Rabbinin gölgeyi nasıl uzattığını görmedin mi? Dileseydi onu sâbit kılardı

Rabbinin gölgeyi nasıl uzattığını görmedin mi? Dileseydi onu sâbit kılardı

Ayet meali

Bismillahirrahmanirrahim

Cenab-ı Hak (c.c), Furkan Sûresi 45-52. ayetlerinde meâlen şöyle buyuruyor:

45-Rabbinin gölgeyi nasıl uzattığını görmedin mi? Eğer dileseydi onu elbette sâbit kılardı. Sonra (biz) güneşi onun üzerine bir delil (o gölgenin sebebi) kıldık.

46-Sonra (güneşin yükselmesiyle) onu yavaş yavaş tutarak kendimize çektik (ortadan kaldırdık).

47-Size geceyi bir örtü, uykuyu bir istirâhat kılan da; gündüzü (rızık için çalışmak üzere) dağılma (zamânı) yapan da, O’dur.

48-Hem rüzgârları rahmetinin önünde bir müjdeci olarak gönderen, O’dur. Ve gökten tertemiz bir su indirdik.

49-Tâ ki onunla ölü bir yeri diriltelim ve yarattığımız birçok hayvanlara ve insanlara onunla su verelim.

50-Celâlim hakkı için, ibret alsınlar diye bunu aralarında çeşitli şekillerde açıkladık; (*) fakat insanların çoğu nankörlükten başka bir şeye yanaşmamaktadır.

51-Hâlbuki dileseydik, elbette her şehre (âkıbetlerinden haber veren) bir korkutucu (peygamber) gönderirdik.

52-Öyle ise kâfirlere uyma ve bununla (bu Kur’ân’la) onlara karşı büyük bir cihâd ile mücâhede et!

(*) “Kâinatta tasarruf eden haşmet-i rubûbiyet (Allah’ın haşmetli terbiye ediciliği), o koca güneşi şu zemin yüzündeki (dünyadaki) zîhayatlara (canlılara) bir hizmetkâr, bir lâmba, bir ocak; ve koca küre-i zemîni (yer küreyi) onlara bir beşik, bir menzil bir ticâretgâh; ve ateşi, heryerde hâzır bir aşçı ve dost; ve bulutu, süzgeç ve murdia (süt annesi); ve dağları, mahzen ve anbar; ve havayı, zîhayâta enfas (nefes) ve nüfûsa (nefislere) yelpaze; ve suyu, yeniden hayâta girenlere süt emziren dâye (dadı) ve hayvanâta âb-ı hayat (hayat suyu) veren bir şerbetçi hükmüne getiren rubûbiyet-i İlâhiye, gāyet vâzıh (açık) bir sûrette vahdâniyet-i İlâhiyeyi (Allah’ın birliğini) gösterir. Evet Hâlık-ı Vâhid’den (bir olan yaratıcıdan) başka kim güneşi arzlılara müsahhar (emir altında) bir hizmetkâr eder? Ve O Vâhid-i Ehad’den (sıfatlarında ve zâtında bir olan Allah’dan) başka kim havayı elinde tutar, pek çok vazîfelerle tavzîf edip (vazîfelendirip), rûy-i zemînde (yeryüzünde) çevik-çalak (gāyet çevik) bir hizmetkâr eder? Ve O Vâhid-i Ehad’den başka kimin haddine düşmüştür ki, ateşi aşçı yapsın ve kibrit başı kadar bir zerrecik ateşe, binler batman (tonlarca ağırlıkta) eşyâyı yuttursun ve hâkezâ (bunun gibi). Herbir şey, herbir unsur, herbir ecrâm-ı ulviye (gök cisimleri), o haşmet-i rubûbiyet noktasında Vâhid-i zü’l-Celâl’i (Celâl sâhibi ve bir olan Allah’ı) gösterir.” (Mektûbât, 20. Mektûb, 65)