Risale-i Nur Mekanları: Karanlık Künbet ve Kırkıncı Hoca

Mehmet Kırkıncı Hoca ile Erzurum’da Künbet’de görüştük. Babası ona dokuz yaşında iken der ki “Seni Erzurum’a  götüreceğim. Orda bir hoca ile tanıştıracağım. Serçemeli Hacı Mustafa Efendi. Seni onun yanına vereceğim, yanında okuyacaksın.” Evindeki kitapları gösterir. “Bu kitaplar yetim kalmasın.” Babam aldı geldi beni Erzurum’a  hocanın yanına verdi.  Ben kabullendim, dokuz yaşında kemali memnuniyetle oturdum. Her sabah derslerimizi okurduk. Onu seven insan çok vardı esnaftan, muhtelif insanlar, muhabbet eden insanlar vardı. Onlar da Pazar günleri gelirdiler medreseye sohbet ederlerdi. Herşeyden haberi vardı. Onlara farklı konularda konuşur tatmin ederdi. Onlar da, kah düşünerek, kah hayret ederek, göz yaşları ile dinlerlerdi. Ben de o günkü zihnim ve muhayyilem ile hayret eder, bu büyük adamları dinler ama yola devam ederdim.

Sene 1936-37 imparatorluk coğrafi olarak sona ermiş ama Osmanlı tipleri hala yaşıyordu. Osmanlının bütün kurumları yıkılan imparatorlukla birlikte bilinçli bir gayretle siliniyor, yeni bir  toplum ortaya konuyordu. Cumhuriyet güzel bir rejimdi ama Osmanlı’nın içinde öğe olduğu  bir cumhuriyetin ne zararı vardı? Dedeleri, babaları, oğulları, torunları savaş meydanlarında gufrana ermiş insanların geri kalanları yıkılan imparatorluğa mı, kaybettiklerine mi, yeni kurulan kimliği belirsiz topluma mı hayret etsinler idi? ”Yav bu nasıl oluyor, nereye gidiyoruz, memleketin sahibi yok mu diye“ ağlardılar. Onları seyreder, üzülürdüm. Olaylar hep İslamın aleyhineydi. Yok mu bu dini İslamın sahibi diye serzenişte bulunurdular. ”Onlardan çok etkilenirdim ama acip bir tavırla bunlardan olumsuz değil hamiyetim tahrik olurdu.”

Bir gün ders okurken Hacı Mustafa Efendi, İşaratül İcaz’ı gösterdi. Bu eser-i güzideyi Bediüzzaman Hazretleri cihan harbinde Pasinler cephesinde harbederken yazmış. “At sırtında harbederken nasıl yazılır“ dedim. “İşte yazmış“ dedi. ”Bu İşaratül İcaz Kur’an-ı Azimüşşanı öyle nüktelerle işlemiş ki keşke bütün Kur’an’ı böyle tefsir etseydi“ dedi. Dedim, ”Bu zat nerede?” Devlet onu nefyetmiş Isparta havalisine, Barla’ya. Niye nefyediyor? İslamiyeti yaymasından dolayı. “Peki bu zatı gitsek ziyaret etsek olur mu?” dedim. O anda onu görmek isteği uyandı bende. O anda Üstadın ve Risale-i Nurun muhabbeti kalbime yerleşti.

Mustafa Efendi evinde okuturdu, medresesi eviydi. O günler onun hissiyatına göre değildi. Bir gün dedi ki “ben bu memlekette yaşayamam Kur’an-ı Kerim yasak, medreseler kapandı. Medine’ye gideceğim.”

Babam beni aldı götürdü Hacı Faruk Bey’e verdi, ondan ders okumaya başladık. Kaldığımız yerden devam ettik. Sohbetler ederdi, ayrıca bir dünya görüşü vardı, o zamanın entellektüeli idi. Ona Allah ona bir  hafıza  vermişti ki şaşmamak mümkün değildi. Kadı Beyzaviyi okuturdu bize.

Sekiz yıl Mebadi-i ulum-ı Arabiyeyi okudum. Daha sonra Kadı Beyzavi’ye geçtik. Yirmi yaşındaydım. Dokuz yaşından o zamana kadar bu ilimlerle uğraştım. Hacı Faruk bey vefat etti. Ordan Efe Hazretleri, Alvar imamına gittim. O beni bir adama kattı, ”Bunu Ağrı’da  Hacı Nadir Efendi’ye götür” dedi. O zat Efe’nin müridi idi. Ondan sonra orada okudum.

Demokrat Parti iktidara gelince Faruk Efendi’den derse devam ediyordum. Halk Partisi silindi. Zannettikki kıştan yaza çıktık. Eskiden ağlayanlar, şimdi de ağlıyor ama sevincinden. Faruk Bey bizi Necip Fazıl’ın Büyük Doğu dergisine abone etmişti. O zaman Necip Fazıl dergisine bir başlık atmıştı:

“Surda bir gedik açtık mukaddes mi mukaddes

Artık ey kahpe rüzgar nerden esersen es!”

