Onlar yaşadıkları gibi ölürler

İmam Rabbanî.  O, Müceddid-i Elf-i Sânî idi. Yani, Hicrî ikinci bin yılın müceddidi.
Altmış üç yıllık ömründe, zamanının çoğu zindanlarda geçmesine, çok zorluklar çekmesine ve bazı devlet adamlarının gadrine maruz kalmasına rağmen, Asya’yı ihata edip Avrupa’ya ve Afrika’ya yayılma istidadı gösteren büyük bir tecdit hareketi icrâ etti.   

Ömrünün sonlarına doğru, hizmet mekânlarını gezip müntesiplerinin çalışmalarını yerinde görmek için geziye çıktı. Ecmir’de uzunca bir murakabeye daldı ve hayatının muhasebesini yaptı.

Bu murakabe sırasında, üzerine düşen mânevî vazifeleri lâyıkıyla yaptığını müşahede edince derin bir gönül süruru duydu. Hiç bitmesini istemediği bu İlâhî iltica sırasında bir ara ruhunun ihtizaza geldiğini hissetti.
Murakabeden çıktıktan sonra, yaşadığı sürurunun yalnız kalbî bir ilham olmadığını, bütün hasse ve lâtifelerine de işlediğini müşahede edince, mânevî vazifesini tamamladığına kanaat getirdi. O zaman hasretini çektiği başka bir yolculuk ânının iyice yaklaştığını hissetti. Herkesi, yaklaşan mukadder sona hazırlamak için yaşadığı uhrevî hâli, uzunca bir mektup yazarak Serhend’deki oğullarına haber verdi ve zahmetle, meşakkatle dolu geçen ömrünün, mutlu addettiği o muayyen vakitte bitmesini beklemeye başladı.

O tevekkül ve teslimiyet içinde vuslat ânının sürurunu yaşamaya hazırlanırken mektubu alınca heyecanlanan oğulları Muhammed Said ve Muhammed Masum hemen Ecmir’e geldiler. İmam-ı Rabbânî, oğullarının üzüntü içinde olduklarını görünce, önce onları tesellî etti. Ardından onları da yanına alarak çevredeki hizmet mahallerini gezip makbul türbe ve kabirleri ziyaret ederek Serhend’e döndü.

Memleketine geldikten sonra, uzun zamandır görüşmediği bazı dostları ve yakınlarıyla hasret giderdi. Bu arada hizmetinin fiilî meşguliyetini oğulları, talebeleri ve müridleri arasında tanzim ederek bütün zamanını ibadete ve zikre hasretti.

Bir süre sonra evinde inzivaya çekildi. Cuma namazları dışında inziva hâlinden çıkmamaya ve oğullarının da aralarında bulunduğu bir kaç has hizmetkârından başka kimseyle görüşmemeye başladı. 

“Bu dünyadan göçmemi çok yakın görüyorum. Onun için tamamen inziva ve ayrılığı tercih edip daima istiğfar ediyorum, af diliyorum. Bunları zarurî görüyorum. Bütün vakitlerimi ve nefeslerimi zâhirî ve bâtınî ibadetlerle geçirmeyi elzem buluyorum. Bu da ancak ayrılmak ve tam bir uzlette kalmakla ele geçer.” 

Bu gibi ifadelerle, kendisinin taşıdığı halleri ve takındığı tavırları taaccüple karşılayan oğullarına, talebelerine, müridlerine ve muhibbanına yaşadığı hâllerin hususiyetlerini izah etti.  Bu haber kısa zamanda her tarafa yayıldığından bizzat yanına gelerek veya mektuplar yazarak durumunu soranlara ise herkesin bir gün bu gibi hâllerle hâlleneceğini hatırlatarak “Sık sık tevbe istiğfar edin, Kelime-i Tevhid’i çok okuyun” gibi ikaz ve tavsiyelerde bulundu.

İmam-ı Rabbânî, bu şekilde birdenbire fiilî hizmetten ayrılıp inzivaya çekilmesine rağmen, hizmetle olan kalbî irtibatını hiçbir zaman kaybetmedi. Medrese, tekke ve irşad hizmetinin en ince teferruatını bile kalben müşahede etti ama hizmetin seyrine müdahalede bulunmadı.

Zira, koca bir ömür harcayarak kemâle erdirdiği hizmetinin, oğulları ve talebeleri tarafından mükemmel bir şekilde sevk ve idare ettirildiğini görmenin kalbî hazzını yaşadı.

Kendisinin bedenen aralarından ayrılmasından dolayı onlarda herhangi bir telâş, korku veya ümitsizlik hali sezmemesine rağmen, vefatından sonra zaafa düşüp dağılmalarına mâni olmak istedi.

“Bizim size şefkat ve yardımlarımız, vefat ettikten sonra, bu dünyadakinden daha çok olacaktır. Çünkü burada, yani bu dünyada iken, insanlık icabı bazen ister istemez yardım ve teveccühe mâni oluyor. Halbuki öldükten sonra, beşerî sıfatlardan tamamen ayrılma vardır” diyerek onlara öldükten sonra da tasarrufunun devam edeceği müjdesini verdi.

Ömrünün sona yaklaştığını hissettikçe, bazı günler şehirde kısa süren gezilere çıkarak, yanına aldığı para ve eşyalarını fakirlere, ihtiyaç sahiplerine dağıttı ve evinde ihtiyaç fazlası hiçbir şey bırakmadı.

