Oranın halkını sıkıntılar ve hastalıklarla yakaladık, tâ ki yalvarsınlar ve îmâna gelsinler

Oranın halkını sıkıntılar ve hastalıklarla yakaladık, tâ ki yalvarsınlar ve îmâna gelsinler

Ayet meali

Bismillahirrahmanirrahim

Cenab-ı Hak (c.c), A'râf Sûresi 94-101. ayetlerinde meâlen şöyle buyuruyor:

94-İşte (biz) hangi şehre bir peygamber gönderdiysek, mutlaka oranın halkını sıkıntılar ve hastalıklarla yakaladık;(*) tâ ki yalvarsınlar (ve îmâna gelsinler).

95-Sonra kötülüğün (o darlığın) yerini, iyilik (bolluk)la değiştirdik. Nihâyet (mal ve evlâd cihetiyle) çoğaldılar ve: “Doğrusu atalarımıza (da zaman zaman böyle) darlıklar ve bolluklar dokunmuştu. (Bunun tehdîd edildiğimiz azabla bir alâkası yok!)” dediler de, kendileri hiç farkında değillerken onları ansızın yakalayıverdik.

96-Hem gerçekten o şehirlerin halkı îmân edip (peygamberlerine karşı gelmekten) sakınsalardı, elbette üzerlerine gökten ve yerden nice bereketler açardık; fakat (onlar, peygamberlerini) yalanladılar; bunun üzerine (biz de) onları, kazanmakta oldukları (günahlar) yüzünden (azâbımız ile) yakalayıverdik.

97-Yoksa o şehirlerin halkı, kendileri uyuyan kimseler iken azâbımızın kendilerine geceleyin gelmesinden emin mi oldular?

98-Veya o şehirlerin halkı, kendileri eğlenirlerken, azâbımızın kendilerine kuşluk vakti (güpegündüz) gelmesinden mi emîn oldular?

99-Yoksa Allah’ın tuzağından mı emîn oldular? Fakat hüsrâna uğrayanlar gürûhundan başkası Allah’ın tuzağından emîn olmaz.

100-(Eski) sâhiblerinden sonra yeryüzüne vâris olanları hâlâ (şu hakikat) yola getirmedi mi ki; eğer dileseydik, kendilerini günahları yüzünden musîbete uğratırdık. Hem (biz) onların kalblerini mühürleriz de onlar (nasîhati) işitmezler!

101-İşte o şehirler ki, sana onların haberlerinden bir kısmını anlatıyoruz. Ve Celâlim hakkı için, peygamberleri kendilerine apaçık mu‘cizeler getirdiler! Fakat daha önce (mu‘cizeler gelmeden evvel) yalanladıkları şeylere, îmân edecek olmadılar. İşte Allah, kâfirlerin kalblerini (küfürlerindeki inadları sebebiyle) böyle mühürler!

102-Hem onların çoğunda ahde vefâ diye bir şey bulmadık. Fakat doğrusu onların çoğunu gerçekten fâsık kimseler bulduk.(**)

(*)“Asıl musîbet, muzır (zararlı) musîbet, dîne gelen musîbettir. Musîbet-i dîniyeden her vakit dergâh-ı İlâhiyeye ilticâ edip (sığınıp) feryâd etmek gerektir. Fakat dînî olmayan musîbetler, hakīkat noktasında musîbet değildirler. Bir kısmı ihtâr-ı Rahmânîdir (Rahmânî birer hatırlatmadır). Nasıl ki bir çoban, gayrın tarlasına tecâvüz eden koyunlarına taş atar, onlar o taştan hissederler ki, zararlı işten kurtarmak için bir ihtardır, memnûnâne dönerler. Öyle de, çok zâhirî musîbetler var ki, İlâhî birer ihtardır, birer îkazdır. Ve bir kısmı keffâretü’z-zünûbdur (günahlara keffâret olup affına vesîledir). Ve bir kısmı gafleti dağıtıp, beşerî (insanlık îcâbı) olan aczini ve za‘fını bildirerek, bir nevi‘ huzur vermektir.” (Lem‘alar, 2. Lem‘a, 8)

(**)“Fısk, haktan udûldür, ayrılmaktır, hadden tecâvüzdür, hayât-ı ebediyeyi terk etmektir ve hayât-ı ebediyeden çıkmaktır. Fıskın menşei (kaynağı), kuvve-i akliye, kuvve-i gadabiye, kuvve-i şeheviye denilen üç kuvvetin ifrat (aşırı gitmesinden) ve tefrîtinden (geri kalmasından) neş’et eder (ortaya çıkar). Evet ifrat ve tefrit, delillere karşı bir isyandır. Yani sahîfe-i âlemde yaratılan delâil (deliller), uhûd-ı İlâhiye (İlâhî ahdler) hükmündedir. O delâile muhâlefet edenler, Cenâb-ı Hakk’la fıtraten yapmış oldukları ahdlerini bozmuş olurlar.” (İşârâtü’l-İ‘câz, 217)