Penceremin Çaprazı

Penceremin Çaprazı

Cemil Karakullukçu'nun hikayesi...


Şehrin en çekilmez semtinin, merdivenle inilen daracık sokağındaydı evim. Gece gündüz geçtiğim bu sokakta farelere rastlamadığım zaman olmazdı. Kedilerin ya istek duymadığı ya da çekindiği kocaman farelerdi bunlar. Sokağımın adına merdiven sokağı değil de, fareler sokağı verilseydi daha yakışık alırdı. Evim dar, ama o sokağın birçok evinden, bir gömlek daha iyi olduğu söylenebilirdi. Ders çalışmaktan canım sıkıldığında, pencereye koşar, evimin önündeki boş alanda oynayan çocuklara bakardım. Yaşıtlarım da olsa, aralarına girip oynadığım hiç olmadı. Nedense o sokağın çocuklarına içim ısınmamıştı.

Penceremin çaprazında, biraz aşağıda, bir başka evin penceresi vardı. İki pencere deyip geçmeyin. Bu iki pencere, çok saygın belki de günahsız bir sevginin oluşmasına aracılık ediyordu; sokağın o boğuk ve güneşsiz havasında, filizlenmekte olan bir şeye tanık oluyordu. Buna siz aşk da, sevgi de, herkesin ihtiyaç duyduğu yakınlık duygusu da diyebilirsiniz; siz ne derseniz deyin, benim adını koyamadığım bir acayip duyguydu gelişmekte olan. Çapraz iki pencerede, karşı karşıya gelmekten utanan, günahsız ve ama karşılaşmak isteyen iki duyguydu yalnızca. Pencereye ne zaman çıkmışsam, birkaç dakika ancak geçerdi ki, o da pencereye çıkardı.

Güzel miydi? Güzelliğin ölçüsü nedir ki! Fiziksel olarak dünya güzeli değildi. Çirkin de değildi hani. Çirkin ile güzel arasında bir şey. Ama ilk gördüğümde, sevgi dolu bir kalbi olduğunu kalbimin kıpırdamalarından hissetmiştim.

O gün de, ders çalışmaktan canım sıkılıp pencereye çıktığımda, birkaç dakika sonra, o da pencereye gelmişti. Saçları taranmıştı. Elbisesinin renginden miydi neydi, yanaklarının pembeliği uzaktan bile fark ediliyordu. Ama günahsızlığının çizgileri daha belirgindi yüzünde. Benim için pencereye çıktığını bana da hissettirmiyordu kendince. Benimse kendimden bile çekinen bir kişiliğim olduğunu bilmeyen yoktu. O da, kızlığın ve çocukluğun da verdiği bir utangaçlıkla benden geri değildi. Ben yukarıdan bakıyordum. Çaktırmadan onu gözetleyebileceğim bir konumda olmama rağmen, kaçamak bakışlarımı bile kendi kişiliğime yakıştıramıyordum.

Çocuk da sayılırdım ben. Ama o benden daha çocuktu, daha günahsızdı. Öyle dikkat çeken, ısrarcı tavırları yoktu. Davranışlarında yetişkinin olgunluğu vardı; buna karşılık çocuksu duyguları, olduğu gibi yüzüne yansımıştı, içtendi. Yalanı çağrıştıran en küçük bir belirti yoktu üzerinde. Bir beklentisi yoktu. Bir cevap da beklemiyordu. Olanca içtenliğiyle "Ben buyum işte!" diye haykırıyordu sevdiğini sessizce. İradesinden sıyrılmıştı sanki. Beden diline uyum sağlamıştı. Ne geçmişi ne de geleceği yaşıyordu. Bir teslimiyet içindeydi. Sessizdi. Belki nefes bile almıyordu. Pencerede bir saksı, saksının içinde bir çiçek olmuştu sanki; sevgi olup çıkmıştı pencerede. İşte benim hoşuma giden, onun bu yanıydı.

İkimiz de aynı duyguları paylaştığımızı şundan anlıyordum ki, bu süre içinde, yalnızca bir kez bakıştık, örtüşen bakışlarımızla, aynı anda sonlanması da bir olmuştu. Ben dinlendiğimi hissedince daha fazla durmadım pencerede. Kitaplarımın başına geçmeden bir kez daha baktım. O da pencereden ayrılmıştı. Anladım ki, ben penceremde olursam, o da penceresinde olacaktı.

İki pencere, iki kalbe karşılık, sevgilerin en masumca sergilendiği iki kutsal mekân.
O günlerde okuduğum, çokça da hoşlandığım "Kutsal Aşk" adlı romanın bilmem hangi sayfalarında işlenen aşka benzer yönü var mıydı bu duygunun, diye uzun uzun düşündüm kitaplarımın başında. Romanın kahramanı "Ben karşılık bekleyen aşka sevgi demem" diyordu. Aşkı sevgiden ayırıyordu düpedüz.

