Resulullahın benzersiz hukuku ve kulluğu

Resulullahın benzersiz hukuku ve kulluğu

Prof. Dr. Ahmet Akgündüz’ün “Resulüllah'ın getirdikleri...” yazısı…

Risale Haber-Haber Merkezi

 

Prof. Dr. Ahmet Akgündüz’ün yazısı:

 

Resulüllah'ın getirdikleri...

 

I- GİRİŞ

 

Kur'ân'ın nassıyla âlemlere rahmet olarak gönderilen bir zatın getirdikleri de, elbetteki beşeriyet için mutlak sâadet, rahmet ve hidâyettir. Biz bu sohbetimizde, manevî bir okya­nus gibi ucu bucağı görülmeyen Resulüllah'a ait güzellikleri size arz etmekten âciziz ve ma'zûruz. Sadece bazı katrelerini aktararak "damla denize delâlet eder" sözünün muktezâsınca gerisini sizin akıl, kalb ve hayâllerinize havale edeceğiz.

 

Şunu önemle belirtelim ki, şu kâinat sarayının sebeb-i vü­cudu Hz. Resulüllah'dır. Zira anlaşılmaz bir kitap, muallim­siz olsa, manasız bir kâğıttan ibaret kalır. Şu kâinat kitabı da, Resulüllah'ın getirdiği ve tebliğ ettiği hakikatlar olmasaydı, ma­nasız ve lüzumsuz olurdu. İkinci bir husus da, şu kâinat sa­rayının devam ve bekası, zişuur sâkinleri olan cin ve insan­ların, o şanlı peygamberin getirdikleriyle amel etmelerine bağ­lıdır. Netice olarak diyebiliriz ki, eğer kâinat kitabını bize tarif ve ta'lim eden Resulüllah olmasaydı, kâinatın hâlıkı olan Al­lah şu kâinat sarayını bina etmezdi ve yine belirtebiliriz ki, o yüce üstadın yani Resulüllah'ın talimatını, ahali dinlemedik­leri vakit, elbette bu kâinat sarayı tahrib edilecek yani kıya­meti koparılıp daha güzel bir aleme tebdil edilecektir. O hal­de “Sen olmasaydın…” şeklinde nakledilen hadis-i kud­sinin manası, mübalağa değildir; belki aynı hakikattır.

 

Şimdi Rasulüllah'ın ne getirdiğine kısaca atf-ı nazar ede­lim: Resulüllah (A.S.M.), öyle bir hukuk nizamı, öyle bir ubu­diyet ahkâmı, öyle bir dua, öyle bir davet ve öyle bir iman ile ortaya çıkmış ki, bu zikredilenlerin ne misli var ve ne de olur. Bunlardan daha mükemmeli, ne bulunmuş ve ne de bulunur. Bu zikrettiğimiz, hayal değil hakikattır. Şahidi 'ya­şanmış 14 asır; yazılmış milyonlarca İslâmî eserler; yetişmiş yüzlerce ve milyonlarca İmam-ı Gazaliler, İbn-i Sinalar, Ebu­bekirler ve Ömerler. Arzu eden ve kabiliyeti olan, o hidayet güneşinden nur alarak sümbül veren ve açan her asırdaki hi­dâyet ve ilim çiçeklerini seyreder ve bu çiçeklerin Ebu Hanife, İmam-ı Şafii, Şah-ı Geylâni ve Şah-ı Nakşibend gibi nice solmaz meyveler verdiğini görebilir. Biz sadece Resulüllah'­ın getirdiklerinden bazılarına, numûne nev'inden nazar ede­ceğiz.

 

II- EMSALSİZ BİR HUKUK NİZAMI GETİRMİŞTİR

 

Resulüllah'ın getirdiği hidâyet meyvelerinin başında, em­salsiz bir hukuk nizamı bulunmaktadır. Ecdadımızın şer’-i şerif ve şeri’at dediği bu hukuk nizamı, ümmî bir zatın eliyle or­taya çıktığı halde, on dört asrı ve insanlığın da beşte birini, adalet ve hakkâniyet üzerine idare etmesinin, elbetteki dün­yada emsâli yoktur. "Fazilet odur ki, düşmanlar dahi tasdik etsin" kaidesince, Hollanda'lı bir gayr-i müslim hukukçunun dediklerini buraya aldıktan sonra bazı müşahhas misaller ver­mek istiyorum: "İslâm hukukunda bir çok hükümler vardır ki bazıları pek yakın vakitlerde, Avrupa'ya girebilmiş ve da­ha bir çok hükümleri vardır ki, asrımızdan sonra girecektir (1897).

