Senai DEMİRCİ

Senai DEMİRCİ

Risale-i Nur, bir Hira yürüyüşüdür…

Hani demiştik ya, Üstad’ın yazdığı tefsir değildir; tefsir ötesidir. Meselâ, “Oku; yaratmakla olan Rabbinin adıyla…” mealli ilk ayeti, dışarıdan bir bakışla yorumlamak yerine, içeriden yaşayan biri olarak yazar. Bizi akışa baktırmaz; akışa kaptırır. Ayetle yüzleşmesini, hakikatle karşılaşmasını, damıtılmış kalp katreleri olarak arz eder.

Vahyin göğünü üzerimize inşa eden Alak suresinin bu ilk ayeti, ‘yaratan Rabb’e vurgu yaparak, artık Kur’ân’la konuşan Rabbin ve kâinatı yaratan Rabbin ‘aynı Rab’ olduğunu ima eder. Yani Kur’ân’daki konuşma üslubu, kâinattaki yaratılış üslubuyla aynıdır. Bundan sonraki tüm okumalar, kâinat kitabı, insan kitabı, Kur’ân kitabı, nübüvvet kitabı uyumunda yürür.

Üstad belli ki bu ayetin mesajını en başında kavramış… Bize bu ayetin mesajını anlatmak yerine, ayetin hakikatiyle anlatıyor, ayetin kalbini nabzımıza indiriyor. Ayetin ‘bak!” dediği yerden bakıyor, baktırıyor. İnsan fıtratı üzerinden okuyor ayeti. İnsanın fıtrat altyapısının sesiyle meallendiriyor vahyi…

Dokuzuncu Söz’ü okurken, Üstad’ın her namaz vakti için, yoğun duygusal yüklemeler yaptığını fark ettiğimde şaşırdım. “Namazın beş vakte hikmet-i tahsisi” gibi nispeten teknik bir başlık altında, tükenişler, terk edişler, soluşlar, ağlayışlar, gamlar, kederler, hüzünler gibi nice iç sızısına dokunması hayli yeni bir yaklaşım. Namazın beş vakit oluşunu, sadece teknik delillerin yeterliliği ve rivayet yorumlarının sahihliği üzerinden açıklamaya çalışan klasik yorumları bir kenara bırakıyor Üstad. İnsanın iç seslerinin çağıltısında duyuyor secdeye çağrı vakitlerini. İnsanın sonsuzluğa ihtiyacını ve ebedî vuslata iştiyakını, gerçek bir ‘ezan’ olarak dillendiriyor. Ezan’ın yani, çağrının sesini kalbe dokunduruyor.

‘Kur’ân okuma’yı, ‘insanın fıtratını okuma’ üzerinden gerçekleştiriyor. Böyle bir kâinatta böyle bir insanı yaratan Rabbin adına okuyor Kur’ân’ı. Rum Suresi’nin 17. ve 18. ayetlerini okurken, Alak Suresi’nin ilk ayetini uyguluyor. “Ben böyle ettim…” de demiyor; sadece uyguluyor, sadece yaşıyor, sadece aksettiriyor. Risale bahçesinin altından akan ayet nehirlerini keşfetmeyi bize bırakıyor…

Misal akşam vakti…

Akşam vaktinin sahnesinde “İbrahimce bir feryad” düşürürüz kalbimize. “Batan şeyler sevilmez…”/“Lâ uhibbul âfilîn…” İbrahim’in yâdını feryadımız yaparız. Rabbimizin kulu İbrahim[as] üzerinden gösterdiği gerçeği, canlı ve heyecanlı olarak, yeni ve taze olarak yaşarız. Akşamın hatırlattığı ayrılıklar, kış mevsiminin uyandırdığı ölüm ve kıyamet gerçeği, İbrahim’in[as] diliyle seslendirilen ayetler iç dünyamıza yeniden iner. Hâlimiz bu ayetlerin yeni nüzul sebebi olur. Hüzün ve elemlerimiz, gam ve kederlerimiz ayetleri inişine hazırlanır. Susarız adeta ayetin anlamına.

