.

Meselâ: Ondokuzuncu Söz'ün âhirinde isbat edildiği gibi, وَ الشَّمْسُ تَجْرِى لِمُسْتَقَرٍّ لَهَا deki تَجْرِى kelimesi şöyle bir üslûb-u âlîye pencere açar. Şöyle ki: تَجْرِى lafzıyla yani: "Güneş döner" tabiriyle kış ve yaz, gece ve gündüzün deveranındaki muntazam tasarrufat-ı kudret-i İlahiyeyi ihtar ile Sâni'in azametini ifham eder. Ve o mevsimlerin sahifelerinde kalem-i kudretin yazdığı mektubat-ı Samedaniyeye nazarı çevirir, Hâlık-ı Zülcelal'in hikmetini i'lam eder.

وَ جَعَلَ الشَّمْسَ سِرَاجًا Yani, lâmba tabiriyle şöyle bir üslûba pencere açar ki: Şu âlem bir saray ve içinde olan eşya ise insana ve zîhayata ihzar edilmiş müzeyyenat ve mat'umat ve levazımat olduğunu ve Güneş dahi müsahhar bir mumdar olduğunu ihtar ile, Sâni'in haşmetini ve Hâlıkın ihsanını ifham ederek tevhide bir delil gösterir ki; müşriklerin en mühim, en parlak mabud zannettikleri Güneş, müsahhar bir lâmba, camid bir mahluktur. Demek "sirac" tabirinde Hâlık'ın azamet-i rububiyetindeki rahmetini ihtar eder. Rahmetin vüs'atindeki ihsanını ifham eder. Ve o ifhamda saltanatının haşmetindeki keremini ihsas eder. Ve bu ihsasta vahdaniyeti i'lam eder ve manen der: "Camid bir sirac-ı müsahhar, hiçbir cihette ibadete lâyık olamaz."

Hem cereyan-ı تَجْرِى tabirinde gece gündüzün, kış ve yazın dönmelerindeki tasarrufat-ı muntazama-i acibeyi ihtar eder ve o ihtarda, rububiyetinde münferid bir Sâni'in azamet-i kudretini ifham eder. Demek Şems ve Kamer noktalarından beşerin zihnini gece ve gündüz, kış ve yaz sahifelerine çevirir ve o sahifelerde yazılan hâdisatın satırlarına nazar-ı dikkati celbeder. Evet Kur'an Güneş'ten Güneş için bahsetmiyor. Belki onu ışıklandıran zât için bahsediyor. Hem Güneş'in insana lüzumsuz olan mahiyetinden bahsetmiyor. Belki Güneş'in vazifesinden bahsediyor ki, san'at-ı Rabbaniyenin intizamına bir zenberek ve hilkat-i Rabbaniyenin nizamına bir merkez, hem Nakkaş-ı Ezelî'nin gece gündüz ipleriyle dokuduğu eşyadaki san'at-ı Rabbaniyenin insicamına bir mekik vazifesini yapıyor. Daha sair kelimat-ı Kur'aniyeyi bunlara kıyas edebilirsin. Âdeta basit, me'luf birer kelime iken, latif manaların definelerine birer anahtar vazifesini görüyor.

İşte ekseriyetle üslûb-u Kur'anın geçen tarzlarda ulvî ve parlak olduğundandır ki; bazan bir bedevi arab birtek kelâma meftun olur, Müslüman olmadan secdeye giderdi. Bir bedevi فَاصْدَعْ بِمَا تُؤْمَرُ kelâmını işittiği anda secdeye gitti. Ona dediler: "Müslüman mı oldun?" "Yok" dedi, "Ben şu kelâmın belâgatına secde ediyorum." [5]

Bediüzzaman Hazretleri “Şimdi, esalib-i Kur'aniyeye sure itibariyle, maksad itibariyle, âyât ve kelâm ve kelime itibariyle birer işaret edeceğiz.” Cümlesiyle leff ü neşr-i müretteb sanatını kullanarak sırasıyla sure, maksad, âyetler, kelâm ve kelime itibariyle misaller vereceğini açıklamış. Ancak neşirlerin çoğunda bu paragraflar birbirine karıştırılmıştır. Yukarıdaki metnin doğru olan tertibi şöyledir:

“Üslûbundaki bedaat-ı hârikadır. Evet Kur'anın üslûbları hem garibdir, hem bedî'dir, hem acibdir, hem mukni'dir. Hiçbir şeyi, hiçbir kimseyi, taklid etmemiş. Hiç kimse de onu taklid edemiyor. Nasıl gelmiş, öyle o üslûblar taravetini, gençliğini, garabetini daima muhafaza etmiş ve ediyor.

“Şimdi, esalib-i Kur'aniyeye sure itibariyle, maksad itibariyle, âyât ve kelâm ve kelime itibariyle birer işaret edeceğiz. Meselâ:

(Sûreye misal) Sure-i عَمَّ ye dikkat edilse öyle bir üslûb-u bedî' ile âhireti, haşri, Cennet ve Cehennem'in ahvalini öyle bir tarzda gösteriyor ki; şu dünyadaki ef'al-i İlahiyeyi, âsâr-ı Rabbaniyeyi o ahval-i uhreviyeye birer birer bakar isbat eder gibi kalbi ikna' eder. Şu suredeki üslûbun izahı uzun olduğundan yalnız bir-iki noktasına işaret ederiz. Şöyle ki:

Şu surenin başında Kıyamet gününü isbat için der: "Size zemini güzel serilmiş bir beşik; dağları hanenize ve hayatınıza defineli direk, hazineli kazık; sizi birbirini sever, ünsiyet eder çift; geceyi hâb-ı rahatınıza örtü; gündüzü meydan-ı maişet; Güneş'i ışık verici, ısındırıcı bir lâmba; bulutları âb-ı hayat çeşmesi gibi ondan suyu akıttım. Basit bir sudan bütün erzakınızı taşıyan bütün çiçekli, meyveli muhtelif eşyayı kolay ve az bir zamanda icad ederiz. Öyle ise, yevm-i fasl olan kıyamet sizi bekliyor. O günü getirmek bize ağır gelemez." İşte bundan sonra kıyamette dağların dağılması, semavatın parçalanması, Cehennem'in hazırlanması ve Cennet ehline bağ ve bostan vermesini gizli bir surette isbatlarına işaret eder. Manen der: "Madem gözünüz önünde dağ ve zeminde şu işleri yapar. Âhirette dahi bunlara benzer işleri yapar." Demek surenin başındaki "dağ", kıyametteki dağların haline bakar ve bağ ise, âhirde ve âhiretteki hadikaya ve bağa bakar. İşte sair noktaları buna kıyas et, ne kadar güzel ve âlî bir üslûbu var, gör.

(Maksada misal) Meselâ: قُلِ اللّٰهُمَّ مَالِكَ الْمُلْكِ تُؤْتِى الْمُلْكَ مَنْ تَشَاءُ وَتَنْزِعُ الْمُلْكَ مِمَّنْ تَشَاءُ ilâ âhir... Öyle bir üslûb-u âlîde benî-beşerdeki şuunat-ı İlahiyeyi ve gece ve gündüzün deveranındaki tecelliyat-ı İlahiyeyi ve senenin mevsimlerinde olan tasarrufat-ı Rabbaniyeyi ve yeryüzünde hayat-memat, haşir ve neşr-i dünyeviyedeki icraat-ı Rabbaniyeyi öyle bir ulvî üslûb ile beyan eder ki, ehl-i dikkatin akıllarını teshir eder. Parlak ve ulvî geniş üslûbu, az dikkat ile göründüğü için şimdilik o hazineyi açmayacağız.