 

Bu iddiamıza delil olmak üzere, şu şer'î hükümleri misal olarak zikredebiliriz; ehlî hayvanların himâye ve mu­hafazası; çevre hukuku; borçlunun borcunu ifa etmediği za­man hapisle tazyiki; mahkemelerde davaların meccanen gö­rülmesi; evli bir kadının kocasının iznini almadan kendi mallarında tasarruf hakkına sahip olması; alım-satıma yetkili oluşu; boşanmanın kolaylığı; bütün müslümanların, makam ve sıfatlarına bakılmasızın kanun önünde eşitliği; sorgulamalarda sanıkların ikrar ve itirafa zorlamak için işkencenin yasak edilmiş olması ve benzeri sayamadığımız hükümler".(1)

 

1927'de toplanan hukuk kongresinin yayınlanan sonuç be­yannamesinde de şu satırlar yer almaktadır: "Beşeriyet Hz. Muhammed ile iftihar eder. Çünkü o zat ümmi olmasıyla be­raber, 13 asır evvel insanlığa öyle bir hukuk nizamı getirmiş­tir ki, biz Avrupalılar 2 bin sene sonra onun kıymetine ve ha­kikatına yetişsek mesud ve bahtiyar oluruz".(2)

 

Gerçekten ümmi bir insanın fiillerinden, sözlerinden ve hallerinden çıkan İslâmiyet, her asırda ortalama 300 milyon, asrımızda ise 1 milyar 300 milyon insanın rehberi ve mercii olmuştur. Bilindiği gibi İslâm Hukukunun ikinci önemli ve aslî kaynağı sünnettir. Bugün bütün dünya hukukçularının hay­ranlıkla tetkik ettikleri ciltler dolusu şer'î hükümler, Kur'ân ve sünnet kaynağından alınmıştır. Resul-i Ekrem'in sünnetinin kaynağı ise, üçtür; sözleri, fiilleri ve halleridir. Bunların ifade ettikleri hükümler de üç kısımdır: Farzlar, nâfileler ve güzel âdet ve âdâblar. Farz ve vâcib olanlarına herkesin uy­ma mecburiyeti vardır ve fıkıh kitaplarında bütün tafsilâtıyla tetkik edilmiştir. Terkedilirse azap ve ikap vardır. Nâfile olan­lara yine ehl-i imanın ittiba'ı tavsiye olunmuştur. Değiştiril­mesi bid'attır, dalâlettir ve büyük hatadır. Sünnetin yeme ve içme gibi âdetler kısmı ise, hikmet, maslahat, hususi ve içti­maî hayat itibariyle fevkalade güzeI neticeleri ihtiva eder. Zi­ra her normal hareketinde dahi çok önemli neticeler ve hik­metler bulunduğuna Kur'ân işaret ettiği gibi, yapılan ilmî tet­kiklerle de isbat edilmiştir. Ayrıca onlara ittiba' etmekle âdetler ibâdetlere döner. Elbette Resulüllah'ın sünneti, uyulacak en güzel nümuneler, takip edilecek en sağlam rehberler ve düstur ittihaz edilecek en muhkem kanunlardır. Sünnete uymayan, tembellik ederse büyük hasârat; ehemmiyetsiz görürse bü­yük cinayet ve tekzip edercesine tenkid ederse büyük dalâ­let içindedir.(3)

 

Resulüllah'ın getirdiği hukuk nizamı, her müessesesi ile beşeriyete rehberlik etmiş ve gerçek hukuk dersini vermiştir. Mesela, batılı yazarların devletler hukuku ile alâkalı eserleri, ancak 1532-1577 yılları arasında yani XVl. miladî asırda ka­leme alınırken, Resulüllah'ın manevî ders halkasında yetişen İslâm müçtehidlerinin konuyla ilgili iIk eserleri, "siyer" başlı­ğı altında 770-804 yani VIIl. asırda kaleme alınmıştır. İlk müs­lüman Türk Devleti olan Karahanlılar zamanında yetişen İmam Serahsî'nin devletler hukukuna dâir İmam Muham­med'in eserini beş cilt halinde şerh etmiş olması, ne acıdır ki, bizden önce Avrupalıların hayretini mûcip olmuştur.(4)

