Risale-i Nur ve Tarikat

İnsanlığın en birinci özelliği, kendine bir nokta-i istinad ve nokta-i istimdat arayıp bulmaya çalışmasıdır. Yani karanlık ve belirsiz gibi görünen varlıkların ve olayların manevi saldırısına karşı sırtını dayayacak bir kuvvet ve arzularını gerçekleştirecek bir alan bulması gerekir. Bu iki noktayı elde eden ne korkar, ne de istek ve arzularım gerçekleşmedi, diye üzülür. Kur’an bu mertebeye erişenlere evliyaullah (Allah’a yakın kişiler) tabirini kullanır.[1] İnsanın velisi ona en yakın kişi demektir.

Evet, sonsuz bir kudret ve rahmetin ifadesi olan Allah’a ve ahirete iman, ancak gerçek bir nokta-i istinad ve nokta-i istimdat olabilir. Bütün insanlar bilerek veya bilmeyerek bu saadeti arıyor. Ve bu arayışta üç farklı yol kullanılmıştır.

a) Akıl ve nazarî ilim ile gerçeği arayıp bulduktan sonra o gerçeğe dayanıp, ondan medet almak isteyen felsefe yoludur.

b) Kalp ve hiss ile varlığın metafizik boyutunu görüp o boyuttaki gerçeğe dayanıp sükûnet bulan tasavvuf yoludur.

Eskiden kalp ve akıl yolları yani felsefe ve tasavvuf şimdiki gibi tamamıyla ayrışmamıştı. Felsefe kelimesi sofya (hikmet ve ilim) kelimesinden ve seven manasına gelen filo kelimesinden türemiştir. Feylesof, hikmet ve ilim aşığı demektir. Tasavvuf kelimesi de Yunanca bir kelime olan bu sofyadan Araplaştırılmış bir kalıptır. Eskiden bütün sofiler, aynı zamanda bilge ve hakîm kişilerdi.

c) Üçüncü yol, peygamberlik yoludur. Peygamberlikte bilgi kaynağı kalp akıl ve diğer bütün duygular kendi emrinde çalışan insanın kapsamlı ruhudur. Yani peygamberlik yolunda, akıl ve kalp hayatı da vardır. Fakat ruh gerçeği görmede ve algılamada onlardan binlerce kat daha geniş ve daha net bir yelpazeye sahiptir. Yani sadece ilim ve sezgi ile değil de, adeta bütün varlığın ve olayların bir kopyası, bilgi-işlem tarzında peygamberin ruhuna tecelli etmesidir. Ve onunla uygulanmasıdır. Az ilerde bu yolları bir miktar daha açıklayacağız.

Şimdi sadede dönüyoruz; konumuz da şudur: B. Said Nursi kendisinin de fiilen içinde olduğu felsefe ve tasavvuf yolunu neden yeterli görmedi de bütün enerjisini, Peygamberin en geniş mirası olan Kur’ana verdi gibi bir sorunun cevabı şu beş maddedir:

1) “Eskiden dalalet cehaletten gelirdi. Buna karşı ahlakı düzgün zatlar o dalaletin hakkından rahatlıkla gelirlerdi. Şimdi ise dalalet, fenden ve ilimden geliyor, ona karşı gerçek fen ve ilim kitabı olan Kur’an mucizeliğiyle ancak gelinebilir.” (5. Mektup)

“Evet, Cenab-ı Hakkın sonsuz ilim ve hikmeti tecessüm etmiş, kâinat olmuş. Sonra bu mücessem ilim ve hikmet Kur’an-ı Hakîm olarak ilan edilmiştir. İşte beşeriyetin bütün ulum ve fenleri bu iki kitabı anlamak içindir.” (20. Mektup, 2. Makam)

2) “Eskiden kalp yoluyla metafizik açılım sağlayıp gerçeği görmek, 40 günden ta 40 seneye kadar sürebilirdi. Şimdiki insanlar bu uzun sürece dayanamazlar. Hâlbuki Kur’anın ilmine ve mucizeliğine dayanan Risale-i Nur 40 dakika içinde insanı gerçekliğe ve imanın gerçekliğine ulaştırıyor. İşte kırk dakikayı bırakıp 40 seneye gitmek akıl işi değildir.” (5. Mektup)