(Âyetlere misal) Meselâ: اِذَا السَّمَاءُ انْشَقَّتْ ٭ وَاَذِنَتْ لِرَبِّهَا وَحُقَّتْ ٭ وَاِذَا اْلاَرْضُ مُدَّتْ ٭ وَاَلْقَتْ مَا فِيهَا وَ تَخَلَّتْ ٭ وَاَذِنَتْ لِرَبِّهَا وَحُقَّتْ ٭ Gök ve zeminin Cenab-ı Hakk'ın emrine karşı derece-i inkıyad ve itaatlerini şöyle âlî bir üslûb ile beyan eder ki: Nasıl bir kumandan-ı a'zam, mücahede ve manevra ve ahz-ı asker şubeleri gibi mücahedeye lâzım işler için iki daireyi teşkil edip açmış. O mücahede, o muamele işi bittikten sonra o iki daireyi başka işlerde kullanmak ve tebdil ederek istimal etmek için o kumandan-ı a'zam o iki daireye müteveccih olur. O daireler, herbirisi hademeleri lisanıyla veya nutka gelip kendi lisanıyla der ki: "Ey kumandanım! Bir parça mühlet ver ki, eski işlerin ufak tefeklerini, pırtı-mırtılarını temizleyip dışarı atayım, sonra teşrif ediniz. İşte atıp senin emrine hazır duruyoruz. Buyurun ne yaparsanız yapınız. Senin emrine münkadız. Senin yaptığın işler bütün hak, güzel, maslahattır." Öyle de: Semavat ve Arz, böyle iki daire-i teklif ve tecrübe ve imtihan için açılmıştır. Müddet bittikten sonra Semavat ve Arz, daire-i teklife ait eşyayı emr-i İlahiyle bertaraf eder. Derler: "Ya Rabbena! Buyurun, ne için bizi istihdam edersen et. Hakkımız sana itaattir. Her yaptığın şey de haktır." İşte, cümlelerindeki üslûbun haşmetine bak, dikkat et.

(Kelâma misal) Hem meselâ: يَا اَرْضُ ابْلَعِى مَاءَ كِ وَيَا سَمَاءُ اَقْلِعِى وَغِيضَ الْمَاءُ وَقُضِىَ اْلاَمْرُ وَاسْتَوَتْ عَلَى الْجُودِىِّ وَقِيلَ بُعْدًا لِلْقَوْمِ الظَّالِمِينَ İşte şu âyetin bahr-i belâgatından bir katreye işaret için bir üslûbunu bir temsil âyinesinde göstereceğiz. Nasıl bir harb-i umumîde bir kumandan, zaferden sonra ateş eden bir ordusuna "Ateş kes!" ve hücum eden diğer bir ordusuna "Dur!" der, emreder. O anda ateş kesilir, hücum durur. "İş bitti, istilâ ettik. Bayrağımız düşmanın merkezlerinde yüksek kalelerinin başında dikildi. Esfel-üs safilîne giden o edebsiz zalimler cezalarını buldular." der.

Aynen öyle de: Padişah-ı Bîmisal, kavm-i Nuh'un mahvı için Semavat ve Arz'a emir vermiş. Vazifelerini yaptıktan sonra ferman ediyor: Ey Arz! Suyunu yut. Ey sema! Dur, işin bitti. Su çekildi. Dağın başında memur-u İlahînin çadır vazifesini gören gemisi kuruldu. Zalimler cezalarını buldular. İşte şu üslûbun ulviyetine bak. "Zemin ve gök iki muti' asker gibi emir dinler, itaat ederler" diyor. İşte şu üslûb işaret eder ki, insanın isyanından kâinat kızıyor. Semavat ve Arz hiddete geliyorlar. Ve şu işaretle der ki: "Yer ve gök iki muti' asker gibi emirlerine bakan bir zâta isyan edilmez, edilmemeli." Dehşetli bir zecri ifade eder. İşte tufan gibi bir hâdise-i umumiyeyi bütün netaiciyle, hakaikıyla birkaç cümlede îcazlı, i'cazlı, cemalli, icmalli bir tarzda beyan eder. Şu denizin sair katrelerini şu katreye kıyas et.

(Kelimelere misal) Şimdi kelimelerin penceresiyle gösterdiği üslûba bak. Meselâ: وَالْقَمَرَ قَدَّرْنَاهُ مَنَازِلَ حَتَّى عَادَ كَالْعُرْجُونِ الْقَدِيمِ deki كَالْعُرْجُونِ الْقَدِيمِ kelimesine bak, ne kadar latif bir üslûbu gösteriyor. Şöyle ki: Kamer'in bir menzili var ki, Süreyya yıldızlarının dairesidir. Kameri, hilâl vaktinde hurmanın eskimiş beyaz bir dalına teşbih eder. Şu teşbih ile semanın yeşil perdesi arkasında güya bir ağaç bulunuyor ki beyaz, sivri, nurani bir dalı, perdeyi yırtıp başını çıkarıp, Süreyya o dalın bir salkımı gibi ve sair yıldızlar o gizli hilkat ağacının birer münevver meyvesi olarak işitenin hayalî olan gözüne göstermekle; medar-ı maişetlerinin en mühimmi hurma ağacı olan sahra-nişinlerin nazarında ne kadar münasib, güzel, latif, ulvî bir üslûb-u ifade olduğunu zevkin varsa anlarsın.

Meselâ: Ondokuzuncu Söz'ün âhirinde isbat edildiği gibi, وَ الشَّمْسُ تَجْرِى لِمُسْتَقَرٍّ لَهَا deki تَجْرِى kelimesi şöyle bir üslûb-u âlîye pencere açar. Şöyle ki: تَجْرِى lafzıyla yani: "Güneş döner" tabiriyle kış ve yaz, gece ve gündüzün deveranındaki muntazam tasarrufat-ı kudret-i İlahiyeyi ihtar ile Sâni'in azametini ifham eder. Ve o mevsimlerin sahifelerinde kalem-i kudretin yazdığı mektubat-ı Samedaniyeye nazarı çevirir, Hâlık-ı Zülcelal'in hikmetini i'lam eder. وَ جَعَلَ الشَّمْسَ سِرَاجًا Yani, lâmba tabiriyle şöyle bir üslûba pencere açar ki: Şu âlem bir saray ve içinde olan eşya ise insana ve zîhayata ihzar edilmiş müzeyyenat ve mat'umat ve levazımat olduğunu ve Güneş dahi müsahhar bir mumdar olduğunu ihtar ile, Sâni'in haşmetini ve Hâlıkın ihsanını ifham ederek tevhide bir delil gösterir ki; müşriklerin en mühim, en parlak mabud zannettikleri Güneş, müsahhar bir lâmba, camid bir mahluktur. Demek "sirac" tabirinde Hâlık'ın azamet-i rububiyetindeki rahmetini ihtar eder. Rahmetin vüs'atindeki ihsanını ifham eder. Ve o ifhamda saltanatının haşmetindeki keremini ihsas eder. Ve bu ihsasta vahdaniyeti i'lam eder ve manen der: "Camid bir sirac-ı müsahhar, hiçbir cihette ibadete lâyık olamaz."

Hem cereyan-ı تَجْرِى tabirinde gece gündüzün, kış ve yazın dönmelerindeki tasarrufat-ı muntazama-i acibeyi ihtar eder ve o ihtarda, rububiyetinde münferid bir Sâni'in azamet-i kudretini ifham eder. Demek Şems ve Kamer noktalarından beşerin zihnini gece ve gündüz, kış ve yaz sahifelerine çevirir ve o sahifelerde yazılan hâdisatın satırlarına nazar-ı dikkati celbeder. Evet Kur'an Güneş'ten Güneş için bahsetmiyor. Belki onu ışıklandıran zât için bahsediyor. Hem Güneş'in insana lüzumsuz olan mahiyetinden bahsetmiyor. Belki Güneş'in vazifesinden bahsediyor ki, san'at-ı Rabbaniyenin intizamına bir zenberek ve hilkat-i Rabbaniyenin nizamına bir merkez, hem Nakkaş-ı Ezelî'nin gece gündüz ipleriyle dokuduğu eşyadaki san'at-ı Rabbaniyenin insicamına bir mekik vazifesini yapıyor. Daha sair kelimat-ı Kur'aniyeyi bunlara kıyas edebilirsin. Âdeta basit, me'luf birer kelime iken, latif manaların definelerine birer anahtar vazifesini görüyor.

İşte ekseriyetle üslûb-u Kur'anın geçen tarzlarda ulvî ve parlak olduğundandır ki; bazan bir bedevi arab birtek kelâma meftun olur, Müslüman olmadan secdeye giderdi. Bir bedevi فَاصْدَعْ بِمَا تُؤْمَرُ kelâmını işittiği anda secdeye gitti. Ona dediler: "Müslüman mı oldun?" "Yok" dedi, "Ben şu kelâmın belâgatına secde ediyorum." [6]

Bazan cümleler de bölünerek paragraf yapılmıştır. Son zamanlardaki tashih ve tahkikler bu manadaki hataları azaltmaya devam etmektedir.

Üçüncü Sebep: Maalesef yapılan bir kıyâs-ı maal-fârık hatasıdır. Bir kısım tenkitçiler, Risâle-i Nuru Osmanlıca gramerine göre değil de Türkçe ve hatta Uydurukça gramere göre güya tahlil ederek hatalar arama peşindedirler. Özellikle noktalama işaretleri konusu ana tenkit konularıdır. Mesela Osmanlı Gramerinde, son zamanlardaki istisnalar dışında, noktalama işaretlerinden ziyade atıf harfleri esas alınır.