 

1179 tarihinde Latran Konsili, hristiyan ülkelerde müslüman dev­letlerin ticarî temsilci bulundurması yani konsolosluk açması şurda dursun, hristiyanların müslümanlarla ticaret yapması­nı dahi yasaklamıştır. Halbuki diğer tarafdan müslümanlar ve özelIikle de müsIüman Türkler, Avrupa tüccarlarına şer’i sınırlar içinde kendi ülkelerinde temsilci bulundurmalarına da­hi müsaade etmiş yani konsolosluk müessesesini devletler hu­kukuna İslâmiyet kazandırmıştır".(5) Devletlerarası münasebet­lerde bu böyle olduğu gibi, fertler arası münasebetlerde de durum aynıdır. 1215 miladî yılında kralın karşısında insan­ların da hayat hakkını tanımayı, kendileri için şeref kabul eden Avrupa'nın yanında, İslâm hukuk nizamı, günümüzdeki şek­liyle insan hakları beyannamesinden daha ileri bir tarzda fert­lerin hak ve hürriyetlerini hem tanımış ve hem de garanti al­tına almıştır. "Her müslümanın canı, malı ve ırzı, diğer müs­lümana haramdır, dokunulmazdır. kişiye şer olarak, müslü­man kardeşini hakir görmesi yeter." buyurarak şahsî hakları teminat altına alan Resulüllah'ın beyanları; "Erkek ve kadın bütün mü'minlere, işlemedikleri bir suç yüzünden işkence ve eziyet edenler, muhakkak bir yalan ve apaçık bir suç yüklenmişlerdir" (6) ferman ederek işkenceyi ve haksız itham­ları şiddetle reddeden Kur'ân'ın emirleri nerede? 1789 inkı­lâbından sonra bile kadını akıl hastası gibi mahcûr sayan Av­rupalılar ile 1989'da dahi hak ve hürriyeti kendi istek ve ar­zuları ile sınırlayan ve tanımlayan Avrupa-kâselilerin sakat an­layışları nerede?

 

Şunu belirtelim ki, tehditlerle, korkularla ve hilelerle in­sanları başka bir mecraya çevirtmek mümkündür: fakat bu daima muvakkattır. Ancak irşadı ile hükümleri ile kalblerin derinliklerine kadar nüfuz etmek, duyguların en incelerini he­yecana getirmek, yüce ahlâkı hukuk nizamı ile beraber tesis edip alçak huyları imha eylemek ve sadece görünürde de­ğil; kalblerde ve gönüllerde de hukukun meşrûiyetini kabul ettirmek, yalnız ve yalnız Resulüllah'ın getirdiği hukuk niza­mına has bir vasıftır. Zira bu hal başlı başına bir mucizedir. Soruyorum, dünyada hangi kanun veya anayasanın hüküm­leri, 14 asır boyunca her asırda en az 300 milyon insan tara­fından okunuyor, hürmetle baştacı ediliyor ve milyonlarca hâfızlar tarafından tamamı ezberlenip zevkle ve şevkle kıraat ediliyor? Bu sadece Resulüllah'ın getirdiği hukuk nizamının anayasası olan Kur'ân'a has bir mazhariyettir.

 