“Risale-i Nur kalbin yaralarını tedavi ettiği gibi, heyet-i İslamiye (İslam toplumunun) yaralarını da tedavi eder. Aynı zamanda ilim peşinde koştuğu halde yolunu şaşıran ehl-i ilme de rehberidir.” (5. Mektup)

“Buna mukabil tasavvuf (eğer gerçek bir iman ve amel varsa) sadece kalbin hastalıklarına şifa olabilir.” (5. Mektup)

3) “Tarikat yolunda Cenab-ı Hakkın sonsuz tecellisi direkt olarak görünmez. Şeyhin kalp aynasının yansıtabildiği kadar tecelli gerçeklik görünür. Evi ve bahçesi[2] karanlıkta olan insan ancak o ayna kadar aydınlanabilir. Peygamberlik ise, direkt olarak Allah’ın o sonsuz nurunu görür. Sonra, kalbinden ve hayattan ona pencereler açar, daimi olarak onun büyüklüğünü hem görür; hem ona göre istifadesi büyük olur.” (31. Söz)

4) “Tarikat çoğunlukla insanı bir isme mazhar eder. O da dar bir kapasitede.. Peygamberlik ise, insanı bütün isimlere en geniş mertebede mazhar eder.” (31. Söz)

“Ehl-i keşif, manevi şuhutlarına dayanarak iman hakikatlerinin özünü görürler. İmanlarını kurtarırlar. Fakat nasıl rüyanın üç şıkkı var. Keşfin de üç şekli var. Dolayısıyla keşif, yüzde yüz bir delil olmayabilir. Keşif sahih de olsa tevili mümkün olabilir. Fakat Kur’anın ilmî mucizeliğine dayanan Risale-i Nur, insanı ehl-i keşif mertebesine çıkarmadan, bizzat ilim içinde hakikati gözlere de gösterir ve inkâr edilmez bir halde hakikati insanın eline koyar.” (18. Mektup ve Kastamonu Lahikası)

5) Üç çeşit velayet var. Birincisi, ehl-i tarikatın seyr u sülük ile gittiği ve elde ettiği ilahî yakınlık tarzında gerçekleşir. Bu da imanî konularda kişinin şüphelerinin olmaması ve normal farzlarını ve ibadetlerini yerine getirmesi şartına bağlıdır. Bu uzun yolda insan ilerleyince çile ve riyazet sonucu bir derece normal biyolojik şartlar dışına çıkar. Haliyle bu yolda birçok keşif ve kerametlere mazhar olur.

İkinci çeşit velayet orta velayettir. Yani hem ruhen hem ilmen Allah’a yaklaşmaktır. Ki Risale-i Nurun nihai hedefi budur. Fakat bu yol umum için zordur. Onun için Üstad burada bu velayet, Risale-i Nurun yoludur, demiyor. Nurcular için veraset-i nübüvvet velayetini tavsiye ediyor, o da şudur:

Üçüncü velayet velayet-i kübradır ki; Sahabe yoludur. Yani Sahabe gibi Peygamberin izinde Kur’ana muhatap olarak Allah’ın tecellilerini, dinî bilgilerin gerçekliğini görüp yaşamaktır. Bunun yanında Sahabe içinde İmam Ali gibi ruhanî veliler de olduğu gibi; Risale-i Nur cemaati içinde de böyle fertler olabilir. Fakat bu asıl hedef değildir. Asıl hedef bu asrın dinsizliğine karşı koyabilmektir. Asıl hizmet, imanı kurtarmaktır. (5. Mektup) Bediüzzaman bu mesele üzerinde çok duruyor. Emirdağ 2’de: “On iki tarikat ehli, kendi birikimlerini basamak yapıp bu konuya yönelmeleri gerekir” diyor.