Kelâm, ya nazım yahut nesir olur. Bediüzzaman’ın nazım olarak kaleme aldığı tek eseri Leme’ât adlı eseridir. Bu konuda neler söylediğini ilgili konularda açıklamaya çalıştık. “Eski Said’in Yeni Said’e varan yolculuğu, nihayetinde o satırlar arasında saklı, o cümlelerde gizleniyor, bize göz kırpıyor. Ve orada nakledilen bilgilerden her birisi, Eski Said’in ruhunda işleye işleye, onu elmaslar elmasına çeviriyor, Yeni Said kılıyor. Bu yönüyle yolculuğun adımlarına, ahirzaman müceddidi ile beraber şahit olmak, onunla beraber yürümek adına, eski eserlerinin de gerekli kıymeti alması önemli… Bu noktada Leme’ât da çok önemli. Zira müellif, o eserini, yıllar sonra yine takdir ediyor, Yeni Said’in eserleri arasına koyduruyor, Sözler’in sonunda Leme’ât da yer alıyor.

Bediüzzaman’ın o eseri telif ettiği dönemin biraz öncesi, gazetelerde ve mecmualarda süren ateşli hece vezni/aruz vezni tartışmalarıyla sürüyor. Meşhur Beş Hececiler’in de en gözde oldukları zamanlar. Beş Hececiler, malunumuz, şiirde ölçüye ve özellike hece ölçüsüne çok düşkünler. İçlerinde aruzla da yazanlar olmakla birlikte, geneli hece vezni ve şiirde Türkçeleşme tutkunu… Yine bu dönem, Nazım Hikmet gibi isimlerin de ön plana çıktığı, hatta daha genç bir şairken Alemdar gazetesinin şiir yarışmasında ilk ödülünü aldığı yılı da kapsıyor. İşgalin heyecanı, yükselen milliyetçilik ve diğer akımlar şiir dünyasını da kaynayan bir kazana çeviriyor. Şiire rağbet yükseliyor.

Hal böyle olunca, ister istemez, maziden beri bir kısım şiir erbabını ve sanatkârı “Safiye’yi kafiyeye feda etmekle” itham eden Bediüzzaman’ın, bu tartışmalardan  ne denli uzakta kalabilmiş olabileceğini düşünüyorum. Öyle ya, o sıralar daha Eski Said ve Eski Said, Yeni Said kadar gündemi terk etmiyor. Gündemi hayra yönlendirmeye çalışıyor. Tabii şimdi söyleyeceğim kanaate de bir delil getiremiyorum, ama Bediüzzaman’ın Kur’anî bir üslup takip eden, ondaki ahenge özenen Leme’ât isimli eserinde “Acaba  o zamanın bu vezne düşkün edebiyatına bir gönderme, bir ikaz var mıdır?” diye sormadan da edemiyorum. Çünkü garip bir şekilde Leme’ât Risalesi, içerisinde bu tarz eleştiriler de barındırıyor. Bir örnek vereyim:

“Tek bir ilâcı bulmuş, o da romanlarıymış. Kitap gibi bir hayy-ı meyyit, sinema gibi bir müteharrik emvat. Meyyit hayat veremez.

Hem tiyatro gibi tenasuhvâri, mazi denilen geniş kabrin hortlakları gibi şu üç nevi romanlarıyla hiç de utanmaz.

Beşerin ağzına yalancı bir dil koymuş, hem insanın yüzüne fâsık bir göz tak­mış, dünyaya bir âlüfte fistanını giydirmiş, hüsn-ü mücerred tanımaz.

Güneşi gösterirse, sarı saçlı güzel bir aktrisi kàrie ihtar eder. Zahiren der: ‘Se­fa­het fenadır, insanlara yakışmaz.’

Netice-i muzırrayı gösterir. Halbuki sefahete öyle müşevvikane bir tasviri ya­par ki, ağız suyu akıtır, akıl hâkim kalamaz.”

Burada da görüldüğü gibi Bediüzzaman, o zamanın siyasi tartışmalarına olduğu kadar, sanatsal tartışmalarına da müdahildir. İşte Bediüzzaman’ın bu fikirleri de ancak geçmiş eserleri tetkik edilerek anlaşılabilir, görülebilir. Serbest vezne rağbetin ülkemizde ancak 1941’de Garip akımıyla gerçekleştiği düşünülürse, Bediüzzaman’ın hakikaten kendi döneminde vezne daha çok çocuk olan bir eleştiri yaptığı anlaşılabilir. Ki bu eleştiri, belki daha sonraları, Nur talebelerinin geliştirdiği başka bir edebiyat türüyle meyve verecektir. Müellifin, bu eser için ileride talebelerinin mesnevisi olacağını söylemesi de, hep ilginç bir şekilde, Mevlana’nın Mesnevi’si gibi olacağı düşünülerek anlaşılır. Halbuki mesnevî edebî bir tarzdır. İlk yazılan mesnevi de Mevlana’nınki değildir. Ve ondan sonra da çok yazılmıştır.”[7]

Bediüzzaman’ın diğer eserleri nesir türündendir. İster nesir ve isterse nazım olsun, bir kelamın mu’teber olabilmesi için, buraya kadar özetlediğimiz, on aded âlet ilimlerindeki kaidelere mutabık olması şarttır. Şimdi bunları görelim:

2.KELÂMIN ŞARTLARI

Kelâmın şartları ikiye ayrılır:

2.1 Lafızlara Ait Şartlar

Kelâmın lafza ait şartları, beyân ve bedî ilimlerinde ayrıntılı olarak anlatılmış ve Risâle-i  Nur Külliyâtından misaller verilerek, Nurlarda bunlara tam olarak ri’âyet edildiği ortaya konmuştur.  Bazılarını özetleyelim:

Birinci Şart: Kelâmda çirkin lafızlardan ve laubâli kelimelerden kaçınmaktır ki, Bediüzzaman, Kur’an ve Hadis’in kullanmadığı hiçbir kelimeyi kelamında zikretmemeye gayret göstermiştir.[8] “Üstadımızın dediği gibi, "Fena şeylerle meşguliyet fena tesir eder. Fena iz bırakır." Hususan böyle bir asırda "Bâtılı iyice tasvir etmek, safî zihinleri idlâldir." Evet menfîlikleri öğrenerek mücadele edeceğim gibi saf bir niyetle başlayıp, menfî şeylerle meşgul ola ola dinî bağları ve dinî salabet ve sadakatı eski haline nazaran gevşemiş olanlar olmuştur.” [9]

“Sakın ey ihvan-ı vatan! Sefahetlerle ve dinde lâübaliliklerle tekrar öldürmeyiniz. Ve bütün efkâr-ı fasideye ve ahlâk-ı rezileye ve desais-i şeytaniyeye ve tabasbusata karşı; şerî’at-ı garra üzerine müesses olan kanun-u esasî Azrail hükmüne geçti, onları öldürdü.” [10]

“Eğer medeniyet böyle haysiyet kırıcı tecavüzlere ve nifak verici iftiralara ve insafsızcasına intikam fikirlerine ve şeytancasına mugalatalara ve diyanette lâübalicesine hareketlere müsaid bir zemin ise; herkes şahid olsun ki, o saadet-saray-ı medeniyet tesmiye olunan böyle mahall-i ağraza bedel, vilayat-ı şarkıyenin hürriyet-i mutlakanın meydanı olan yüksek dağlarındaki bedeviyet ve vahşet çadırlarını tercih ediyorum. Zira bu mimsiz medeniyette görmediğim hürriyet-i fikir ve serbestî-i kelâm ve hüsn-ü niyet ve selâmet-i kalb, Şarkî Anadolu'nun dağlarında tam manasıyla hükümfermadır.

Bildiğime göre edibler edebli olurlar. Edebsiz bazı gazeteleri naşir-i ağraz görüyorum. Eğer edeb böyle ise ve efkâr-ı umumiye böyle karmakarışık olsa; şahid olunuz ki, böyle edebiyattan vazgeçtim. Bunda da dâhil değilim. Vatanımın yüksek dağlarında yani Başit başındaki ecram ve elvah-ı âlemi, gazetelere bedel mütalaa edeceğim.” [11]

Ayrıca Bediüzzaman, bir takım kaba ve soğuk tabirlerden dahi kaçınmışmıştır. Hatta tabelerine “Eşeğe eşek demeyin, işlek deyin” diye tavsiye ederdi.