Yine düşününüz ki, asr-ı saadetten önceki zamanlarda kalp katılığı ve merhametsizlik öyle bir hadde ulaşıyor ki, ko­caya vermekten âr duydukları kızlarını diri diri toprağa gö­müyorlar. İslâm'ın tesis ettiği nizam ve doğurduğu merha­met, şefkat ve insaniyet sayesinde, evvelce kızlarını gömer­lerken müteessir olmayanlar, İslâmiyet dairesine girdikten sonra karıncaya bile ayak basmaz oluyorlar. Böylesine kalb­lerde, gönüllerde ve vicdanlarda inkılab yapabilmek hangi nizama ve dünya görüşüne nasip olmuştur? Bu hâkikatı id­râk eden ve Resulüllah'ın Kur'ân'la getirdiği ilahî nizamı az da olsa tanıyabilen büyük Alman devlet adamı Bismark, his­siyâtını şöyle ifade etmektedir: "Muhtelif devirlerde, insanlı­ğı idare etmek için Allah tarafından geldiği iddia olunan bü­tün semavî kitapları tam ve etraflıca tetkik ettimse de, tahrif olundukları için, hiçbirisinde aradığım hikmet ve tam isabeti göremedim. Bu kanunlar, değil bir cemiyeti, bir evin bile sa­adetini temin edemezler. Ancak Hz. Muhammed'in tebliğ et­tiği Kur'ân, bunun tek istisnasını teşkil eder. Ben Kur'ân'ı her cihetten tetkik ettim her kelimesinde büyük hikmetler gör­düm... Sana muâsır bir vücud olamadığımdan dolayı müte­essirim ey Muhammed! Muallimi ve nâşiri olduğun bu kitab senin değildir; o ilâhîdir. Bu kitabın lâhûtî olduğunu inkâr et­mek, mevzu ilimlerin butlanını ileri sürmek kadar gülünçtür. Bunun için, beşeriyet senin gibi mümtaz bir kudreti bir defa görmüş, bundan sonra göremeyecektir. Ben, huzur-ı mehâ­betinde kemâl-i hürmetle eğilirim."

 

III- EMSALSİZ BİR UBUDİYET ÖRNEĞİDİR

 

Resulullah’ın, dininde bulunan bütün ibâdetlerin her çe­şidinde en ileri olması, herkesden ziyade takvada bulunması ve Allah'dan korkması, en zor dünyevî şartlarda bile tam ta­mına ubûdiyetin en ince esrarına kadar riâyet etmesi, hiç kim­seyi taklid etmeyerek ve tam manasıyla, ilk defa ama en mü­kemmel olarak, ibtidâ ve intihayı birleştirerek yapması, el­bette misli görülmez ve görülmemiştir. O'nun her konuda ol­duğu gibi, ubûdiyet mevzuunda da en ileri olmasına müşah­has bir misal vermek istiyoruz: Abdullah İbn-i Ömer anlatıyor:

 

Hazret-i Aişe'ye Resulullah'dan gördüğün hallerin en aci­bini bana haber ver dedim. Bunun üzerine ağladı ve uzun süre ağladıktan sonra bana şöyle dedi: O'nun her işi acibdi. Bir gece bana geldi, yorganıma girdi, bana iyice yaklaştı. Son­ra buyurdu ki, "Ey Aişe! Bu gece bana Rabbime ibâdet et­mek için izin verir misin?" Ben de "Yâ Resulallah! Ben senin yakınlığını severim, ancak muradını da severim, buyurun" dedim. Kalktı, odadaki su kırbasına vardı, abdest aldı, suyu çok da dökmedi, sonra namaza durdu. Kur'ân okudu ve ağ­lıyordu. Sonra iki elini kaldırdı, yine ağlıyordu. Hatta göz yaş­larının yeri ıslattığını gördüm. Daha sonra Bilal geldi. Kendi­sine sabah namazını haber veriyordu. Baktı ki ağlıyor, "Ya Resulullah! Gelmiş geçmiş günahlarını Allah mağfiret ettiği halde sen de mi ağlıyorsun?" dedi.

 

Buna hemen şu cevabı verdi: "Ben, Rabbimin nimetlerine şükreden bir kul olmaya­yım mı? Hem nasıl ağlamayayım? Allah bu gece şu âyetleri inzal buyurdu: (Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılışında, ge­ce ve gündüzün muntazam bir mizan içinde değişiminde, akıl ve idrâk sahibi olanlar için alınacak ibret dersleri ve deliller vardır... mealindeki âyetle başlayan Al-i İmran'ın son âyet­leri)". Sözünü şöyle bitirdi: Yazıklar olsun, bu âyetleri çene­leri arasında çiğneyip de içindeki hakikatları tefekkür etme­yenlere!.." (7)

 

IV - HARİKA BİR MEDENİYET VE AHLÂK NİZAMINI TE'SİS EYLEMİŞTİR

 