Evet, ehl-i tarikat bu görevini tam yapmadığından ve Nur Cemaatinin çoğunluğu Risale-i Nurun Kur’andan yansıttığı mucizelikleri ilmen anlamadıkları için maalesef bugün ilim dünyası, üniversite âlemi, sosyal hayatın etkin tabakaları dinden habersizdirler. Bu konu o kadar çok önemlidir ki; Bediüzzaman Emirdağ Lahikasında bana mehdiyet ve bütün dünyanın yönetimi dahi verilse “Ben imanı kurtarma vazifesi dışına çıkamam. Hatta beklenilen mehdi dahi gelse, dünya siyasetini başkalara bırakmak zorunda kalacaktır. Bütün gücünü bu vazifeye harcayacaktır.” diyor. Maalesef şimdiki Müslüman cemaatlerin hedefi dünyayı siyaseten ıslah olduğundan bu önemli uyarıları işitemiyorlar.

Bu meselenin önemini şöyle açıklayabiliriz:

“Müslümanlar içinde tarikat olabilir. Fakat onların da İmam-ı Rabbani gibi, tek hedefi imana hizmet olmalı.” (5. Mektup)

“Eğer ehl-i tasavvuf, ispritizmacılar gibi işi sürekli olarak metafizik noktalara çekerlerse bu bir sapıklık olur.” (Emirdağ, 2) Evet, bütün semavî dinler sadece ruhanî giden, sosyal ve kişisel hayatta belirli semavî bir din ardınca gitmeyenleri, putperestler ile eşit tutmuşlardır.

Evet, Nurculuk bir tarikat olmadığı gibi; sade bir cemaat organizasyonu da değildir. Nurculuk Kur’anın ilmî mucizeliklerini anlayıp muhtaçlara ulaştırmaktır. Burada önemli olan keyfiyettir. Keyfiyet yani nitelik olursa az çok kişi hesabı yapılmaz.

Bediüzzaman, şahsını büyük görüp gelenlere asla kapısını açmadı. Fakat Risale-i Nur hakikatleri için gelenlere kapıyı sonuna kadar açık tuttu. Hâlbuki tarikatta şahsın büyüklüğü vazgeçilmez bir kaynaktır.

Risale-i Nurun hiçbir mektubunda Bediüzzaman’ın tarikat dersini verdiğine dair en ufak bir işaret yoktur. Tam aksine “Tarikat keşfe ve dolayısıyla hayale dayanır. Risale-i Nur yolu ise ilim ve hakikate dayanır. Ben şeyh ve sofu değilim” gibi ifadeler var.

Risale-i Nur Cemaati diye bir kavram Risale-i Nur’da yoktur. Risale-i Nur talebeliği kavramı vardır. Bu da iman ve ilim hizmeti demektir. Bunun için de çok adam gerekmez. Her şehre ve her mahalleye bilen bir kişi yeterlidir. Maalesef bugün için cemaatler ticaret, rant ve fakir fukaraya yardım toplamaktan başka bir iş yapmıyorlar. Hâlbuki özünde din, iktidara gelmek için değildir. Sosyal alanda dünyevî iktidarları doğru yolda tutmak içindir. Birey olarak da ebediyeti kazanmak içindir.

Bazıları “ilimlerde iman olmaz, ilimler genelde dinsizliğe yarıyor” gibi bir kanaat ortaya koyabilirler. Fakat onların ilim dediği sadece bazı laboratuar verileridir. Kur’an bu müspet verileri aynen kabul eder; onlar içinde sonsuz İlahî bilinci, ilim ve iradeyi gözlere de gösterir. Evet, Kur’anın nazarında yasal ve düzenli yapılardaki mucizelik, inayet ve bilinçli sanat, olağanüstü durumlardaki mucizelikten daha önemlidir. Ve daha çok gerçekliğin varlığına delildir.