1960 ihtilali oldu, sekiz nur talebesini topladılar, bir arabaya bindirdiler. Get ha get. Kamil Sirkeci vardı “hocam bizi nereye götürüyorlar” dedi. “Yav Kamil Bey biz medresede okurken hayatımız bu uğurda feda olsun demedik mi?” dedim. ”Allah razı olsun hocam” dedi ve bir sigara yaktı bindik teyyaraye. Bir subay geldi “sizi Sivas’a götürüyoruz” dedi.  Hapishane arabası götürdü, üstü kapalı bir yere koydular.

Tunceli’nin Alevileri Demokrat Parti’ye hizmet ettiklerinden onları da toplamış getirmişler. Beraber bir koğuşa düştük, beraber çay içiyoruz, onlar namaz kılmıyorlar. “Siz de Müslüman biz de Müslüman biz kılıyoruz siz kılmıyorsunuz. Kılmanın ehemmiyetini anlatalım onlar da anlasınlar namazın önemini. Hocam “Bizim namazlarımız kılınmış” dediler. Allah kabul etsin dedim. Namazınızı kim kılmış diye sorduk. Niye demiyorsunuz Hazreti Ali bizim namazımızı kılmış. Tuncelililerin namazını kılmış, bizim Erzurumluların  niye kılmamış. “Namaz yemek gibidir, kimse kimsenin yerine  yemek yemediği gibi kimse kimsenin yerine namaz kılamaz” dedim. Onlara Kur’an öğrettik, altı ay beş gün kaldık, onlar İslamdan birşeyler kazandılar, orada 385 kişi namaz kılıyordu.

Turan Bilgin vardı. Askerler Adnan Menderes’e hakaret ettiler. O birgün çıktı sol kolunu uzattı kumandana: “Biz sevdiğimiz adama hakaret ettirmeyiz” dedi ve sesini kesti kumandan. Biz bunu niye on gün önce söylemedin diye ona söyledik.

Hapisaneye Said Özdemir risale göndermişti, çok büyük bir hizmete vesile oldu. İzzettin Doğan’ın babası orada idi. Hüseyin Doğan dede. Efendi mi efendi. Bu ne kadar efendi bir adam, hayret ettim.

Bizim ilk dersanelerimizden biri Rahmetli Şercil Ağabeyin Muratpaşa mahallesindeki terzihanesi idi, akşamları toplanır ders yapardık. Gündüz dünyevi ticarethane, gece uhrevi ticarethane. Akşam ders okurduk sabahtan ifade verirdik Şercil Ağabeyi ile.

Hapisten geldik. Murat Paşa medresemizi biz burdan gidince vali emir vermiş medresemizi söktürmüş. Geldik medresemiz yok. Hacı Süleyman Efendi dedi ki ”bir ev kiralayın kirasını ben verim, hizmete devam edin.” Bir ev tuttuk hanımlar yıkadı, serdiler, evin anahtarını bizden aldılar, korktular. Böyle dört ev değiştik, millet sevmediğinden değil korktuğundan.  Süleyman Efendi, ”bir ev alın parasını ben vereyim“ dedi. Şercil Abi, “rüya gördüm, karanlık künbette yatan zat uzun boyuyla bize hoşamedi etti.” Ev satılık, burası bir savcının. Bulduk savcıyı burayı 16 bin liraya aldık. Künbetin  tarihi elli yılı aşkın, ilk günden beri buradayım. Eve girince sevindik. İbrahim Canan, Adem Tatlı… Çok insanlar geçti bu evden.

Mustafa Sungur abi Samsun’da asker. Ağabeyleri duymuşuz ama görmemişiz, gidip Üstad’ı ziyaret edeyim dedim. Otobüse bindim benim bir talebem vardı, ”ben sana arkadaş olurum“ dedi. Akşam namazı okunmuştu Samsun’da indik, orda kolunda bir pardesü olan biri vardı. Arkadaşları da çeşmeden abdest alıyorlar. Ben de abdest aldım, beraber cemaat olalım dedim. “Sen Sungur Ağabey olmayasın” dedim. “Ta kendisiyim” dedi. Üstad’la mektuplaştım, Ilıca’da asker idim. Orda askerken assubaylara risale dağıttım, onlarım evlerinde ders okudum, nur talebesi oldular. O zaman yakalandık, hapse girdik.

Türkiye’deki Nurculuk tarihinde Künbet’in büyük yeri var. Türkiye’deki hizmetlerin çekirdeği olan birçok kişi buradan çıktılar. Gazete hizmetinin kaynağı buradan. Mustafa Polat abi ile başladı. Orhan bey benden eleman istiyor. “Risale-i Nuru iyi bilip anlatan eleman gönder” diyor. Mustafa’ya dedim ki ”sen İstanbul’a gider misin.” Gitti, bir eleman da Almanya’ya gönderdim. Hacı İshak bir rüya görmüş. Künbed Medresesi dünyanın her tarafına pirinç ekiyor. Üstadı rüyada gördüm İshak abi buyurdu ki. Rusya’dan bir adam kaçmış gelmiş, derslere devam ediyor, yirmi otuz gün geçti. “Yarın gideceğim” dedi. Aşiret reisi idi. Sohbetlerinden bir şey yaz orada götüreyim, orada anlatayım. Ben sana kitap vereyim bazı şeyler de yazayım sen git ben sana kitap göndereyim dedim. O mektubu yazarken sadece bir adamın namına değil de Doğu anadoludan Türkistan’a giden bir mektup tarzında kaleme aldık.