Resulullah'ın getirdiği ahlâk ve medeniyet nizamının da­hi dünyada misli görülmemiştir. Zira Arap Yarımadasında ya­şayan vahşi, âdetlerine mutaassıp ve de inatçı bir kavmi, hem içinde bulundukları kötü ve vahşiyane ahlâklarından kısa za­man içerisinde kurtarmış ve hem de bütün güzel ahlâk ile teç­hiz edip dünyaya muallim ve medeni milletlere üstad eyle­miştir. Kısa zaman içinde kalplerin sevgilisi, akılların mualli­mi, nefislerin mürebbisi ve gönüllerin sultanı olmuştur. Bu hükmümüzün en canlı şahidi, İslâm'dan evveI Ömer ve İs­lâm'dan sonra Ömer'dir. Bir başka yaşanmış misali ise, be­raber dinleyelim: Hz. Ömer devrinde Sa'd bin Ebi Vakkas Irak cephesi kumandanıdır. Müslümanların önlerindeki bü­tün maniler. bertaraf olmuş ve sıra Sasani İmparatorluğuna son vermeye gelmiştir. Hz. Sa'd, son darbeden önce, Sasa­ni İmparatoru Yezdgürd'e Nu'man isimli bir sahabenin başkanlığında mürahhas bir hey'et göndermiştir.

 

Sasani devle­tinin başşehri olan Medâyin'e İslâm heyeti gelince, atları eğer­siz ve belleri silahsız olan bu insanların fakir oldukları yüzlerinden okunuyordu. Kisra, sarayını en güzel tarzda tefriş et­miş ve huzuruna kabul ettiği müslüman elçilere ne için gel­diklerini sormuştur. Heyet başkanı Nu'man, önce İslâm'ı an­latmış ve sonra da şu veciz ifadeyle maksatlarını açıklamış­tır: "İki teklif ile gelmiş bulunuyoruz; ya cizyeyi vermek ya­hut harbetmek." Bu cevaba çok sinirlenen Kisra, karşısında­kileri hakir görerek hakarat etmeye başlamıştır. Bütün mil­letlerin en sefili ve en fakiri olduğunuzu unutuyor musunuz? Siz değil miydiniz, yemek yediğinde ağzını, bevlettiğinizde bil­mem neresini aynı eteği ile silen Araplar? Siz değil miydiniz birbirinize düşüp de size komşu olan valilerimi gönderip yo­Ia gelmeniz için emir verdiğim eşkiyalar? Bu hakaretleri ga­yet sükûnet ve vakarla dinleyen müslümanlar adına Hz. Muğîre şu cevabı vermişti:

 

"Bu zatların hepsi Arap kabile reisleridir. Onların taham­mülkâr asâletleri dolayısıyla söz söylemeye ihtiyaç görmüyo­rum. Fakat söylenmesi icabettiği halde henüz söylenmeyen bazı sözler var ki, ben bunları ifade etmeye çalışacağım. Bi­zim eskiden fakir ve rezil bir hayat yaşadığımız ve yanlış yol takip ettiğimiz doğrudur. Biz hep birbirimizi yerdik, bu da doğ­rudur. Kızlarımızı diri diri gömerdik, bu da doğrudur. Ancak Allah bize, en asil ailemizden bir peygamber gönderdi. Ön­ce onu da reddettik, isyan ettik. Ne zamanki onun hidayeti­ne sarıldık, işte bu hale geldik. Peygamberimiz ne derse Al­lah'ın irâdesiyle söyler ve ne yaparsa O'nun emriyle yapar. Kısaca peygamberimiz bize bu dini bütün dünyaya tanıtma­mızı emretti. Bu diııi kabul edenlere kardeş muâmelesi yap­mamızı buyurdu. Dinimizi kabul etmeyip cizye verenlere ehl-i zimmet nazarıyla bakmamızı emretti. Bu iki teklifden birini kabul etmeyenlerle aramızda ise hüküm, kılıçdır".(8) Şimdi düşünelim; sigara gibi küçük bir âdeti küçük bir cemiyette bü­yük bir hâkim hem de büyük bir himmetle ancak devamlı kaldırabilir. Halbuki Resulullah, getirdiği ahlâk ve medeni­yet nizamı ile, inatçı ve mutaassıp büyük milletlerden, görü­nüşte küçük bir kuvvet ve az bir himmetle, az bir zamanda, bütün kötü ahlâkı kaldırmış ve yerine en güzel ahlâkı dem ve damarlarına kadar yerleştirmiştir. Şu asr-ı saadeti görme­yenlerin Arap yarımadasını gözlerine sokuyoruz. Haydi yüz­lerce filozof ve pedagoglarını alıp oraya gitsinler, yüz sene çalışsınlar. O zatın, o zamana nisbetle bir senede yaptığının yüzde birisini acaba yapabilirler mi?