İkinci Şart: Âlimlerin bile lügat kitaplarını araştırarak bulabilecekleri garip kelimeleri kullanmaktan Bediüzzaman hep kaçınmış ve bu problemi özmek için çoğu kere anlaşılması zor bazı kelimelerim eş anlamlılarını zikretmeyi ihmal etmemiştir. Ancak bunu yaparken sadece kelimelerin manalarını vuzuha kavuşturmak değil, farklı nüanslarıyla, meseleyi açıklamak için yapar; kelâmda isrâfa gitmez. [12]

“Onu (insanı) bütün mahlukatının en bedbaht, en bîçare, en musibetzede, en dertmend, en zelil bir derekeye atıp; en mübarek, nuranî ve âlet-i tes'id bir hediye-i hikmeti olan aklı o bîçareye en meş'um ve zulmanî bir âlet-i tazib yapıp, hikmet-i mutlakasına büsbütün zıd ve merhamet-i mutlakasına külliyen münafî bir merhametsizlik etsin.” [13]

“Hâkeza yedi sıfât-ı İlahiyeye şehadet eden bütün delail, bil'ittifak Zât-ı Hayy-u Kayyum'un hayatına delalet, şehadet, işaret ediyorlar.” [14]

Bir diğer önemli nokta da, lügatın farklı telaffuzlarına bakarak farklı farklı zikretmek yerine, hangi dile mensup ise ona göre dorusunu kullanmak önemlidir.

Bilindiği gibi, Arapça’da bâblar vardır. Bu bâblardan bir çeşidi de mezîdün fih bablardır. Üçlü (sülâsî) fillere eklenen her fazla harf, mutlaka bir ziyade mana ve maksad içindir. İşte mezîdün fih masdarları kullanırken bunlara dikkat etmek gerekir. Bediüzzaman bu noktalara azami dikkat eylemiştir.[15] İşte misaller:

Eğer desen: Tercih bilâ müreccih muhaldir. Halbuki, o emr-i itibarî dediğimiz kesb-i insanî; bazan yapmak ve bazan yapmamak; eğer mûcib bir müreccih bulunmazsa tercih bilâ müreccih lâzım gelir. Şu ise, usûl-ü kelâmiyenin en mühim bir esasını hedmeder?

Elcevab: Tereccuh bilâ müreccih muhaldir. {(Haşiye): Tereccuh ayrıdır, tercih ayrıdır, çok fark var.} Yani: Müreccihsiz, sebebsiz rüchaniyet muhaldir. Yoksa, tercih bilâ müreccih caizdir ve vaki'dir. İrade bir sıfattır; onun şe'ni, böyle bir işi görmektir.” [16]

“İncelerini sen kendin istihrac et.” [17]

“Ehadîs-i Şerife râvilerinin bazı kavilleri veyahut istinbat ettikleri manaları, metn-i hadîsten telakki ediliyordu. Halbuki insan hatadan hâlî olmadığı için, hilaf-ı vaki' bazı istinbatları veya kavilleri hadîs zannedilerek za'fına hükmedilmiş.” [18]

“Diğer kısmı âhâdî ise de, ilm-i hadîsin müdakkik imamları tashih ve tahric ettikleri için, kanaat-ı ilmiye verir.” [19]

Üçüncü Şart: Terkiplerde ve uzun cümlelerde, Osmanlıca Gramerine göre atıf harf ve edatları kullanılır. Bu yüzden Nurları tenkid edenler, maalesef, Ahmed Cevdet Paşa’nın Belâğat-ı Osmaniye kitabını okumalıdırlar. Ancak eğer, atıf harfleri ve edtlarının kullanılması, çok fazla vuku bulacaksa, bundan kaçınm ak da yazım kurallarındandır. [20] Bunlara misal verelim:

Bediüzzaman bazan bu harf ve edatları terketmiştir:

“Hayat, şu kâinatın en ehemmiyetli gayesi.. hem en büyük neticesi.. hem en parlak nuru.. hem en latif mayesi.. hem gayet süzülmüş bir hülâsası.. hem en mükemmel meyvesi.. hem en yüksek kemali.. hem en güzel cemali.. hem en güzel zîneti.. hem sırr-ı vahdeti.. hem rabıta-i ittihadı.. hem kemalâtının menşei.. hem san'at ve mahiyetçe en hârika bir zîruhu.. hem en küçük bir mahluku bir kâinat hükmüne getiren mu'cizekâr bir hakikatı.. hem güya kâinatın küçük bir zîhayatta yerleşmesine vesile oluyor gibi; koca kâinatın bir nevi fihristesini o zîhayatta göstermekle beraber, o zîhayatı ekser mevcudatla münasebetdar ve küçük bir kâinat hükmüne getiren en hârika bir mu'cize-i kudrettir.” [21]

Aynı paragrafda atıf harfi olan “ve” kelimesini kullanması da kelâmın güzelliğine halel vermemektedir. Neden virgül yok diyen münekkidler, Osmanlıca usûl-i tahriri bilmeyenlerdir:

“Hem kâinatın mahiyetleri içinde Zât-ı Hayy-u Kayyum'un vücub-u vücuduna ve vahdetine ve ehadiyetine şehadet eden bürhanların en parlağı, en kat'îsi ve en mükemmeli.. hem masnuat-ı İlahiye içinde en hafîsi ve en zahiri, en kıymetdarı ve en ucuzu, en nezihi ve en parlak ve en manidar bir nakş-ı san'at-ı Rabbaniyedir.” [22]

Dördüncü Şart: Kelâmın selâsetine dikkat eilmesidir ki, Risâleler, baştan başa buna misâldir.[23] Bediüzzaman Kur’an’i selâsetinî açıklarken de buna riayet ederek cümlelerini kurmuştur.

“Demek, herbir nevi mevcudatın, hattâ yıldızların da bir ser-zâkiri ve nur-efşan bir bülbülü var. Fakat, bütün bülbüllerin en efdali ve en eşrefi ve en münevveri ve en bahiri ve en azîmi ve en kerimi ve sesçe en yüksek ve vasıfça en parlak ve zikirce en etemm ve şükürce en eamm ve mahiyetçe en ekmel ve suretçe en ecmel, kâinat bostanında, arz ve semavatın bütün mevcudatını latif secaatıyla, leziz nağamatıyla, ulvî tesbihatıyla vecde ve cezbeye getiren, nev'-i beşerin andelib-i zîşanı ve benî-Âdemin bülbül-ü zül-Kur'anı: Muhammed-i Arabî'dir.” [24]

“Meselâ: Makam-ı tergib ve teşvikte hadsiz misallerinden, meselâ Sure-i هَلْ اَتَى عَلَى اْلاِنْسَانِ de beyanatı, {(Haşiye-1): Şu üslûb-u beyan, o surenin mealinin libasını giymiş.} âb-ı kevser gibi hoş, selsebil çeşmesi gibi selasetle akar, cennet meyveleri gibi tatlı, huri libası gibi güzeldir.” [25]

Beşinci Şart: Yazılacak şeyin konusuna göre lafızların rikkat ve cezâletine dikkat edilmesidir ki, bu da metânet-i kelâm ve letâfet-i kelâm ile mümkündür. Bu konuda Ali Ulvi Ağabeyi dinleyelim:

Letfâtet-i Kelâm: Kelâmın ihtivâ ettiği kelimelerde cezâlet yani fesâhat ile akıcılığın bulunması ve kelâmda zorlamaların yer almaması demektir. Metânet deyince ağza tat ve kulağa lezzet vermesi akla gelmelidir. Tehdit ve korkutma gayeli olarak, ağır sözlerin kullanılması, kelâmın letafetine aykırı değildir.[26] İkisine de misâl verelim:

Kur’an’daki bu halin güzellikşlerini şöyle anlatıyor: “Meselâ: Sure-i ق وَ الْقُرْآنِ الْمَجِيدِ de öyle parlak ve güzel ve şirin ve yüksek bir beyanla haşri isbat eder ki, baharın gelmesi gibi kat'î bir surette kanaat verir. İşte bak: Kâfirlerin, çürümüş kemiklerin dirilmesini inkâr ederek "Bu acibdir, olamaz" demelerine cevaben اَفَلَمْ يَنْظُرُوا اِلَى السَّمَاءِ فَوْقَهُمْ كَيْفَ بَنَيْنَاهَا وَ زَيَّنَّاهَا وَمَا لَهَا مِنْ فُرُوجٍ ilh... كَذلِكَ الْخُرُوجُ ya kadar ferman ediyor. Beyanı su gibi akıyor, yıldızlar gibi parlıyor. Kalbe hurma gibi hem lezzet, hem zevk veriyor, hem rızk oluyor.” [27]

