Peygamberimiz (a.s.m.) 'gurme' değildi

"Ey Adem oğulları! Her secde edişinizde güzel elbiselerinizi giyin; yiyin, için, fakat israf etmeyin; çünkü Allah israf edenleri sevmez." A'râf sûresi, 31.

'Kendinden başlamak' bildiğin bir yoldan yürümek gibi. Tanıdıklık da kolaylıktır. Ünsiyet de bir nimettir. Eşya ile muamelemize bir öncelik/sonralık katar. Hem daha kesin konuşabilmeyi sağlar. İnsan kendisi kadar bilmez bir başkasını. Yazarken 'enfüs'ün bu kolaylığından istifade etmek gerek. 'Nefsini ıslah etmek' bu anlamda da kullanılası bir metod. Sende işe yarayan 'sen gibi olanda da' işe yarar. Allah herbirimizin içine bir laboratuvar koymuş. İnsan laboratuvarı... Deneysel bilgiye ulaşabilmek, manevî meselelerde, bu anlamda mümkün. Fakat bir şartla ki; "İşte, şu mertebede, şu hatvede tezkiyesi, tathiri, onu tezkiye etmemek, tebrie etmemektir."

Tasannu yapmayacaksın. Kurgusal, yani 'mış gibi' davranmayacaksın, neysen o olacaksın. İnsanda kendine dönüş, içini döküş, kaşıkla öz kuyunu kazmak, en çok hatalarını görmekle olur. "Kusur insanın imzasıdır." Dışardan nasıl gözükeceğini önemseyerek içinde bir yere varamazsın. Yalom'un Bugünü Yaşama Arzusu'nda dediği gibi; "Tedavi, suçlamanın bitip, sorumluluğun kabul edildiği noktada başlar."

Yemekten anlamam. Yalnız yapmasından değil yemesinden de. Bu elbette 'iştahım yok' şeklinde anlaşılmamalı. Çünkü, maşaallah, iştahım var. Fakat buna rağmen yukarıdaki cümlemin arkasında duruyorum: Yemekten anlamam. Bir 'entelektüel meşgale' olarak yemek bana çok yabancı. Benim için yemek 'keyif alınası' ama 'hedef alınası' değil. Hatta çoğu zaman yemeği aradan çıkarma niyetiyle yiyorum. Çünkü açlık kafamı meşgul ediyor. Vücudumda bir bölgenin ilgisizlikten yakınan bir eş gibi "Neden benimle meşgul olmuyorsun?" demesi, gayrısı hakkında düşünmeyi güçleştiren birşey.

Beni tanıyanlar da bilirler ki; "Şuranın kuru fasulyesi çok iyidir. Buranın iskenderine doyum olmaz. Filan yerin kebabı meşhurdur..." gibi şeyleri kulağımın ancak beşte biriyle dinlerim. O muhabbetten yarım saat sonra aynı kişi "Ne anlattım ben?" diye soracak olsa söylediklerinin çok azını hatırlarım. Çünkü benim için yemek 'karşılanması gereken bir ihtiyaç'tır. Peşinde mekan mekan koşulan birşey değildir. Bu anlamda hep köylüyüm.

'Köylülük yapmak' tabirini ilk kez dünyama lise arkadaşım Azmi sokmuştu. Kulakları çınlasın. Yatılı okulların can sıkıntısı başkadır. Batak oynadığımız zamanlar, ki hiç iddialı değilimdir, kartların önem sırasını ve oyunun stratejisini pek anlayamadığımdan sık sık bana "Köylülük yapma oğlum!" derdi. Bunun anlamı önemli kartlarını hiç olmadık yerlerde kullanmaktı. Yani bekletsem veya doğru anda kullansam çok kazandıracak kartları hiç gerek yokken veya daha az kazandırdığı yerlerde kullanıyordum. Bildiğiniz kafam basmıyordu yani. Azmi de işte böylesi şeyler yaptığımda bazen espriyle, bazen de stratejisini bozduğum için öfkelenerek "Köyülülük yapma oğlum!" derdi.