 

V- ECDADIMIZIN VELADET-İ NEBEVİYEYE GÖSTERDİĞİ İHTİMAM

 

Resulullah'ın getirdiklerini bu kısa sohbete sığdırmamız mümkün olmadığını başta söylemiştik. Şimdi de müslüman ecdadımızın velâdet-i nebeviyeye gösterdikleri ihtimam üze­rinde kısaca durarak sohbetimize son vereceğiz.

 

Bin sene âlem-i İslâm'ın bayraktarlığını yapmış olan müs­lüman Türk milletinin kurduğu en büyük İslâm Devleti olan Osmanlı Devleti, peygamberimizin doğum günü münasebe­tiyle okunacak mevlidi ve yapılacak tebrikleri, bir çeşit idarî anayasaları olan teşkilât kanunlarında tanzim etmişlerdir. Tev­kiî Abdurrahman Paşa Kanunnamesinden öğrendiğimize gö­re, selâtin camilerinden birinde okutulacak mevlide bütün devlet erkânının katılması mecburidir. Vezirler, şeyhülislam­lar ve nihayet sadrazam mihrabda teşrifat kaidelerine göre yerlerini alırlar. Mevlidhânlar müezzin mahfilinde mevlidi oku­maya başlarlar. En son Padişah gelir ve kendine has mahfil­deki yerini alır. Mevlid dinlenir. "Geldi bir ak kuş kanadıyla revan-Arkamı sığadı kuvvetle heman" beyti söylenince aya­ğa kalkılır ve bu esnada Haremeyn Şerifinden gelen mektup padişaha arz edilirdi. Sonra padişah, Medine-i Münevvere'­den getirilen hurmadan bizzat sadrazama takdim eder ve el­den ele bütün misafirleri dolaşırdı. Mevlidden sonra ziyafet­ler verilir ve ziyafet bitince de Padişah selamlanıp herkes evine dağılırdı. (9)

 

Şer'iye sicillerindeki kayitlardan Mevlid ve Rega­ib gibi kandillerde, padişahın emriyle selâtin camilerinin kan­dillerinin yakıldığını ve devlet memurlarına hilâtlar giydirilip hediyeler verildiğini öğreniyoruz.(10) Düzenlenen bu merâsim­lere mevlid alayı denirdi. Sultanahmed Camii inşa edildik­ten sonra, mevlid alayları genellikle burada yapılırdı. Osmanlı Devleti'nin son zamanlarına doğru; bu merasimler terk edil­memişse de eski debdebesini kaybetmiş ve hatta bazen sa­ray içinde yapıldığı da olmuştur.

 

Dikkat edelim, tarihten ibret alalım. Koca Osmanlı Dev­leti'nin yıkılması bu manevi temellerinin sarsılmasıyla olmuş­tur. Bazı tarihçilerin her şeyi maddeye irca eden fikirleri ve bazı devlet adamlarımızın da yarasa bakışlarının tersine, Os­manlı Devleti'nin yıkılması, kendilerini zaferden zafere koş­turan gerçek sebep ve yolları unutmalarından kaynaklanmış­tır. İsterseniz bu konuyu da tarafsız bir Avrupalının dilinden dinleyelim ve sohbetimize son verelim:

 