Kur’an’daki  bu letâfeti anlatırken aynı kaideye kendisi de riayet eylemektedir: “Meselâ: هَلْ اَتَيكَ حَدِيثُ الْغَاشِيَةِ suresinin başında beyanat-ı Kur'aniye ehl-i dalaletin sımahında kaynayan rasas gibi, dimağında yakan ateş gibi, damağında yanan zakkum gibi, yüzünde saldıran cehennem gibi, midesinde acı, dikenli dari' gibi tesir eder. Evet bir zâtın tehdidini gösteren Cehennem gibi bir azab memuru, öfkesinden ve gayzından parçalanmak vaziyetini alması ve تَكَادُ تَمَيَّزُ مِنَ الْغَيْظِ söylemesi, söyletmesi, o zâtın terhibi ne derece dehşetli olduğunu gösterir.” [28]

Letâfet-i Kelâm: Bu öyle bir keyfiyettir ki, kendisinde kalbi neşelendiren manalar bulunduğu gibi kelimeleri de yumuşak ve hoş olur. Bediüzzaman buna azami derecede riayet etmiştir. [29]

“Hem madem güneş gibi, gündüz gibi, zemin yüzünde bir umumî rahmet ve ihatalı bir şefkat ve kerem gözümüzle görüyoruz. Meselâ o rahmet, her baharda umum ağaçları ve meyveli nebatları Cennet hurileri gibi giydirip, süslendirip, ellerine her çeşit meyveleri verip bizlere uzatıp "Haydi alınız, yeyiniz" dediği gibi; bir zehirli sineğin eliyle bizlere şifalı, tatlı balı yedirdiği ve elsiz bir böceğin eliyle en yumuşak ipeği bizlere giydirdiği gibi, bir avuç kadar küçücük çekirdeklerde, tohumcuklarda binler batman taamları bizim için saklayan ve ihtiyat zahîresi olarak o küçücük depolarda yerleştiren bir rahmet, bir şefkat, elbette hiç şübhe olamaz ki; bu derece nazeninane beslediği bu sevimli ve minnetdarları ve perestişkârları olan mü'min insanları i'dam etmez. Belki onları daha parlak rahmetlere mazhar etmek için, hayat-ı dünyeviye vazifesinden terhis eder diye "Rahîm" ve "Kerim" isimleri sualimize cevab veriyorlar; "El-Cennetü Hakkun" diyorlar.” [30]

Altıncı Şart: Sözlerde umumi bir âhenk bulunmak ve genellikle uzun fıkralarda aynı vezinleri kullanmaktır. [31]

“Kâmillerde, büyüklük mikyasıdır küçüklük. Nâkıslarda, küçüklük mizanıdır büyüklük...” [32]

“Hayvanat içinde beni dahi menşeim olan bir katre sudan yaratan yaratmış, mu'cizane yapmış, kulağımı açıp gözümü takmış, kafama öyle bir dimağ, sineme öyle bir kalb, ağzıma öyle bir dil koymuş ki, o dimağ ve kalb ve dilde rahmetin umum hazinelerinde iddihar edilen bütün rahmanî hediyeleri, atiyyeleri tartacak, bilecek yüzer mizancıkları, ölçücükleri ve esma-i hüsnanın nihayetsiz cilvelerinin definelerini açacak, anlayacak binler âletleri yaratmış, yapmış, yazmış; kokuların, tatların, renklerin adedince tarifeleri o âletlere yardımcı vermiş.” [33]

Yedinci Şart: Nesirlerde seciler zorla irad olunmamalı ve mümkün olduğu kadar tabii olmalıdır. [34]

“Ey nefsim! Deme: "Zaman değişmiş, asır başkalaşmış, herkes dünyaya dalmış, hayata perestiş eder. Derd-i maişetle sarhoştur." Çünki ölüm değişmiyor. Firak, bekaya kalbolup başkalaşmıyor. Acz-i beşerî, fakr-ı insanî değişmiyor, ziyadeleşiyor. Beşer yolculuğu kesilmiyor, sür'at peyda ediyor.” [35]

“Fâniyim, fâni olanı istemem. Âcizim, âciz olanı istemem. Ruhumu Rahman'a teslim eyledim, gayr istemem. İsterim, fakat bir yâr-ı bâki isterim. Zerreyim, fakat bir şems-i sermed isterim. Hiç ender hiçim, fakat bu mevcudatı umumen isterim." [36]

Bilindiği gibi, Osmanlı Devletinde Tanzimat Hareketinden sonra edebî tarz ve üslublar tartışılmaya başlanmıştır. Biz bu konunun ayrıntılarına girmeyeceğiz. Ancak şunu ifade edelim ki, Osmanlı Edebiyatçıları, yukarıdaki şartlara riayet edilerek ortaya konan tarzları ikiye ayırmışlardır. Eski Tarz (Usûl-i Atîk) ve Yeni Tarz (Usûl-i Cedid).

Usûl-i Atîk ikiye ayrılıyor; tarz-ı mevsûl ve tarz-ı mefsûl.

Tarz-ı mevsûl de ikiye ayrılıyor: Birincisine tarz-ı atîk-i âlî ve diğerine de âdî denilmektedir. Tarz-ı Atîk-i Âlî ile kaleme alınan yazılarda kelâmı birbirine bağlayan izâfetler az olmakla birlikte kullanılan lafızlar da akıcıdır ve belâğat ilmine mutabakatı cihetiyle âlimâne yazılan şeylerdir.[37] Gerçekten Kur’an’da bu görülmektedir:

“Kur'an, asırları muhtelif bütün enbiyanın kütüblerini ve meşrebleri muhtelif bütün evliyanın risalelerini ve meslekleri muhtelif bütün asfiyanın eserlerini icmalen tazammun eden ve cihat-ı sittesi parlak ve evham u şübehatın zulümatından musaffa ve nokta-i istinadı, bilyakîn vahy-i semavî ve kelâm-ı ezelî.. ve hedefi ve gayesi, bilmüşahede saadet-i ebediye.. içi, bilbedahe hâlis hidayet.. üstü, bizzarure envâr-ı iman.. altı, biilmelyakîn delil ve bürhan.. sağı, bittecrübe teslim-i kalb ve vicdan.. solu, biaynelyakîn teshir-i akıl ve iz'an... Meyvesi, bihakkalyakîn rahmet-i Rahman ve dâr-ı cinan... Makamı ve revacı, bilhads-is sadık makbul-ü melek ve ins ü cânn bir Kitab-ı Semavî'dir.” [38]

Tarz-ı Atîk-i Âdî denilen ve makbul olmayan kısım Risâle-i Nur Külliyâtında mevcut değildir.

Tarz-ı Mefsûl-ı Atîk ise, sec’ili kelâmlardır.

2.2 Ma’naya Ait Şartlar

Manaya ait olan şartları kısaca özetleyecek ve Risâle-i Nur Külliyâtından misaller getireceğiz:

Birinci Şart: Kelâmın maksadı daima açık tabirlerle beyân edilmeli ve konunun anlaşılmasını zorlaştıracak veya maksadı ihlal edecek ifade tarzlarından akaçınılmalıdır.[39] Buna bir tek misal verelim:

“Bismillah" her hayrın başıdır. Biz dahi başta ona başlarız. Bil ey nefsim, şu mübarek kelime İslâm nişanı olduğu gibi, bütün mevcudatın lisan-ı haliyle vird-i zebanıdır. "Bismillah" ne büyük tükenmez bir kuvvet, ne çok bitmez bir bereket olduğunu anlamak istersen, şu temsilî hikâyeciğe bak dinle.” [40]

“İmanda ne kadar büyük bir saadet ve nimet ve ne kadar büyük bir lezzet ve rahat bulunduğunu anlamak istersen; şu temsilî hikâyeciğe bak, dinle:” [41]

İkinci Şart: Lafızlar manalara tabi olmalıdır. Yoksa belağate aykırı olur. Lafızperestlik doğru değildir. Bu hastalığın izi, Risâle-i Nur Külliyâtında görülmemiştir. [42]

“Nasılki cesed ruha dayanır, ayakta durur, hayatlanır ve lafız manaya bakar, ona göre nurlanır ve suret hakikata istinad eder, ondan kıymet alır.” [43]

