Paralel yapı

"Gafletle bakan adam, âlemin mevcudatını düşman gibi muzır telakki ederek tevahhuş eder. Ve eşyayı ecnebîler gibi görür. Çünkü, dalâlet nazarında mâzi ve istikbal zamanlarındaki eşya arasında uhuvvet, kardeşlik rabıtası ve bağlanış yoktur. Ancak eşya arasında küçük, cüz'î bir alâka olur." 29. Lem'a'dan... 

Yaşarken pek başaramıyorum. Ama yazarken tasannu yapmamaya çalışırım. Hissetmediğim şeyleri, öyle hissediyormuşum gibi, söylemekten korkarım. Bazıları, okurun heyecanını hoş bir fayda olarak görerek, böyle bir yola girebilirler. Şatafatlı ifadelerden medet umabilirler. Ben girmemeliyim. Çünkü beceremiyorum. Aşk nedir bilmeden ilahî aşktan bahsetmek yahut rüyamda bile görmediğim makamlardan raconlar kesmek bana göre değil. Gücüm: Hakikatin, en azından bana görünen kısmının, karşı konulmazlığıdır. 

İnandığım şeyleri söylerim. Başka da belagat bilmiyorum. Hiçbirşeyi/kimseyi kendim kadar bilmem. Halimi tarif ederim bu yüzden. Düşünürüm ki; içimdeki insana, evet yalnızca insana, dokunursam; içinizdeki insana da dokunmuş olurum. Çünkü biz, yani Âdem'in (a.s.) çocukları, hep kendimiz, hep insan gibiyiz. Bütün farklılıklarımızın altında ve 'insan' ism-i şerifi üstünde vahdet sikkesi var. Eğer ona inebilirsek hepimiz kardeşiz, yoksa değiliz. Küçük küçük yalnızlıklarız ondan gayrı. Bir yığın farklılıklarız. Kendi kulelerimizde esiriz. 

Peki özdeki insana nasıl dokunulur? Bence en çok empatiyle. Kardeşimiz dediğimiz insanın nazarını kuşanarak. Ona, en az kendisi kadar, merhametli olarak. Şartlarını anlamaya çalışarak. Bunlar insanı güzel kılar. İnsan, aczi ve fakrı, tevazu gibi değil, olması gereken gibi değil, zaten olduğu şey olarak görürse insan kalır. Yoksa nemrutlaşır. 

Çok kusurlu bir ifadeyle (amaç zihne yaklaştırmak) diyebilirim ki; vahiy de bir yönüyle muazzez ve mukaddes böylesi okumalar içerir. Tenezzülat-ı ilahî diye tarif edilen vahyin merhameti budur. İnsana her vesile ile yakınlığını hatırlatan Allah'ın, bu yakınlığı belirtirken kullandığı isimleri; yani Semî, Basîr gibi isimleri; herşeyi işitip görmesi yanında, içindeki insanı da görmesi şeklinde anlaşılabilir. Şahdamarından daha yakın olanın, kişi ile kalbi arasına girenin; elbette senin içindeki sen'e de senden daha yakın olduğu ve dolayısıyla emrettiği şeylerin o asl-ı sen'e, daha uygun olduğu söylenebilir. 

"Cenab-ı Hak senin ibadetine, belki hiçbir şeye muhtaç değil. Fakat sen ibadete muhtaçsın; mânen hastasın..." demekle altı çizilen şey de budur bence. Yani Cenab-ı Hakkın bize emrettiği şeyler, murad-ı ilahî olduğu kadar, fıtrat-ı insanî'ye de uygun olanlardır. Zaten tevhidî bakış, yani herşeyi yaratanın aynı Allah olduğu inancı, aynı elden çıkanların elbette birbirine de uygun parçalar olduğunu vurgular. 

Bu nedenle bizim bakışımızda; Kur'an'da olan, insan'da ve kainatta da olandır. Çelişik değil, paraleldir. Cetvelleri esma-i ilahîdir. Öyle olmak zorunda kalınılan değil, varlığın ve fıtratımızın da bizi zevkle ittiği yoldur. "Dinde zorlama yoktur" hükmü, bu açıdan, kanaatimce, bizim varlıkla uyumumuzu da ifade eder. Din, insanı, fıtratının veya fennin aleyhine zorlamaz. Bilakis teşvik eder, ama taşmasını önler.

"Allahın rahmetinden ümidinizi kesmeyin!" buyuran Allah, "Keserseniz ceza veririm!" diye değil yalnız, kesmek bizzat insana kötü geldiği için, yani Hz. Yunus'un (a.s.) ifadesiyle; 'nefsimize zulmetmek' olduğu için bunu yasaklar. İnsanın bu noktada vahye muhatap oluşunun da nedeni, Hz. Âdem'in tek ağaç sınavında gösterdiği gibi; zararına olduğu söylense bile seçebilmeye meyli bulunmasıdır. Vahiy, bize o zararlı şıkları seçmemeyi öğütler, yine bizim iyiliğimiz içindir bu. 