"Şer'-i şerif, Osmanlı Devleti'nde şimdiye kadar tatbik olunduğu gibi uygulanmış olsaydı, bu memleket, asrımızın dûçar olduğu felâketlere ma'rûz olmazdı. Tanzimat sonrası İslâm'ın terkine meyil, devletin yıkılmasına ve hilâl-i Muham­medî'nin küsûfuna alâmetti. Sultan Mahmud gibi bazı dev­let adamları, devleti bu kötü halden kurtarmanın çaresini, bazı Avrupa devletlerinin de tahrik ve hatta tehditleriyle Avrupa'ya meyl etmekde gördüler. Bizi taklit etmekten ibaret olan bu yeni meslek, görünüşte gayet güzel görülüyor ise de, kanaatime göre Osmanlı Devleti'ndeki ıslahatın semeresiz kalmasının bi­rinci sebebidir Vâ esefâ, Osmanlı Devleti'nde bulunan bü­tün kötü hallerin tamamı şer'î şerife isnad edilmiştir. Bu iddi­ayı ileri süren Avrupa'nın hristiyan devletleriydi. Zannettiler ki, bizim kanunumuzu tatbikden başka çare yoktur. Halbuki kabahat, İslâmiyet'te değil, İslâmiyet'in yaşanmasındaydı. Zira Hz. Muhammed mükemmel bir hukuk nizamı getirmiş olup, hristiyanlık gibi kötü ahlâk ve suiistimallere asla müsaade et­mez ve bu konuda İslâmiyet hristiyanlıkla mukayese edile­mez.(11)

 

“Minare Kandillerinin Regâib Gecesi Yakdırılması İçin Mahkeme İ'lâmı

Ma’rûz

Sultân-ı Enbiyâ Resûl-i Kibriyâ Muhammed'ül-Mustafâ Aleyhi ve Ûlâ 'Âlihi ve Ashâbihi Afdalü't-tehâyâ Hazretleri'­nin târîh-i hicret-i 'aliyyeleri olan 1179 senesinde vâki' ve yevmü's-sebten mazbût Recebi'I-müreccebîn Cuma'-yı 'ûla­sının leyle-i mergûbe-i mübârekesi olan Regâib gecesinde tefrîh-i kulûb-ı mü'minîn ve mü'minât için minârât-ı cevâmi'-i şen'fe kanâdil ile tezyîn olunmak de'b-i dirin olmakla cevâmi'-i selâtin kayyımlarına işbu leyle-i mübârekede vech-i meşrûh üzere minârât-ı neyyirâtı kanâdil-i nûr-efşân ile müzeyyen ve münevver etmeleri tenbîh olunacağı huzûr-ı 'âlîlerine i'lâm olundu. Emir ve fermân hazret-i men lehü'l-emrindir.

Fî Recebi'I-mürecceb 6 sene 1179.”

Arz olunur;

En yüce salat ve selâm O'nun ve âile efrâdının ve ashâ­bının üzerine olsun. Muhammed Mustafa Hazretleri'nin hic­ret tarihi olan 1179 senesinde meydana gelen ve cumartesi gününden tesbit olunan Receb Ayı'nın birinci Cuma gece­sinde -ki mübârek Regâib gecesidir- mü'minlerin gönüllerini hoşnut etmek için cami-i şerîf minareleri kandillerle süslen­mesinin usul ve adet olması sebebiyle selatin camileri kay­yımlarına bu mübarek gecede açıklandığı şekilde minareleri parlak kandillerle süslemeleri ve ışıklandırmaları tenbih olu­nacağı yüce makamınıza bildirildi. Emir ve ferman sizlerindir.

6 Receb 1179/1765.

 

Minare Kandillerinin Regâib Gecesi Yakdırılması İçin Mahkeme İ'lâmı (İstanbul Kadılığı, No: 1/25, sh. 1)

 

 ilam.jpg

 

DİPNOTLAR:

1-BOA, YEE, 14-1540, sh. 17-18.

2-Bediüzzaman, Mektubat, 197.

3-Bediüzzaman, Lem'alar, 53-54.

4-Serahsi, Şerh'us-Siyer'il-Kebîr, Kahire 1971, c.I-V.

5-Cin, Halil/Akgündüz, Ahmet, Türk Hukuk Tarihi, 1/386-387

6-Kur'ân, Ahzab, 58.

7-Hak Dini Kur'ân Dili, II/1256.

8-Mevlanâ Şibli, Hz. Ömer, İstanbul 1928, c. Vll/115-118.

9-Tevkiî Kanunnâmesi, MTM, II/535-536; Es'ad Efendi, Teşrifât-ı Kadîme, 2 vd.

10-İMŞSA, İstanbul Kadılığı, No: 1/25, sh.1

11-BOA, YEE, 14-1540, sh. 18-20.