O halde aşk ne idi, sevgi ne idi? Kafam karıştı. Aşkın karşılığı olurdu elbette. Aşkın iki muhatabı vardı; biri sevense diğeri sevilendi, ikisi de karşılık beklerdi. Ama karşılık beklemeyen sevgi daha başka bir şeydi. Bir annenin yavrusuna şefkati gibi…

Bu iki pencerede, bizde oluşan aşk mıydı sevgi miydi? Cevabını veremedim. Uzun bir süre veremeyeceğimi de tahmin ettim. Ama aklıma yatan bir şey vardı; içimde henüz oluşan bu duygunun, ikimizin dışında bilinmemesine ve duygularımın en mahrem yerinde kalmasına karar verdim. Üstelik bunu istiyordum. Onun da benim gibi düşündüğünü adım gibi biliyordum. Bu mahremiyet, benim için bir zenginlikti, yalnızca ikimizin paylaştığı ve yalnızca iki pencerenin tanık olduğu bir hazineydi.

Bu duygular içinde ne kadar durduğumu bilmiyorum. Bildiğim bir şey vardı; o da açtığım ilk sayfanın ilerlemediğiydi. Karanlık bastı, ama içimde bir aydınlık vardı.

O gece rüya görmedim; uyandığımda peri masallarındaki prens ile prensesin gördüğü rüyaların hepsini görmüş gibi, içim çok sıcak duygularla doluydu. Sabah kahvaltısını iştahım çekmedi. Çantamı aldım. Kapıdan çıkıp merdivenlerden inince, kapısının önünde okul elbisesiyle gördüm onu. Sanki beni bekliyordu. Okul elbisesi onu bir başka güzelleştiriyor, çocuklaştırıyor ve günahsızlaştırıyordu. Önünden tüm duygularına saygı duyarak sessizce, resmigeçit ciddiyetinde ilerledim. İnanıyordum ki, sessiz duygularıma o da sessizce karşılık veriyordu, hem de alkış tutuyordu. Ama bu başkalarının değil, yalnız benim anladığım türden bir cevaptı.

Henüz bir anlam veremediğim bende oluşan bu sevgi, içimi ısıtıyor, yalnızlığımı gideriyor ve beni hayata daha bir başka bağlıyordu. Daracık sokak ruhumu sıkmıyordu artık. Koca farelerden tiksinmiyor ve kırk bir merdivenden yorulmuyordum artık. Artık güneş bir başka doğuyor, gece gökyüzünde yıldızlar daha anlamlı göz kırpıyordu. Denizin dalgaları daha bir cilveyle kumsalı dövüyor, üzerinden kayıyordu. Sokak ve caddelerde yürüyenlerde yoğun bir sevecenlik vardı. Tüm arkadaşlarım daha içtendi artık. Dünya mı değişti? Yoksa ben mi? Ne fark eder ki! Öyle ya da böyle, değişen bir şey oldu kuşkusuz.

Kalepark’tan denizi kuş bakışı seyretmeye doyum olmazdı. Ben en yüksek surundaydım. Sahiden deniz, birkaç kilometre uzayan kumsalı bir hayvan yavrusunu sevdiği gibi yalayıp duruyordu. Kumsal da sevildiğini biliyor, uslu duruyordu. Martılar kâh kumsala, kâh denize konup havalanıyorlardı. Onlar da deniz ile kumsalın böylesine uyumuna seviniyorlardı besbelli. Ta oradan, pencerede somutlaşan sevgiyi hayalimde canlandırırken, bir kez daha yalnız olmadığımı anladım. Ama ne martıların, ne denizin ve ne de kumsalın hayal ettiğimi bilmesini istiyordum.

Sokakta yürürken iki kişiydim sanki. Okulda, arkadaşlarımın arasında daha bir özgüvenim vardı. Bir gün arkadaşım, " Seni bu günlerde çok değişmiş görüyorum" demişti. Yüzümün derisinin gerildiğini, gözlerimin içinin parladığını, daha sempatik olduğumu ve havada uçar bir halimin olduğunu söylüyordu. Gerçi içimde bir şeylerin canlandığını ben de hissediyordum. Yüzüme yansıdığını ilk kez ondan öğreniyordum. İlk fırsatta, karşısına geçtiğim aynada, onun söylediği belirtileri yüzümde aramaya başladım. Aynalar da çocuklar gibi yalan söylemezdi. Doğrusu ben de, fiziksel olarak değiştiğimin izlerini görüyordum yüzümde. Ama bu değişikliğimin kaynağını kimseye söylemek niyetinde değildim.

Zaman su gibi akıyordu. Ben bulutların üstündeydim hâlâ. Bir rüyadaydım sanki. Bütün insanlarla dosttum. Yabancı hiç kimse yoktu etrafımda. Kendimle olduğum gibi tüm evrenle de barışıktım.