Köylülük yapmayı şimdilerde 'aptallık' olarak değil, 'vurgu farklılığı' olarak anlıyorum. Hâkim olan medeniyetin önemsediği şeyleri önemsemezseniz köylü kalırsınız. Bu zekanızın ne kadar olduğuyla veya neler başardığınızla ilgili değildir. Yaygın olanın gücüyle ilgilidir. Yaygın olana kapılmamış ve onun hiyerarşisinde yukarı bir yeri hedeflememişseniz köylülük yaparsınız. (Hatta 23. Söz'deki karşılığıyla 'antika' kalırsınız demirciler çarşısında.) "Zenginin malı züğürdün çenesini yorar..." sözünde de bu kapılmışlığın izleri vardır. Sistem, kendisinin ille-i gaye olarak gösterdiği şeye koşmayanları/önemsemeyenleri kastının altına iter. Eğer kastta daha yukarıları istiyorsanız da 'mış gibi' yaparak veya hakikaten kendinizi o hedeflere kaptırarak yukarı çıkabilmeniz mümkün olur. Ki bizim Batılılaşma serüvenimiz biraz da budur: Önemsediklerini takliden (mış gibi) önemseyerek önemli olmaya çalışma. Papağan itibarı.

"Ey bu vatan gençleri! Frenkleri taklide çalışmayınız. Âyâ, Avrupa'nın size ettikleri hadsiz zulüm ve adâvetten sonra, hangi akılla onların sefahet ve bâtıl efkârlarına ittibâ edip emniyet ediyorsunuz? Yok, yok! Sefihâne taklit edenler, ittibâ değil, belki şuursuz olarak onların safına iltihak edip kendi kendinizi ve kardeşlerinizi idam ediyorsunuz. Âgâh olunuz ki, siz ahlâksızcasına ittibâ ettikçe, hamiyet dâvâsında yalancılık ediyorsunuz. Çünkü şu surette ittibâınız, milliyetinize karşı bir istihfaftır ve millete bir istihzâdır."

Bediüzzaman'ın millet kelimesinden kastı hep millet-i İslamiye olmuştur. Fakat bunun da bir adım ötesinde bu vurgu değişikliği hepimizde var. 'Geldiğimiz yer' ve 'olmak istediğimiz yer' arasında bocaladığımız her yerde istihfaf ve istihzadan kaçamıyoruz. Geleneği küçümsemeden gelecek olunmayacağına dair yaygın bir inancımız var. Hele ki modern zamanlarda. Özellikle okuma-yazma bilmeyişleriyle ve bizim önemsediklerimizin çoğunu 'saçmalık' olarak görmeleriyle annemiz ve babamız çok alay edilesi, çok hafife alınası, çok gerilerde şeyler. Elitizmin, elitik kibrin, iki alametini görüyoruz burada. 'Geldiğin yeri hafife alma' ve 'geçtiğin yerle alay etme.' Ama aslında bu dolayısıyla kendini hafife alma ve kendinle alay etme. Size birşey söyleyeyim mi? Müslümanların Asr-ı Saadet'e hürmetli bakışı önce bu elitik kibre saldıran birşeydir.

Zirvesini gelecekte değil geçmişte (Asr-ı Saadet'te) gören bir millet, elbette, ebeveyne 'öf bile denmeyen' bir düzlemi yadırgamaz. Ama modern tarih anlayışıyla insanlığın gelişimini hep yukarıya doğru ve hep daha üste olarak düşlerseniz, ki bu bir nevi tarihsel/sosyal darwinizmdir, o zaman Asr-ı Saadet, hadis, gelenek, icma, mezhep kelimeleri sizde alerji yapar. Oralarda bir yerlerde, hem de sizin dininizin içinde, 'tarihin böyle gitmediğini ve bu kibrin yanlış olduğunu' söyleyen bir ses vardır. O sesle savaşırsınız. Modernistlerin İslam'a bakışı da biraz böyledir. Kabul edelim: Yerde oturan, yemeklerini mübarek elleriyle yiyen, develerde yolculuk eden insanların, (first-class uçan, yemeğini gümüş kaşıkla yiyen, Mercedes'e binen) sizden hep daha yukarıda olacağını ve onların 'şefaati' için dilenci olacağınızı düşünmek kibre büyük bir darbedir. Ve mümin, bunu, çocukluğundan itibaren içinde duyar. Dinlediği veya okuduğu her kıssa, her menkıbe, her hadis ona bu nasihati verir. Bu 'had bilme eğitimini' her yaşta alır. Kur'an ve sünnet ekseninde bakınca tarih bile mü'mine had bildirir.