“Tarih lisan-ı teessüfle bize ders veriyor ki: Saltanat-ı Arabın cazibesiyle a'cam, Arablara muhtelit olduklarından; Kelâm-ı Mudarî'nin melekesi denilen belâgat-ı Kur'aniyenin madenini müşevveş ettikleri gibi, öyle de acemlerin ve acemîlerin belâgat-ı Arabiyenin san'atına girdiklerinden fikrin mecra-yı tabiîsi olan nazm-ı maânîden, zevk-i belâgatı nazm-ı lafza çevirmişlerdir. Şöyle ki:

Efkâr ve hissiyatın mecra-yı tabiîsi nazm-ı maânîdir. Nazm-ı maânî ise mantıkla müşeyyeddir. Mantığın üslûbu ise müteselsil olan hakaika müteveccihtir. Hakaika giren fikirler ise, karşısında olan dekaik-ı mahiyatta nafizdirler. Dekaik-ı mahiyat ise, âlemin nizam-ı ekmeline mümidd ve müstemiddirler. Nizam-ı ekmelde herbir hüsnün menbaı olan hüsn-ü mücerred mündemiçtir. Hüsn-ü mücerred ise mezâyâ ve letaif denilen belâgat çiçeklerinin bostanıdır. Çiçeklerin bostanı, cinan-ı hilkatte cilveger olan, ezhara perestiş eden ve şâir denilen bülbüllerin nağamatıdır. Bülbüllerin nağamatına aheng-i ruhanî veren ise, nazm-ı maânîdir. Hal böyle iken, Arab'dan olmayan dahîl ve tufeylî ve acemîler, belâgat-ı Arabiyede üdeba sırasına geçmeye çalıştıklarından, iş çığırdan çıktı. Zira bir milletin mizacı o milletin hissiyatının menşei olduğu gibi lisan-ı millîsi de, hissiyatının ma'kesidir... Milletin emziceleri muhtelif olduğu gibi, lisanlarındaki istidad-ı belâgat dahi mütefavittir. Lâsiyyema Arabî lisanı gibi nahvî bir lisan olsa... Bu sırra binaen cereyan-ı efkâra mecra ve belâgat çiçeklerine çimengâh olmaya çok derece nâkıs ve kısa ve kuru ve kır'av olan nazm-ı lafz; mecra-yı tabiîsi olan nazm-ı manaya mukabele ederek belâgatı müşevveş etmiştir.

Zira acemîler sû'-i ihtiyar veya sevk-i ihtiyaçla lafzın tertib ve tahsinine ve maânî-i lügaviyenin tahsiline daha ziyade muhtaç olduklarından ve elfaz, mecra olmak cihetiyle daha âsân ve daha zahir ve nazar-ı sathîye daha munis ve hevam gibi avamın nazarlarını daha cazibedar ve avamperestane nümayişlere daha müstaid bir zemin olduğundan, elfaza daha ziyade sarf-ı himmet etmişlerdir... Yani ne kadar bir mesafe kat'ederse önlerine çok müşa'şa' sahralar kendilerini göstermek şanında olan tertib-i maânîde olan tagalgulden zihinlerini çevirip, elfaz arkasına koşup, dolaşıyorlar.

Maânînin tasavvurlarından sonra elfazın arkasına gitmekle fikirleri çatallaşmıştır. Gide gide elfaz manaya galebe etmekle istihdam ederek; lafz, manaya hizmet etmek olan kaziye-i tabiiye aksine çevrildiğinden, tabiat-ı belâgattan böyle lafızperest mutasallıfların san'atına kadar.. yok belki tasannularına uzun bir mesafe girmiştir. Eğer istersen Harîrî gibi bir dâhiye-i edebin Makamat'ına gir, gör! O dâhiye-i edeb nasıl hubb-u lafza mağlub olarak lafızperestlik hevesi o kıymetdar edebini lekedar ettiği gibi lafızperestlere de bast-ı özür etmiştir ve nümune-i imtisal olmuştur. Onun için o koca Abdülkahir bu hastalığı tedavi etmek için Delail-i İ'caz ve Esrar-ül Belâgat'ın bir sülüsünü onun ilâçlarından doldurmuştur. Evet lafızperestlik bir hastalıktır, fakat bilinmez ki hastalıktır...

Tenbih: Lafızperestlik nasıl bir hastalıktır.. öyle de; suretperestlik ve üslûbperestlik ve teşbihperestlik ve hayalperestlik ve kafiyeperestlik şimdi filcümle, ileride ifrat ile tam bir hastalık ve manayı kendine feda edecek derecede bir maraz olacaktır. Hattâ bir nükte-i zarafet için veya kafiyenin hatırı için, çok edib edebde edebsizlik etmeye şimdiden başlamışlardır. Evet lafza zînet verilmeli, fakat tabiat-ı mana istemek şartıyla.. ve suret-i manaya haşmet vermeli, fakat mealin iznini almak şartıyla.. ve üslûba parlaklık vermeli, fakat maksudun istidadı müsaid olmak şartıyla.. ve teşbihe revnak vermeli, fakat matlubun münasebetini göze almak ve rızasını tahsil etmek şartıyla.. ve hayale cevelan ve şaşaa vermeli, fakat hakikatı incitmemek ve ağır gelmemek ve hakikata misal olmak ve hakikattan istimdad etmek şartıyla gerektir.” [44]

Üçüncü Şart: Kaleme alınacak şey esas maksadı ifade etmekten ibaret olup maksad dışı ilaveler ve dipnotlarla sayflalar çoğaltılmamalıdır. Bütün Risâle-i Nur Külliyâtı bunun misalidir. [45] Sadece bir paragraf nakledeceğiz:

“Dünya madem fânidir. Hem madem ömür kısadır. Hem madem gayet lüzumlu vazifeler çoktur. Hem madem hayat-ı ebediye burada kazanılacaktır. Hem madem dünya sahibsiz değil. Hem madem şu misafirhane-i dünyanın gayet Hakîm ve Kerim bir Müdebbiri var. Hem madem ne iyilik ve ne fenalık, cezasız kalmayacaktır. Hem madem لاَ يُكَلِّفُ اللّٰهُ نَفْسًا اِلاَّ وُسْعَهَا sırrınca teklif-i mâlâyutak yoktur. Hem madem zararsız yol, zararlı yola müreccahtır. Hem madem dünyevî dostlar ve rütbeler, kabir kapısına kadardır.

Elbette en bahtiyar odur ki: Dünya için âhireti unutmasın, âhiretini dünyaya feda etmesin, hayat-ı ebediyesini hayat-ı dünyeviye için bozmasın, malayani şeylerle ömrünü telef etmesin; kendini misafir telakki edip misafirhane sahibinin emirlerine göre hareket etsin; selâmetle kabir kapısını açıp saadet-i ebediyeye girsin.” [46]

Dördüncü Şart: Lafızların selâmet ve metâneti, manaalrın güzelliğine mani olmamalıdır. Sadece lafızların selâset ve letâfeti yeterli değildir. Mesela buna en güzel misallerden biri şudur:

“İşte ey akıl, dikkat et! Meş'um bir âlet nerede? Kâinat anahtarı nerede? Ey göz, güzel bak! Âdi bir kavvad nerede? Kütübhane-i İlahînin mütefennin bir nâzırı nerede? Ve ey dil, iyi tad! Bir tavla kapıcısı ve bir fabrika yasakçısı nerede? Hazine-i hâssa-i rahmet nâzırı nerede?” [47]

2.3 Kelâmın Rükünleri

Kelâmın rükünleri dörttür: İbtidâ, anlatılacak manaları özetleyecek şekilde giriş yapmaktır. Tahallus, ibtidâ ile maksadın arasında meseleyi açıklayacak kelâm irâd etmektir. Maksad, kelâmın maksadını açıklamaktır. İntihâ, kulaklara mühür olacak şekilde meseleyi özlü cümle ile bitirmektir.[48] Risâle-i Nur’da bunun en gizel misâli Birincis Sözdür:

İbtidâ:

"Bismillah" her hayrın başıdır. Biz dahi başta ona başlarız. Bil ey nefsim, şu mübarek kelime İslâm nişanı olduğu gibi, bütün mevcudatın lisan-ı haliyle vird-i zebanıdır. "Bismillah" ne büyük tükenmez bir kuvvet, ne çok bitmez bir bereket olduğunu anlamak istersen, şu temsilî hikâyeciğe bak dinle. Şöyle ki:

Tahallus:

Bedevi Arab çöllerinde seyahat eden adama gerektir ki, bir kabîle reisinin ismini alsın ve himayesine girsin. Tâ şakilerin şerrinden kurtulup hacatını tedarik edebilsin. Yoksa tek başıyla hadsiz düşman ve ihtiyacatına karşı perişan olacaktır. İşte böyle bir seyahat için iki adam, sahraya çıkıp gidiyorlar. Onlardan birisi mütevazi idi. Diğeri mağrur... Mütevazii, bir reisin ismini aldı. Mağrur, almadı... Alanı, her yerde selâmetle gezdi. Bir katı-üt tarîke rast gelse, der: "Ben, filan reisin ismiyle gezerim." Şaki defolur, ilişemez. Bir çadıra girse, o nam ile hürmet görür. Öteki mağrur, bütün seyahatinde öyle belalar çeker ki, tarif edilmez. Daima titrer, daima dilencilik ederdi. Hem zelil, hem rezil oldu.