Onu kâh pencerede, kâh okula gidip gelme sırasında evinin önünde ve kâh evine inen kestirme yol olan merdivenlerden inerken görüyordum. Görsem de görmesem de, değişmiyordu benim için aslında. Onun görünmeyen yanı görünen yanından daha önemliydi benim için. İçimdeki duyguların bir sembolüydü o yalnızca. Ama yine de, göz göze geldiğimiz anlarda, bakışlarındaki derinlik ile yüzündeki günahsızlığı beni etkilemiyor değildi. Gelecek için onunla ilgili hülyalar kuramıyordum nedense. Duyguların örtüşmesi bedenlerin de birleşmesi anlamına gelmez miydi? En azından böyle bir amaca yönelik olmaz mıydı? Ama bu duygu iletişimi, bende böylesi duyguları çağrıştırmıyordu işte. Onun da bu duygular içinde olduğuna hiç şüphem yoktu. Kutsal sevgide çıkar olmazdı. Bu haliyle, aramızdaki sevgi ne kadar kutsal sevgiye benzerdi acaba? Kutsal sevgi ne idi peki? İki insan arasında oluşan bir sevginin çıkardan arınmışı nasıl olurdu? Tüm bunlara cevap bulmam, o anda çok zordu benim için.

Birbirimizi günlerce göremediğimiz çok olurdu; ama sevgimizin yoğunluğundan hiçbir şey eksilmezdi. Birbirini sevenlerin yine birbirine nazlanması olurdu; ama ikimizin arasında böylesi bir nazlanma olmadı hiç. Uzun bir aradan sonra, karşılaştığımızda bağışlayıcı bakışlarımız bir gıda gibiydi ikimiz için; ikimizin de yüreğine serinletici bir iksir gibiydi. Bir gün, merdiven sokağının evine yakın keskin dönemecinde az kaldı çarpışıyorduk birbirimizle. Orada, saniyenin bilmem kaçta kaçı kadar gözlerimizle konuştuk. İşte, aşkını bana ilan ettiğini, ben oracıkta çok net görüyordum gözlerinde. Gözler yalan söylemezdi. Cevabımı o da görüyordu benim gözlerimde. Çocuksu güzel bir koku genzime dolmuştu. Yüreğimin hopladığını hissetmiştim ilk kez. Evime çıkan merdivenlerden nasıl çıktığımı bilmiyorum. Divanıma oturdum. Gözlerinin parıltısının gözlerime yansımalarını görmeye çalışıyordum masamın üzerindeki kırık aynada. Uzun bir süre sessizce durdum, sevgimi özümsemeye çalıştım. Sevgisi yetiyordu bana yalnızca; hayatımın sonuna kadar yeteceğine ilişkin bir duygu sarmıştı bedenimi. Benim için bir güçtü; beni hayata daha da bağlayan, amaçlarımın çıtasını daha da yükselten ve iç dünyamla ilgili inceliklerini daha da farkına vardıran büyük bir enerjiydi benim için.

Liseyi onun sevgisi ile bitirdim. Üniversiteyi bitirince de, içimin çok derinliklerinde sevgisinin izlerine rastlıyordum. Öyle günler olurdu ki, hayaliyle sohbet eder, dertleşir, iki pencerenin aracılığında yaşanan sessiz anıları canlandırırdım. Sevgisi hâlâ benim içimdeydi ve benim içimi ısıtıyordu. Ben ve o, bir ikili gibiydik.

Ama o kim bilir nerelerdeydi? Ne durumdaydı? Nerede ve ne durumda olursa olsun, iki pencerede oluşan aşkın kıvılcımlarının, kalbinin bir köşesinde saklı olduğundan hiç şüphem yoktu.

Hayat şartları beni, bir o yana bir bu yana savurup durdu. Ellerim nasırlaştı, ayaklarım yoruldu, nerdeyse dizlerimin bağı çözüldü. Beynim zonklamaya başladı, saçlarıma çoktan ak düştü. Çalkalanan denizin tam ortasındaydım. Beni kâh bir dalga batırıyor, kâh bir dalga yükseklere çıkarıyordu. Bedenim bir başka sevgiyle buluştuğu halde, pencerede oluşan sevgi sürüyordu içimde. Ağladığım günler, hayattan umudumu kestiğim anlar çok olduydu. Ama onun sevgisi hep benim yanımdaydı; benim bir parçamdı sanki. Bütün dünyanın benden yüz çevirdiği izlenimi içinde, yaşadığım koyu yalnızlıktan hayatın içine beni döndüren, yine onun sevgisiydi. Belki de, her gün ve her an onun sevgisiyle dolarken, kendisini düşünemiyordum bile. Ama içimden onun iyiliğine dua ediyordum hep.

Bir gün, onu, bir meslek kuruluşunun dinlenme yerinde, on iki yaşında olduğunu tahmin ettiğim bir oğlan çocukla gördüm. Beni görünce şaşırdı. Çaprazına düşen koltuğa, arkadaşlarımın yanına oturdum. Ona hiç bakamadım, ama onun bana sürekli baktığını görüyordum. Utanmasaydım, gidip hayatım boyunca bana lütfettiği sevgiden ötürü önünde eğilip saygıda bulunacaktım. Minnet duygularıyla doluydu içim.

Ve benim sevgim, o anda saygı olup çıktı.