Risale-i Nur muhayyilesi

Çağımızın manevi zembereği 20. Yüzyılın başlarında boşaltılmıştı. Osmanlıyı saran  kara bulut, çöken yalnızlık ve gerileme, ayrışma ve çatışma, batının vahşi iştahını bir hayli kabartmıştı.

İslam dünyası, imamesini kaybedip, taneleri dağılan bir tespih  gibiydi. Başta İngiltere  olmak üzere batının, Bediüzzaman’ın ifadesiyle “doymak bilmez hırsları” dadanmıştı harim-i ismete. İslam’ın bahadır evlatlarını, bağrındaki kardeşlik  harmanını  ateşe vermişti, manevi gücünü tahrip edip nifak/bölmek/ayrılık tohumu ile birbirine düşürmüştü.

Emperyal batının propagandasına kapılan İslam toplumları Osmanlı’nın emperyal olduğuna kanıp Osmanlı’dan koptukça, emperyal güçlerin pençesine düştüler. Bunu “Bade harabil basre” anladı, ama iş işten geçti. Osmanlı’nın şemsiye iradesini, varlığının engeli olarak gördü.

İşte Bediüzzaman’ın gözlem dünyasında resimlediği, İslam milletlerinin o şaşkın  kaybedişinin hazin  öyküsünü nazara veren ifadeleri birlikte okuyalım:
“İşte Hind, düşman zannederek, hâlbuki pederini öldürmüş…
İşte Tatar, Kafkas, öldürülmesine yardım ettiği şahıs, biçare valideleri olduğunu…
İşte Arab, yanlışlıkla kahraman kardeşini öldürüp, hayretinden ağlamayı da bilmiyor.
İşte Afrika, biraderini tanımayarak öldürdü, şimdi vaveyla ediyor…”

Bediüzzaman çağın bu çığlığının, çığının altında kalan mazlum milletlerin vicdanı olmuş, iman kalesini savunmuş ve tefekkür abidesi Risale-i Nur’u yazmıştır.
Tek başına. Savunmasız, kimsesiz, garip, aykırı, kabullenilmeyen bir dönemde. Eziyet görerek ve acı çekerek, asrın manevi dertlerinin ıstırabını yüreğinde yaşayarak kafa tutmuş 20. yüzyıla ve sonrasına. Siyasi iktidarların dayatmalarına. Terakkiye engel olan statik hallerine.

Bediüzzaman, İngiliz Lordlar kamarasında Lord Gürzon’un “Kur’an’ı Müslümanların elinde alma” hedefine ve niyetine  karşı iman hareketini başlatmış. Kur’an’ın “Sönmez ve söndürülmez bir nur” olduğunu bütün kâinata haykırma iradesi ile yola çıkmış. Tavzif edilmenin bir lütfu olarak manevi cihadla yola çıkmış.

Selanikli Yahudi Emanuel Karasso ile münazarasında, hahamı dışarıya telaşla fırlatan da onun iman iradesi ve cihat ruhuydu.
Monarşiye karşı meşrutiyeti, meşrutiyet döneminde ise İttihat ve Terakki’nin yanlışlarına ve istibdadına karşı Ahrarları savunur. Kişiler, olaylar ve isimler bazında değil, ilkeler ve inançlar bazında hareketinin rotasını belirler.

Bediüzzaman ve eserleri, bu anlamda 20. yüzyıl ve sonrasının iman tanığıdır. İman meşalesini müminlerin kalbinde azaltacak her desiseyi, her cepheden vizyona koyan “ifsat/zındıka  komiteleri”ne karşı, topyekûn ilmen  iman dirilişi ve haykırışı destanını yazar.

Toplumun ruhunu okumuş, köklerindeki referansları güncellemiş, asrın idrakini tahlil etmiş ve buna göre tecdit hareketini başlatmıştır.

Cemiyeti ve onu tahrip eden oyunları analiz edip, ona göre teşhisler koymuş, reçeteler yazmıştır. Her ne kadar Cumhuriyet rejimi, O’nun reçetelerinde yazılı  ilaçları satacak  eczanelere müsaade etmese de, bu milletin irfani geleneği ve vicdani hafızası o “edviye-i Kur’aniyeyi” bulmuş, almış ve tedavisinin sonuçlarını da görmüştür.

Bediüzzaman, özelde doğu milletlerinin, evrensel ölçekte mazlum insanlığın kükreyişidir. Mazinin köklerinden aldığı feyiz ve tasavvufu, tefekkür ve şefkat ile birlikte sentezleyip insana mayalamıştır.

Bu maya tutmuştur. Anadolu mayası, bin yıllık tescilini Said Nursi ile yenilemiştir. Yüzyılın modifikasyonunu almıştır. Bu sayede temeddün/medenileşme/modernleşme formülüne kavuşmuştur. Bunun formülasyonun esası, İslam kültürüdür. O iklimin kaynaklarından  sunmuştur.

Batı karşısında yenilikçi/tecdit fikrini ve İslam dünyası için heyecan veren köklü çözümlerini  ortaya koymuştur. Şam Emevi/İslam camisinde Müslüman cemaate ve ulemaya aynı anda seslenmiş, problemin adını altı maddede oldukça keskin ve net bir dille ifade etmekten çekinmemiştir. Dönemin ana problemlerini  sorgulamıştır. Hal çarelerini de açıklamıştır. Geçen yüzyıllık zaman dilimi, problem/çare bağlamında fikirlerindeki tazeliği ve yenilikçiliği  göstermektedir.

Bediüzzaman, anlaşılmamayı göze alan bir hakikat fedaisi olarak gözlerini hep geleceğe/istikbale, zafere/ümide dikmiştir.
“...varsın muasırlarım beni dinlemesinler…” siteminde bile  alternatif  muhataplarına sesleniyordu. İstikbale uzanıyordu. Bir girizgâh sadedinde statükoya serzenişi ile birlikte  “İstikbaldeki Hamzalar, Tahirler, Ömerler…” ile konuşuyordu.
“Mezar-ı Müteharrik bedbahtlardan” kaçarken, “Yolumuzdan çekilin” derken, “Nesl-i atiye/gelecek nesle”  hitap ediyordu.
Üstadın haykırışı, bir ümmetin feryadıdır. Her zaman ümmetin meseleleri birinci gündemidir. Hedef ve maksadını “İlay-ı Kelimetullah” olarak belirlerken, meslek ve meşrebini “Muhabbet” üzerine kurar. Halilidir, haliliye mesleğine mensuptur ve kaderin tecellisiyle vefatında Hazret-i İbrahim’in  Urfa’daki makamına/dergâha  defnedilir.       

Eğer İslam’ın istikbal aynasına bir muhayyile, bir tasavvur yansıyacaksa, İslam güneşinden alınan çağın muhayyilesinin Risale-i Nur olduğunu tefekkür ehli söylemektedir.
Batıdan ve doğudan yükselen binlerce düşünürün görüşleri bu istikamette.

Akıl  fenerimizi ve algılarımızı Risale-i Nur muhayyilesine/kuşatmasına bırakmanın vakti geçiyor bile.
Bu yolculuk, yeni bir keşif ve inkişaf demektir.
Artık mazinin vaveylaları geride kaldı. Dessas oyunlar çözülüyor. Yeniçağ, Risale-i Nur çağı.
Şevk kokan, zafer muştusu hidayet mi? Yoksa hala şikâyet mi?
Tercihimiz hep ümitten yana.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
7 Yorum