Hulasa: İnsanın hakikati arayış yolculuğunda tarikat çile önerir. Çile, kırk günden ta kırk yıla kadar riyazet yapıp, insanın en büyük engeli olan nefsi öldürmektir. Kur’an yolu nefsi ve onun soyut bir hali olan ben ve bilinci öldürmez. Onu arındırır, dünyayı dini gerçekliklerin yaşandığı bir tarla, bir pazar yapar.

Bediüzzaman, Kur’andan ve Peygamberden aldığı derse binaen nefsi arındırmak için çile ve riyazeti değil de Kur’anın ve dinin mucizeliklerini kullanır. Adeta her bir mucizelik nüktesi o kaba katı nefsi arındıran, temizleyen bir ışık olur. Evet, Kur’an “Kim nefsini öldürürse o kurtulur” demiyor. “Kim nefsini arındırırsa o kurtulur” diyor. (Şems suresi)

Nitekim kâfirler, Allah’a isyan ederler. Fakat Kur’an onlara (Wema entüm bi-mu’cizin) “Siz Allah’ı aciz bırakamazsınız” derken, insan nefsinin mucize bilgilerle ve ilahî yasaları yaşamakla arınabileceğine işaret ediyor. Çünkü hayat ve varlık bir nehir gibidir, tükenmez ve tıkanmaz bir şekilde akar. Bu akıntının çok önemli yasa ve kuralları vardır. Şeriat denince bu nehir demektir. Yoksa sadece bu nehrin akıntısının bir kısım kuralları demek olan fıkıh değildir. Din denince de bütün hayat nehri ve düzeni anlaşılır. Din kutsal düzen demektir, keşif ve keramet demek değildir.

Osmanlıcada ve Risale-i Nur’da şeriat dinin tümü demektir. Mesela Üstad 29. Söz’de: Şeriat dilinde ruhanî varlıklara melek ve cinler denilir, diyor. Ve Ahmet Mithat Efendi insanın biyolojik bedeninin elementlerden oluşması şeriat dilinde “topraktan yaratıldı” şeklinde ifade ediliyor, diyor. Kur’an Allah’ın müşahhas tecellilerinin ifadesi olan Rahmaniyet sıfatı Kur’anı insana öğretmiştir, söylüyor. 55. sure “Er-Rahman allemel Kur’an” diyor.

Kur’an kâinatın tercümesidir. Kâinat demek Allah’ın isimlerinin somut yansımaları olan bütün ilimler demektir. Kur’an bu somut tecelliyi Rahmaniyet ile ifade ediyor. Onun için konusu vahiy olan 19. surede 16 sefer Rahman ismini zikrediyor. Demek vahiy bütün bu kâinattan süzülmüş bir şuur ve ilmî kanunlardır. Tasavvuf ise, Rahim ismine mazhariyet demek olan kişisel keşif ve keramet yoludur; tasavvuf muhterem bir zatın kalbi kadar gördüğü perdeli gerçeklerdir. Onun için bir şeyh “Benim rabbim” derken, bütün kâinatın keşif ve bilinci demek olan vahye mazhar bir peygamber “Rabbul-âlemin” der. 30. Surenin 30. ayeti bizi şöyle uyarıyor:

“Bütün gücünle orta yol olan dine yönel. Bu orta yol olan din, Allah’ın insanları onun üzerine yarattığı fıtrattır. Allah’ın bu yasal yaratmasında değişiklik olmaz. En değerli ve faydalı yol budur. Fakat insanların çoğu ilimden mahrumdurlar. Dolayısıyla ya maddeci veya ruhanî oluyorlar.”

“İslamda tasavvuf yoksa tasavvuf nereden topluma girdi?” gibi bir sorunun cevabı şudur:

Kur’an ve Hz. Peygamberin açtığı bu dengeli ve geniş cadde ancak üç yüz yıl devam etti. Başka kültürler İslam toplumuna girince Müslümanlar Kur’anın manasını kaybettiler. İşte bu kayıptan ve Abbasi dönemindeki ilmî ve sosyal refahtan dolayı insanlar dünyaya ve maddeye çok daldılar. Binbir Gece Masalları bu dönemi anlatan tarihî bir belgedir. İşte bu katılığa karşı sofi ekoller gelişti. Müslümanları bir daha mana ve takvaya yönlendirdiler. Ayrıca Moğol istilasının da verdiği sosyal çöküntüye karşı Müslümanların manevi liderlere ihtiyacı arttı.