Bahiste ilerledikçe, Üstad, İbrahim’in[as] sesini içimizdeki sessiz sancılara tercüman yapar. Güzel bir d/okunuş yaşatır. Fıtratımıza dokundurur ayeti. ‘Yaratmakta olan Rabbin adıyla oku’mayı gerçekleştiririz sessizce. İbrahim’ın rolünü verir bize Üstad. “Ayine-i Samed” olan kalbimizi “Batan şeyler sevilmez…” sahnesinde buluruz. Ağlayışlarını avuçlarız, sızılarını bileğimize akıtırız, taze bir titreyişle sarsılırız. Ayetin nüzulüne taze bir sebep oluveririz. Hem İbrahim’in[as] hatırası canlanır, En’am Suresi’nin 76-78. ayetlerinin anlamı güncellenir.

Bu ayetlerin aktardığı iç hesaplaşmaları, tarihi bir olay olarak değil, an içinde kanayan bir yara olarak yaşamaya başlarız. İbrahim’in[as] şahitliğinde “zevâl ve firak” arasında salınan bir âlemde olduğumuzu hatırlarız.

Bu gerçeğin bir insan üzerinden hatırlatılması, her insana şu gerçeği hatırlama görevi verir.“İnsana yaratan Rab, insana yaratılışı üzerinden konuşur. Yabancı biri olarak, dışarıdan bir ses olarak konuşmaz. İçinin sesini yeniden buldurur insana. İnsanın Rabbi, insana konuşur, insanla konuşur, insanda konuşur, insandan konuşur.

Kanaatimce, bu üç aşamalı tefekkür, akşam vaktinin ibresinin dokunduğu üç grup gurub üzerinden de yenilenebilir: Yazın batışı, ömrün batışı, dünyanın batışı:

76. Vaktâ ki üzerini gece kapladı bir yıldız [yaz mevsimi] gördü “Bu imiş rabbim” dedi, derken batıverince “Ben öyle batanları sevmem” dedi. 77. Vaktâ ki ay’ı [kendi ömrünü] doğmak üzere iken gördü “Bu imiş rabbim” dedi, derken batınca “Kasem ederim ki, dedi, rabbim beni hidayetine mazhar etmese idi muhakkak şu [dünya hayatına kanan] şaşkın kavimden olacakmışım.” 78. Vaktâ ki güneşi [dünyanın kendisini] doğmak üzere iken gördü “Bu imiş rabbim, bu hepsinden büyük” dedi, o da batınca “Ey kavmim,” dedi, “haberiniz olsun ben sizin şirk koştuğunuz şeylerden beriyim.”

Allah Resulü’nün her namaz vaktinde bu üç türlü gurubu müşahede ettiğine dair en tatlı haber, sık sık, namaza başlarken “Subhaneke Allahumme…” duası yerine, bu üç ayetin özet sonucu olan En’am 79. ayeti okumayı tercih etmesidir:

“Bakın, ben batıl olan/batıp giden her şeyden yüz çevirerek, yüzümü gökleri ve yeri var eden Fâtır’a çevirmekteyim; ben O’ndan başkasına ilâhlık yakıştıranlardan değilim!"

Ehli Kur’ân’ın latif yorumuyla, kalbin “kelime-i tevhidi”dir bu ayet. ‘Lâ ilâhe ilâllah’ın aşk eksenindeki terennümüdür, sevmelerin yatağındaki çağıltısıdır.

Ayetleri, hep tazelediği “İkra!” heyecanıyla, yine yeniden, dura durula, yorula yoğrula, kalbimize okutan Üstad’a bin teşekkürle… Bizi hep Hira’da tutuyor demek ki… Ne güzel!

 

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
10 Yorum