Maksad:

İşte ey mağrur nefsim! Sen o seyyahsın. Şu dünya ise, bir çöldür. Aczin ve fakrın hadsizdir. Düşmanın, hacatın nihayetsizdir. Madem öyledir; şu sahranın Mâlik-i Ebedî'si ve Hâkim-i Ezelî'sinin ismini al. Tâ, bütün kâinatın dilenciliğinden ve her hâdisatın karşısında titremeden kurtulasın.

Evet, bu kelime öyle mübarek bir definedir ki: Senin nihayetsiz aczin ve fakrın, seni nihayetsiz kudrete, rahmete rabtedip Kadîr-i Rahîm'in dergâhında aczi, fakrı en makbul bir şefaatçı yapar. Evet, bu kelime ile hareket eden, o adama benzer ki: Askere kaydolur. Devlet namına hareket eder. Hiçbir kimseden pervası kalmaz. Kanun namına, devlet namına der, her işi yapar, her şeye karşı dayanır.

Başta demiştik: Bütün mevcudat, lisan-ı hal ile Bismillah der. Öyle mi?

Evet, nasılki görsen: Bir tek adam geldi. Bütün şehir ahalisini cebren bir yere sevketti ve cebren işlerde çalıştırdı. Yakînen bilirsin; o adam kendi namıyla, kendi kuvvetiyle hareket etmiyor. Belki o bir askerdir. Devlet namına hareket eder. Bir padişah kuvvetine istinad eder. Öyle de her şey, Cenab-ı Hakk'ın namına hareket eder ki; zerrecikler gibi tohumlar, çekirdekler başlarında koca ağaçları taşıyor, dağ gibi yükleri kaldırıyorlar. Demek herbir ağaç, "Bismillah" der. Hazine-i Rahmet meyvelerinden ellerini dolduruyor, bizlere tablacılık ediyor. Her bir bostan, "Bismillah" der. Matbaha-i Kudret'ten bir kazan olur ki; çeşit çeşit pekçok muhtelif leziz taamlar, içinde beraber pişiriliyor. Herbir inek, deve, koyun, keçi gibi mübarek hayvanlar "Bismillah" der. Rahmet feyzinden bir süt çeşmesi olur. Bizlere, Rezzak namına en latif, en nazif, âb-ı hayat gibi bir gıdayı takdim ediyorlar. Herbir nebat ve ağaç ve otların ipek gibi yumuşak kök ve damarları, "Bismillah" der.

Sert olan taş ve toprağı deler geçer. Allah namına, Rahman namına der, her şey ona müsahhar olur. Evet havada dalların intişarı ve meyve vermesi gibi, o sert taş ve topraktaki köklerin kemal-i sühuletle intişar etmesi ve yer altında yemiş vermesi; hem şiddet-i hararete karşı aylarca nazik, yeşil yaprakların yaş kalması; tabiiyunun ağzına şiddetle tokat vuruyor. Kör olası gözüne parmağını sokuyor ve diyor ki: En güvendiğin salabet ve hararet dahi, emir tahtında hareket ediyorlar ki; o ipek gibi yumuşak damarlar, birer asâ-yı Musa (A.S.) gibi فَقُلْنَا اضْرِبْ بِعَصَاكَ الْحَجَرَ emrine imtisal ederek taşları şakk eder. Ve o sigara kâğıdı gibi ince nazenin yapraklar, birer aza-yı İbrahim (A.S.) gibi ateş saçan hararete karşı يَا نَارُ كُونِى بَرْدًا وَ سَلاَمًا âyetini okuyorlar.

İntihâ:

Madem her şey manen "Bismillah" der. Allah namına Allah'ın nimetlerini getirip bizlere veriyorlar. Biz dahi "Bismillah" demeliyiz. Allah namına vermeliyiz. Allah namına almalıyız. Öyle ise, Allah namına vermeyen gafil insanlardan almamalıyız...”[49]

Bediüzzaman’ın sözlerinde çelişki ve hatalar var diyenler, müşahhas bir misal vermekten öte, yukarıda hülasa eylediğimiz Osmanlı Edebiyatındaki yazım kurallarını da bilmemektedirler. Onun için sözü uzatmıyoruz. [50]

“Evet bir şâirin dediği gibi, لَوْ كُلُّ كَلْبٍ عَوَى اَلْقَمْتَهُ حَجَرًا ٭ لَمْ يَبْقَ فِى هذِهِ الْكُرَةِ اَحْجَارُ her üren kelbin ağzına bir taş atacak olsan dünyada taş kalmaz.” [51]

3. ARAPÇA ÇOĞUL KELİMELERİN TÜRKÇE’DE ÇOĞUL YAPILARAK KULLANILIŞI

Arapça’da cem’ul-cümû’ kaidesi meşhur bir gramer kuralıdır; bir defa cemi' (çoğul) olan kelimenin tekrar bir defa daha cemi’ olması demektir. Buna cem’ul-cem’ de denilmektedir. Mesela, Arapça’da hem semâ’î ve hem de kıyâsî olarak bu cemi’ler yer almaktadır. Semâ’îlere misal, beyt, büyût ve büyûtât; fâdıl, efâdıl ve efâdılûn gibi.

Kıyâsî olanlara ait şu kaideler meşhurdur:

1.  Ef’ul ve ef’ile kalıbındaki bütün cemi’le efâ’il şeklinde yeniden cemi yapılabilmektedir: Kelb, eklüb ve ekâlib; süvâr, esvire ve esâvir misalleri gibi.

2.  Ef’âl kalıbındaki cemi’ler efâ’îl tarzında yeniden çoğul yapılabilir: kavl, akvâl ve ekâvîl gibi.[52]

Ayrıca Osmanlıca’da da aynı kaide geçerlidir: Evliya; Evliyalar gibi.

Günümüze gelince, amele, avene ve evliyâ gibi, Arapça’da zaten çoğul olan kelimelerin Türkçe’de –ler ve –lar eki getirilerek çoğul haline getirilmesi meselesi yeni Türkçemiz uzmanları arasında tartışmalıdır.

Taraftar olanlara göre, bunlar her ne kadar Arapçada zaten çoğul da olsalar, Türkçeye tekil olarak geçmiştir. Biz Türkçeye her kelime veren dilin kurallarını bilmek durumunda değiliz, zaten bu imkânsızdır. Türkler eşyanın çoğul olduğunu bilmez, bilmelerine de gerek yoktur. Örneğin, evlâd TDK 1983 sözlüğünde şöyle tanımlanmış: Bir kimsenin oğlu ya da kızı, çocuk. Buna göre evlat Türkçede tekildir. Eğer orijinal dilde çoğul olan adların Türkçede tekil olarak kullanılması yanlışsa, o halde midyeler demek de yanlış olacaktır, çünkü midye Yunancada zaten çoğuldur.

Eşya, evlâd ve evrak kelimeleri Türkçe'ye tekil olarak geçmedi. Bazıları yanlışlıkla tekil olarak kullanılıyor. Yanlış yapanlar da aslında haklılar, çünkü kelimeler Türkçe'nin çoğul yapım kuralına uygun biçimde çoğul yapılmamışlar. Sözgelimi, 'şey' kelimesi sonuna '-ler' eki getirilerek çoğul yapılmış olsaydı, çoğul dilimizin kuralına uygun olurdu ve herhalde hiç kimse sonuna bir tane daha '-ler' ekleme hatasını yaparak 'şeylerler' demezdi.

Karşı olanlara göre ise, Arapça kökenli olması hiçbir şey ifade etmez. Bu kelimeler dilimizde ilk kez Osmanlı zamanında kullanılmaya başlanmıştır ve çoğul haldedirler. Eşyanın Arapça kökenli olması Türkçe'deki yerini etkilemez doğru ama zaten bu sözcük Türkçe'de en başından beri 'çoğul' olarak kullanılıyor. Şimdi durup dururken "bu Arapça kökenlidir, ben bunu tekil olarak alırım eklerle çoğul yaparım" diyemeyiz.

