Pencere

İki hasta uzun zaman hastanenin aynı odasında yatıyormuş. Biri pencere kenarında diğeri ise pencereden uzak, duvar dibindeymiş. Duvar dibindekinin durumu pencere kenarında yatana göre daha perişanmış. Ne doğrulup dışarı bakabiliyor, ne de etrafla ilgilenebiliyormuş. Pencere kenarında yatanın durumu ise diğerine göre daha iyiymiş. Her gün pencereden bakar ve oda arkadaşına yoldan geçenleri, dışarıda olup bitenleri, kuşları, ağaçları anlatırmış. Hikaye bu ya gün gelmiş, sayılı nefes tükenmiş, durumu daha iyi olan, pencereden dışarıyı seyredebilen ölmüş, diğeri sağ kalmış, hatta birazcık da iyileşmiş. Hemşirelerden rica etmiş, pencere kenarında taşıtmış yatağını ki arkadaşı gibi dışarıyı seyredebilsin, dışarıdaki cıvıl cıvıl hayatı görsün. Heyecanla doğrulup pencereden bakmış ki koskocaman bir duvar… Tam bir hayal kırıklığı içinde sormuş hemşireye hemen. Ne oldu buradaki ağaçlar, kuşlar, yoldan geçenler? Bu duvar da nereden çıktı, diye.
Hemşirenin cevabı: - Bu duvar hep oradaydı..!

Pencerenin nereye baktığı, üstlendiği görevi yapmasını engellemez; o öteleri anlatır, beklediğinizden haber getirir, beklenenin gelişini müjdeler. Yuvanızın sükûneti ile dış dünyanın velvelesi arasına saydam bir sınır çeker ve güvenli alanı fark etmenizi sağlar. Soğuk rüzgârların uğultusunu dışarıda tutarken, endişeyle sallanan yaprakların ne kadar da çaresiz ve üşümüş olabileceklerini gösterir insana; pencerenin dibinde oturur ve bir fincan kahve içersiniz.

Kimi zaman, mutluluğun fırça darbeleriyle en gerçek renklerine bürünen bir ağacı ve üstünü kaplayan mavi göğü veya karamsar ruh halini harlayan kasvetli ve ince bir yağmuru sunar karşınıza.

Bediüzzaman hazretlerine göre “Göz, bir hassedir ki, ruh bu âlemi o pencere ile seyreder.”  O pencereden bakarak kainatı okur. Derecesine göre onu ya bir vahşet yeri olarak ya da iman gözüyle bakıp bir imtihan yeri, bir yardımlaşma, dayanışma sahası olarak görür.

Çocukluğumun geçtiği evin pencere önüne oturup dışarı baktığımızda, kendine has küçük bir alem olan sokağımızı, mahallemizi, hatta şehrin neredeyse üçte birini görebiliyorduk. Sokaktan kimin gelip geçtiğini, kime misafir geldiğini, kimin bahar temizliği kimin badana yaptığını, kimin hastasının nasıl olduğunu, yeni yetme gençlerin birbirlerine fırlattıkları bakışları, hangi çocuğun yere düştüğünü ve kimin onu yerden kaldırmak için atıldığını görmek mümkündü. Başımı biraz kaldırdığımda bir tepenin eteğinde koyun koyuna yatan dünya hesabını kapatmış eski dostları, yine içlerine akıttıkları gözyaşlarıyla sevdiklerini toprağa verirken metin olmaya çalışan, sonra da tek ve değişmez gerçek karşısında sükuneti elden bırakmamaya gayret ederek yavaşça dağılan yakınlarını görebiliyorduk.

Hızlı şehirleşme ve sosyalleşme adına varılan buzdan hayatlar, alt veya yan komşusunu tanımadan, hiç kapısını çalmadan ama “çocuk” olduğunu biraz hatırlayan komşu çocuğunu susturmak için duvarlara vurmak suretiyle kurulan komşuluk iletişimi ve elbette pencere önlerini işgal eden kalorifer petekleri dünyayı mı bize yoksa bizi mi dünyaya kapattı?  Belki de peteklerin hiçbir suçu yok da biz mi olmayan duvarları var ederek ördük önümüze? Her halükarda bizi nelerden mahrum bıraktı, hangi insani yanımızı aldı götürdü diye sormak için çok mu geç kaldık acaba?

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.