Neyi konuşuyorduk, nereye geldik? Yemek konusuna geri dönelim. Şu aralar çevremdeki insanların büyük bir çoğunluğu dindar kimseler. Hepsi öyledir demiyorum, ama çoğunlukla öyleler. Ancak onlarla oturup konuştuğumuzda bile konuşulan böyle şeyler oluyor: Sarıyer'de kebapçı, Fatih'te köfteci, Antep'te bilmem neci, vs... Özetle: Bir yerlerde birşeyleri yemek diğer yerlerde yemekten başka! Bu bana tuhaf geliyor. Çünkü burada da aranan aslında sunî/yalancı/yapmacık bir iştiha. 'Yalancı bir iştiha' derken neyi kastediyorum? Açıklayayım:

"Şimdi, saray hâkimine gelen hediye kırk para olmakla beraber, kapıcıya dokuz defa fazla bahşiş vermek, kapıcıyı baştan çıkarır. 'Hâkim benim' der. Kim fazla bahşiş ve lezzet verse onu içeriye sokacak, ihtilâl verecek, yangın çıkaracak. 'Aman, doktor gelsin, hararetimi teskin etsin, ateşimi söndürsün' dedirmeye mecbur edecek. İşte, iktisat ve kanaat, hikmet-i İlâhiyeye tevfik-i harekettir; kuvve-i zâikayı kapıcı hükmünde tutup, ona göre bahşiş verir. İsraf ise, o hikmete zıt hareket ettiği için çabuk tokat yer, mideyi karıştırır, iştihâ-yı hakikîyi kaybeder. Tenevvüü etimeden gelen sun'î bir iştihâ-yı kâzibe ile yedirir, hazımsızlığa sebebiyet verir, hasta eder."

İnsan, eğer gerçek iştihasını israfla kaybetmişse; yani çok yemekten, çok koklamaktan, çok tatmaktan, çok kullanmaktan dolayı o nimete duyarlılığını yitirmişse, yeniden duyarlı hale gelebilmek için yapması gereken şey, dozu arttırmak değil, nimeti daha az tüketmektir. Duyarlılık yitimi israfın delilidir. Oruç, kanaat, riyazet, iktisat vs. bizim nimete olan farkındalığımızı yine başlangıç ayarına döndüren şeylerdir. Farkındalık ayarıdır tümü.

Fakat genelde biz, nimeti çeşitlendirerek (yani tenevvü-ü etime ile) bir iştah ararız. Yani kebap iştahımızı açmaz olduysa, üstüne bir de künefe yeriz, o da sıktıysa yerine/üzerine kaymaklı kadayıf. "Bunları yemek günahtır!" demek istemiyorum. Bir hakikate işaret etmek için kullanıyorum. İşte, bence bu tenevvünün/çeşitlendirmenin bir çeşidi de yenilecek şeylerin yanında 'yenilecek yerlerin çeşitlendirilmesi'dir. Yani köfte yerine kebap yemek, kebap yerine kavurma yemek, kavurma yerine sucuk yemek artık tatmin etmez olduğunda devreye 'gurme'ler girer. Bir de yenilecek yerlerin sayısı çoğaltılır. Böylece yeniden yalancı bir iştiha sahibi olursunuz. Vedat Milor'e selam olsun.

Hz. Resulullah aleyhissalatuvesselamın hayatına gidelim. Çünkü konuştuk, zirvemiz oradadır ve her yolumuz oraya varır. İşin bu kısmını bana Metin Karabaşoğlu abi hatırlattı. Hz. Resulullah'ın yemek üzerine yorum yaptığına dair bir nakil işiten var mı? Bazı nimetlerin güzelliğini andığını anımsıyorum. Mesela 'sirke'ye dair "Ne güzel katıktır!" dediği vaki. Bazıları sirkeyi ikram eden fakir sahabiyi sevindirmek için de böyle buyurmuş olabileceğini söylüyorlar. Olabilir de olmayabilir de. Ama bundan ötede 'sirkeyle bile mutlu olabilen' bir Efendimiz var. Ve sevdiği/sevmediği yemeklere dair övücü/kötüleyici ifadeler kullanmadığını Hz. Aişe (r.anhuma) annemiz ve Ebu Hureyre (r.a.) naklediyorlar bizlere. Şimdi, onu alıyorum bir elime, bir de bizim bu Milorcuk Milorcuk hallerimize bakıyorum. Sahi, yemek üzerine konuşmakla kemalat sahibi olacağımızı bize kim söyledi?

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
4 Yorum