İşte Bediüzzaman Hazretleri, hem Arapça’da mevcut olan kaideden ilham alarak ve hem de Osmanlı âlimlerine uyarak, bu tarz çoğulları çokça kullanmaktadır:

“Hem yüzer mu'cizat-ı bahiresine ve âyât-ı katıasına istinaden, başta Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ve Kur'an-ı Hakîm'in olarak, bütün ervah-ı neyyire ashabı olan enbiyalar ve kulûb-u nuraniye aktabı olan evliyalar ve ukûl-ü münevvere erbabı olan asfiyalar; bütün suhuf ve kütüb-ü mukaddesede, senin çok tekrar ile ettiğin va'dlerine ve tehdidlerine istinaden ve senin kudret ve rahmet ve inayet ve hikmet ve celal ve cemalin gibi kudsî sıfatlarına ve şe'nlerine ve izzet-i celaline ve saltanat-ı rububiyetine itimaden ve keşfiyat ve müşahedat ve ilmelyakîn itikadlarıyla, saadet-i ebediyeyi cinn ve inse müjdeliyorlar.”[53]

Son olarak Ali Ulvi Ağabeyi dinleyelim:

Edebî Cebhesi: Eskiden beri lafz ve mana, üslûb ve muhteva bakımından, edibler ve şâirler, mütefekkirler ve âlimler ikiye ayrılmışlardır. Bunlardan bazıları, sadece üslûb ve ifadeye, vezin ve kafiyeye kıymet vererek, manayı ifadeye feda etmişlerdir. Ve bu hal de kendini en çok şiirde gösterir. Diğer zümre ise; en çok mana ve muhtevaya ehemmiyet vererek özü söze kurban etmemişlerdir.

Artık Bedîüzzaman gibi büyük bir mütefekkirin edebî cebhesi bu küçük mukaddeme ile kolayca anlaşılır sanırım. Zira üstad o kıymetli ve bereketli ömrünü, kulaklarda kalacak olan sözlerin tanzim ve tertibi ile değil, bilakis kalblerde, ruhlarda, vicdan ve fikirlerde kudsî bir ideal halinde insanlıkla beraber yaşayacak olan din hissinin, iman şuurunun, ahlâk ve fazilet mefhumunun asırlara, nesillere telkini ile meşgul olan bir dâhîdir. Artık bu kadar ulvî bir gayenin tahakkuku için candan ve cihandan geçen bir mücahid, pek tabiîdir ki, fâni şekillerle meşgul olamaz.

Bununla beraber Üstad zevk inceliği, gönül hassasiyeti, fikir derinliği ve hayal yüksekliği bakımından hârikulâde denecek derecede edebî bir kudret ve melekeyi haizdir. Ve bu sebeble üslûb ve ifadesi, mevzua göre değişir. Meselâ: İlmî ve felsefî mevzularda mantıkî ve riyazî delillerle aklı ikna' ederken, gayet veciz terkibler kullanır. Fakat gönlü mestedip, ruhu yükselteceği anlarda ifade o kadar berraklaşır ki tarif edilemez. Meselâ: Semalardan, güneşlerden, yıldızlardan, mehtablardan ve bilhâssa bahar âleminden ve Cenab-ı Hakk'ın o âlemlerde tecelli etmekte olan kudret ve azametini tasvir ederken, üslûb o kadar latif bir şekil alır ki; artık her teşbih, en tatlı renklerle çerçevelenmiş bir levhayı andırır ve her tasvir, hârikalar hârikası bir âlemi canlandırır.

İşte bu hikmete mebnidir ki, bir Nur talebesi Risale-i Nur Külliyatı'nı mütalaası ile -üniversitenin herhangi bir fakültesine mensub da olsa- hissen, fikren, ruhen, vicdanen ve hayalen tam manasıyla tatmin edilmiş oluyor.

Nasıl tatmin edilmez ki, Risale-i Nur Külliyatı, Kur'an-ı Kerim'in cihanşümul bahçesinden derilen bir gül demetidir. Binaenaleyh onda, o mübarek ve İlahî bahçenin nuru, havası, ziyası ve kokusu vardır...

Ruhun bu ihtiyacını söyler akan sular

Kur'ana her zaman beşerin ihtiyacı var.” [54]

 


[1]    Tarihçe-i Hayat, sh. 79.

[2]    Mesnevi-i Nuriye, sh. 22.

[3]    Sözler, sh. 726.

[4]    Sözler, sh. 710.

[5]    Sözler, sh. 374 vd.

[6]    Sözler, sh. 374 vd.

[7]    https://eftenpuftan.wordpress.com/2011/05/07/Leme’ât-risalesi-bir-siir-elestirisi-mi-Leme’ât-risalesi-notlari-1-yazi/. 29.12.2015.

[8]    Mehmed Rif’at, Mecâmi’ul-Edeb, Sekizinci  Kitap, Ahvâl-i Tahrir, sh. 686 vd.

[9]    Sözler, sh. 87-88.

[10] Tarihçe-i Hayat, sh. 56.

[11] Tarihçe-i Hayat, sh. 77.

[12] Mehmed Rif’at, Mecâmi’ul-Edeb, Sekizinci  Kitap, Ahvâl-i Tahrir, sh. 687.

[13] Sözler, sh. 77.

[14] Sözler, sh. 108.

[15] Mehmed Rif’at, Mecâmi’ul-Edeb, Sekizinci  Kitap, Ahvâl-i Tahrir, sh. 687 vd.

[16] Sözler, sh. 468.

[17] Sözler, sh. 37.

[18] Sözler, sh. 342.

[19] Mektubat, sh. 138.

[20] Mehmed Rif’at, Mecâmi’ul-Edeb, Sekizinci  Kitap, Ahvâl-i Tahrir, sh. 688 vd.

[21] Lem’alar, sh. 329.

[22] Lem’alar, sh. 329 vd.

[23] Mehmed Rif’at, Mecâmi’ul-Edeb, Sekizinci  Kitap, Ahvâl-i Tahrir, sh. 686 vd.

[24] Sözler, sh. 356.

[25] Sözler, sh. 380.

[26] Mehmed Rif’at, Mecâmi’ul-Edeb, Sekizinci  Kitap, Ahvâl-i Tahrir, sh. 690 vd.

[27] Sözler, sh. 382.

[28] Sözler, sh. 380.

[29] Mehmed Rif’at, Mecâmi’ul-Edeb, Sekizinci  Kitap, Ahvâl-i Tahrir, sh. 692 vd.

[30] Asây-ı Musa, sh. 28.

[31] Mehmed Rif’at, Mecâmi’ul-Edeb, Sekizinci  Kitap, Ahvâl-i Tahrir, sh. 693 vd.

[32] Sözler, sh. 724.

[33] Şu’âlar , sh. 67.

[34] Mehmed Rif’at, Mecâmi’ul-Edeb, Sekizinci  Kitap, Ahvâl-i Tahrir, sh. 694 vd.

[35] Sözler, sh. 170.

[36] Sözler, sh. 221.

[37] Mehmed Rif’at, Mecâmi’ul-Edeb, Sekizinci  Kitap, Ahvâl-i Tahrir, sh. 695 vd.

[38] Sözler, sh. 367.

[39] Mehmed Rif’at, Mecâmi’ul-Edeb, Sekizinci  Kitap, Ahvâl-i Tahrir, sh. 795 vd.

[40] Sözler, sh. 5.

[41] Sözler, sh. 16.

[42] Mehmed Rif’at, Mecâmi’ul-Edeb, Sekizinci  Kitap, Ahvâl-i Tahrir, sh. 796 vd.

[43] Şu’âlar , sh. 76.

[44] Muhâkemât, sh. 86 vd.

[45] Mehmed Rif’at, Mecâmi’ul-Edeb, Sekizinci  Kitap, Ahvâl-i Tahrir, sh. 796 vd.

[46] Mektubat, sh. 71 vd.

[47] Sözler, sh. 28.

[48] Mehmed Rif’at, Mecâmi’ul-Edeb, Sekizinci  Kitap, Ahvâl-i Tahrir, sh. 798 vd.

[49] Sözler, sh. 5 vd.

[51] İşârât’ül-İ’caz, sh. 123 vd.

[52] Şeyh Muhammed el-Meylânî, Şerh’ul-Muğnî, İstanbul, Şefkat Yayıncılık, 2015, sh. 279-280.

[53] Asa-yı Musa, sh. 210.

[54] Tarihçe-i Hayat, sh. 19-20.

ismetozel_risaleinur_risalehaber.jpg

HABERE YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
5 Yorum