Ümitsizlik barbarlaştırır. The Colony (2013) filmini izleyenler mutlaka hatırlar Laurence Fishburne ve Kevin Zegers'ın, insan doğası üzerine yaptıkları sohbeti. Fishburne der ki orada: "Umut olmayınca, insan, hayal bile etmeyeceğin şeyler yapabilir." Filmin konusu da, böylesi bir ümitsizlik sürecinin ardından 'ölü kardeşlerinin etini yiyebilecek kadar' yamyamlaşmış bir topluluktan kaçan insanların kaçış öyküsüdür. Karamsarlık, hayatta kalma arzusuyla birleşince, bu insanları canavarlaştırmıştır. 

Benzer bir mesajı, Noah filminde de görmüştüm. İtikadî anlamda pek çok noktadan eleştirilebilecek bu filmde, birşeyin altını çok güzel çizmişlerdi kanaatindeyim: Vahiy olmadan insanın düşeceği yalnızlığı. (Filmde, Kabil soyundan gelenlerin kralı Samyaza'yı canladıran Nick Nolte'nin "Neden benimle konuşmuyorsun?" diye haykırdığı yerde bu mana iyice açığa vurmuştu kendini.) Hem yalnızlardı hem de doğruyu bilmiyorlardı. Bu durum onları, evlatlarını bile bir parça et karşılığında satacak kadar vahşileştiriyordu. O filmi izlerken nedense aklıma şu bahis geldi:

"İkinci kısım, lisân ile, kalb ile duâ etmektir; eli yetişmediği bir kısım metâlibi istemektir. Bunun en mühim ciheti, en güzel gâyesi, en tatlı meyvesi şudur ki: Duâ eden adam anlar ki, birisi var; onun hâtırât-ı kalbini işitir, her şeye eli yetişir, herbir arzusunu yerine getirebilir, aczine merhamet eder, fakrına meded eder."

Birisinin işitiyor olması ne güzel! Yalnız olmamak ne büyük mutluluk âlemde! Fakat bu neşenin akabinde, orada da kalamadım, aklıma şu ayet geldi:

"Derken, şeytan ayaklarını oradan kaydırdı. Onları içinde bulundukları konumdan çıkardı. Bunun üzerine biz de, 'Birbirinize düşman olarak inin. Sizin için yeryüzünde belli bir süre barınak ve yararlanma vardır' dedik."

Burada özellikle 'birbirinize düşman olarak inin' ifadesi içindeki hikmet, bana, tövbeleri kabul edilinceye kadar yaşadıkları yalnızlığı, düştükleri ümitsizliği ve bunun onları vahiyle okuyamadıkları (çünkü tövbeleri kabul edilinceye kadar vahye dair bir sessizlikle cezalandırılmışlardı diye biliyoruz) varlığa karşı yaşadıkları yabancılaşmayı tek kelime içinde ders veriyor gibi geldi. Evet, düşmanlaşmışlardı, çünkü varlığı vahiyle okuyamamak, yabancılaşmayı beraberinde getirir:

"Hatta bir adam, 'Göklerde ve yerde ne varsa, Allah'ı tesbih eder!' âyetini okudu, dedi: 'Bunun harika telakki edilen belâgatını göremiyorum.'
Ona denildi: 'Sen dahi bu seyyah gibi o zamana git, orada dinle!' O da, kendini Kur'ân'dan evvel orada tahayyül ederken gördü ki: Mevcudât-ı âlem perişan, karanlıklı, câmid ve şuursuz ve vazifesiz olarak, hâlî, hadsiz, hudutsuz bir fezâda, kararsız, fânî bir dünyada bulunuyorlar. Birden, Kur'ân'ın lisânından bu âyeti dinlerken gördü: 

Bu âyet, kâinat üstünde, dünyanın yüzünde öyle bir perde açtı ve ışıklandırdı ki, bu ezelî nutuk ve sermedî ferman, asırlar sıralarında dizilen zîşuurlara ders verip gösteriyor ki; bu kâinat, bir câmi-i kebîr hükmünde başta semâvât ve arz olarak umum mahlûkât, hayattarâne zikir ve tesbihte ve vazifeler başında cûş u huruşla mesudâne ve memnunâne bir vaziyette bulunuyor, diye müşâhede etti.

Ve bu âyetin derece-i belâgatını zevk ederek, sâir âyetleri buna kıyasla, Kur'ân'ın zemzeme-i belâgatı arzın nısfını ve nev-i beşerin humsunu istilâ ederek, haşmet-i saltanatı kemâl-i ihtiramla on dört asır bilâfâsıla idâme ettiğinin binler hikmetlerinden bir hikmetini anladı."

İşte arkadaşım, seni kelimelerimin ardından sürükleyişim bunun içindi: Biz, ömrü bin yılları kapsayan aynı insanız, yaşıyoruz. Ve vahiy, hep bu insana temas ettiği için, eskimiyor, taze kalıyor. Dersi her zamana tesir ediyor. Eskimemeye yol arıyorsan, hakikatinde ara.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
5 Yorum