Bu arada kendisinden önceki mânevîyat rehberlerinin teamül hâline getirdikleri bir âdete o da ittiba etti ve bütün elbiselerini, eşyalarını hizmette belli bir mertebeye gelen talebelerine, müridlerine birer, ikişer dağıttı.  
Ardından erbabı arasında mücedditlik vazifesinin şiârı addedilen cübbesini oğullarına bırakırken; onun münhasıran kendisinden sonra gelecek olan müceddide vermeleri, onların da müteakip asırların müceddidlerine tevdi etmeleri vasiyetinde bulundu.  

Vasiyet ve tevdi işlerini bitirdikten sonra inziva şartlarını biraz daha ağırlaştırınca nefes darlığına yakalanan İmam-ı Rabbânî, hastalığı zaman zaman çok şiddetlenmesine rağmen inziva hâlini bozmadı ve bütün ibadetlerine aynı şevkle devam etti.

Böylece, hastalığının en şiddetli ânında bile hiçbir namazın vaktini geçirmeyip cemaatle namazı terk etmemesinin yanı sıra, diğer ibadet ve zikirleri de âdeta hasta değilmiş gibi bütün erkânına riayet ederek yaptı ve hastalığı da ihtiyarlığı da birer ders vesilesi yaptı. 

Bu şekilde, hayatın her hâliyle etrafındaki insanlara ders veren İmam-ı Rabbânî, ebedî âleme intikal zamanının iyice yaklaştığını hissedince oğullarını yanına çağırdı.  “Mezarımı belli olmayan bir yere yapınız” dedi.

Daha önce büyük oğlu Muhammed Sadık vefat ettiği zaman, ona duyduğu sevginin tesiriyle, kendisinin de onun mezarının yanına defnedilmesini vasiyet ettiği için oğulları o vasiyetini hatırlattılar.

İmam-ı Rabbânî o vasiyetin, o günün şartları içinde verildiğini, son vasiyetinin geçerli olduğunu ve mezarının meçhul kalması gerektiğini söyleyince oğulları itiraz etmediler.  Onların çok üzüldüğünü görünce vasiyetini “O halde, şehrin dışındaki babamın mezarının yanına defnediniz. Veya, mezarımı şehirden uzak bir bahçeye yapınız. Yalnız türbe yapıp süslemeyiniz ki, mezarımın bütün izleri kısa zamanda ortadan kalksın” şeklinde değiştirdi.

Bunları söylerken hasretle onların yüzüne bakıyordu. Oğullarının hâllerinden, hareketlerinden ve yüz ifadelerinden, onların bu kararını da tasvip etmediklerini anlayınca durdu.  “Peki, madem öyle serbestsiniz. Nereyi münasip görürseniz oraya defnediniz” diyerek onların gönüllerini aldı.

Nihayet bütün aile efradını, yakınlarını topladı. Hepsiyle tek tek hâlleşti, dilleşti, helâlleşti. Ardından yanında, yakınında bulunan talebe ve müridlerini çağırtıp onlarla da helâlleşti. Ömrünün bu veda faslını da tamamladıktan sonra şöyle bir düşünerek yaşını hesap etti. Yaşı tam altmış üçtü. Bu yaş, aynı zamanda kendisine mâlûm olan vefat zamanının gelmesi demekti. 

Hasıl olan netice onu üzmedi, aksine çok sevindirdi. Çünkü, hayatı boyunca arzu ettiği vuslat faslı gerçekleşecek, o da Peygamberimiz (asm) ve ekser ashabı gibi altmış üç yaşında vefat edecekti.
Nihayet o da oldu. Altmış üç yaşına girip altmış üç gün hastalık çektikten sonra, Milâdî takvime göre 11 Aralık 1624 tarihine tekabül eden Hicrî 1034  senesinin Safer ayının yirmi dokuzuna rastlayan Salı günü kuşluk vakti vefat ederek ebedî âleme doğru sefere çıktı.

İmam-ı Rabbânî hayatında olduğu gibi vefat ânında ve sonrasında da yüzünden tebessüm hiç eksik olmadı. Vefat ettiği zaman namaz âdabı içinde ve elleri önüne kavuşmuş vaziyetteydi.  Gassaller, yıkarken ve kefenlerken ellerini birkaç sefer çözmek zorunda kaldılar. Lâkin her seferinde bedeninin yine aynı şekli aldığını, ellerinin de kendiliğinden önünde kavuştuğunu görünce bu harekette kendilerinin idrak edemediği gaybî bir hikmetin olduğunu düşündüler. Onun için İmam-ı Rabbânî’nin bu taabbüdî duruşunu bir daha bozmadılar. O hârika hallere şahit olunca vecde gelen binlerce mü’minin hüzün gözyaşları, sürur hisleri arasında öylece kefenlediler ve götürüp oğlu Muhammed Sadık’ın türbesine defnettiler. 

Ardından gözyaşı döken yüz binlerce talebesi, müridi, müntesibi ve muhibbânı; onun hayatında olduğu gibi vefatı hengâmında ve defni sırasında da harika hâllerini görünce veya haberdar olunca hayret içinde kaldı.

“Onlar, yaşadıkları gibi ölürler” dedi bazıları. 
“Nasıl öldülerse öyle dirilirler” dedi bazıları da. 

Müceddid-i Elf-i Sani İmam-ı Rabbanî Hazretlerinin yaşadığı hayat hallerini tahayyül eden bazı dostları ise, imanın nuruyla gönüllerini gülzara çevirdiği milyonlarca insanın ahvâlini nazara alarak, bir dörtlükle onun ruhaniyetine seslenme ihtiyacı hissetti: 
“Bil ki sen dünyaya geldiğin zaman 
Sen ağlıyordun, herkes gülüyordu.
Bir müddet yaşadın, gittiğin zaman 
Sen gülüyordun, herkes ağlıyordu.”

Yeni Asya

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.