Künbet’in misyonundan biri de medrese geleneği ile geleneksel dini eğitim ile Risale-i Nur Medresesinin imtizacını sağlayan bir mekan olmasıdır. Burada her iki geleneği de kendinde toplayan insanlar yetişmiş ve bunlar ülkenin birçok yerinde hem medrese geleneğini, hem de Bediüzaman’ın inşa ettiği Risale-i Nur medrese geleneğini devam  ettirdiler.

Süleyman Kaya, Antalyalı. Bediüzzaman ona der ki, ”Bir hazine götürüyorsun, deve sırtında, devenin ayaklarının altında yumurta var ne yumurta kırılacak, ne de deve duracak.” Bunları birbirine değdirmeden iki geleneği de devam ettirmiş Kırkıncı Hocaefendi.

Felsefe okumuş, meşhur pozitivist Ogus Komt için “Öküz kont” dediğini duymuştum. Bu onun felsefe tarihini gözden geçirdiğini gösteriyor. İnsanı en evvel tarif eden Aristo, insan iki ayak üzerine yürüyen tüysüz bir da canlı demiş. Diyojen bir horozu yakalıyor ve diyor ki bu Aristo’nun insanı tarifidir. Efradını cami ağyarını mani olacak tarif. Bu tarif ağyarını mani olamadı, horoz geldi insan tarifinin içine girdi. Sokrat insanı ilk tarif etti cami tarif yaptı, hayvan-ı natık. Hayvan  dedi mi her canlı orada. Natık deyince insana tahsis edilmiş.

Hocamla Hoca Saadettin Efendi’nin Tacüttevarih’ini okuduk, Recaizade’nin Talim-i Edebiyatı’nı okuduk.

Hoca’nın hocaları Hacı Mustafa Efendi, Faruk Efendi, Sadık Efendi, Nadir Efendi idiler, hepsi farklı alanlarda idiler. Kırkıncı Hoca Bediüzzaman da araya girince bir alim ül kül hüviyeti kazanmıştı. O da fikirlerini farklı alanlar ile tezyin ederdi.

Erzurum’daki Bediüdzzaman mekanlarından biri Muratpaşa’daki Şercil Abinin Terzihanesi.

Bediüzzaman sürgüne giderken Erzurum’a uğramış, Kurşunlu Cami, Lalapaşa Camii, Esat Paşa gibi bazı camilerde bulunmuş. Halk ile bütünleşmiş. Onlara ders vermiş, sohbet etmiş. Cumaları Esat Paşa’da kılarmış. Vakit namazlarını Gürcükapı’da kılarmış, ikindiden sonra orda dolu camiye vaaz edermiş, o yüzünü nereye dönse millet de o tarafa dönermiş.

Müftü efendiden ders okuyoruz. İkindi namazından sonra, ders Mutezile’ye geldi. Zemahşeri bunlar rüyetullahı inkar ediyorlar. Rüyet konusunda delilleri zayıf ilim hadi değil. İlim ile hidayet farklı şeyler. Üstadın fikrinden ötürü söylüyor.

Hacı Faruk Bey’den dinlemiştim. Kurşunlu müderrisi Süleyman Efendi’den ders okuyoruz, söz onun üzerine geldi ki, Bitlis’ten bir genç adam çıkmış maneviyattan bir haberi var. Bu Üstad’ın Tahir Paşa’nın konağında olduğu yıllar. (1907 öncesi) Demişki “Avrupa fende ileri gitti, alemi İslamı mahkum ediyor, bizim de o ilimleri okumamız lazım, gerek bir darülfünun açmamız lazım, ben padişaha gidip bir darülfünun açtırayım bu memleketlerde.“ Tahir Paşa, ona “Erzurum’a git ulemanın reyini al, sonra git” demiş. Bir gün Faruk Efendi ders okuturken içeri bir genç girer. Getirip ona Tahir Paşa’nın üniversite açma konusunda  fikirlerini söyler. Üstad o zaman Kurşunlu camiinde kalır.

Bediüzzaman, Erzurum’da iken ulemayı bir ağanın evinde topluyor onlara darülfünunun önemini anlatıyor. 35 gün kaldıktan sonra Bayburt’a gidiyor, orada bir hafta kalıyor. Terzi Hasan Efendi anlattı. Üstad ders verecek Trabzon‘da meşahiten bir alim adama misafir oluyor. Ben o zatı ziyaret ettim, mübarek bir zat çok yaşlı bir zat piri fani.

Bediüzzaman’ın misyonu eğitimdir, İstanbul’da padişaha gazete lisanı ile “münhasif Yıldız’ı Darülfünun yap” der.

 

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
2 Yorum