Sonra bu manevi yapılar Osmanlıyı 500 sene götürdü. Fakat nasıl Abbasi Devleti maneviyat eksikliğinden yıkıldıysa, Osmanlı Devleti de ilimsizlikten yıkıldı. Hâlbuki Müslümanlar eğer Kur’anın fıtrat dediği gerçeği anlasalardı, belki bugün dünyanın hali daha değişik olurdu. Çünkü fıtrat demek yazılım, plan ve program demektir. Bu da ilim ve gelişme demektir.

Hulasa: Eğer insanlık bu dengeli ve orta yolda yürümezse, iki aşırı uç ortaya çıkar; katı bir materyalizm ve hayatın gerçekleriyle çatışan bir ruhanilik olur. İnsanlık da ya ölür veya fıtrata geri döner; dengesini bulur.

Sadece ruhanî bir hayat bugünkü sosyal ve ilmî yapılara cevap veremez. Mecburen din ve dünyayı ayırır. Ki bu ayrımda birçok gerçeklik kaybolur. Hayat ve varlık absürt olarak görünür. Böyle bir durumda ise ya kâfirler üstün gelir. Veya Müslümanlar kuvvet kullanarak iktidarı ellerine geçirirler. Ve dengeli bilimsel bir hayat sunamadıkları için dinsizlik her iki durumda da güç kazanır. Zaten Bediüzzaman’ın en çok çekindiği şey, işte böyle bir yanlış idi. Onun için o hiçbir siyaset ve devlet makamına hoş bakmadı. Meslek ve görev olarak sosyal hayatın binlerce bağıyla alakası olduğu halde..

Şimdiki tarikatlar artık tarikat değiller, cemaattirler. Nurcular da cemaattir, artık birleşsinler, gibi bir tavsiye de yanlış olur. Çünkü Nurculuk cemaat değildir. Nurculuk iman kurtarma hareketidir. Ayrıca Nurculukta baş ve lider şahsiyet gerekmez. Hâlbuki Üstadın Münazarat’ta ifade ettiği gibi; şeyhler birbirini inkâr ediyorlar. Zaten bir mürit benim şeyhim bütün şeyhlerden büyüktür, diğerleri neden ona uymuyor, inancını taşımazsa mürit olamaz.

Hulasa: İslam dünyası için sadece ruhanî esintiler yetmez. Bütün dinî gerçeklerin, bütün varlık ve hayat kategorilerinin mucizeliğini, bilimselliğini ve gerçekliğini gösteren bir hareket ve ekol gerekir.. Bu da ancak, bu asrı deccal asrına çeviren Batının fen ve felsefesiyle hesaplaşacak bir bilgi olmalı. Çok acıdır ki, Bediüzzaman 29. Mektubun 7. Kısmında bu ilmî stratejiyi anlattıktan sonra 9. Kısımda tarikatın savunmasına geçer. Fakat bu savunmamı yanlış anlamayın; zamanın ilcaatından (mecburiyetinden) ben bu savunmayı yapıyorum, diyor. Çünkü Cumhuriyet rejimi, tarikatları yasak etmişti. O ise bu milletin ecdadının bin sene bağlandığı bir hakikat yasak edilemez, diyordu. Ve bu 9. Kısımda tarikatların sağlıklı yürümesi için Dokuz Telvih yazmıştır.

Bu dizayndan işareten anlıyorum ki; Nur Cemaati 7. Kısımda anlatılan o ilmî hesaplaşmayı yapamayacaktır. İş yine ehl-i tarike kalacak ki; 9. Kısmın başında zamanın ilcaatından dolayı bunu yazıyorum, ifadesi bu remze işaret olabilir.

[1] Bakara, 62; Maide, 69; Yunus, 62

[2] Bedeni ve hayatı..

BS

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
7 Yorum