Hüseyin YILMAZ

Hüseyin YILMAZ

Ölüyorum

2045 yılının bir Ocak günü... Ömrümün seksenbeş yılı geride kalmış, yok hükmünde... Gelecek de yok, uzatmaları yaşıyorum; yaşamak demek caizse tabiî. Ruhumun hânesi yaşlı bedenim, sert fırtınalar yaşamış bir yayla evinin harabiyeti içinde: Yıkık, dökük... Bütün eklemlerim ağrıyor, bütün kaslarım lif lif dökülüyor; damarlarımda dolaşan kan değil, ağır bir tortu sanki. Ne tortosu? Mai bir kova cam kırığı dolaşıyor damarlarımda.

Gazeteden yazı bekliyorlar... Yıllardan beri yazıp durduğum makalelerin bir benzerini kaleme almak gelmiyor içimden... Siyâsilerin gevezeliklerinin ardı arkası kesilmiyor... Gençliğimize göre asker daha suskun, ama yine de arada bir eski rahatsızlıkları nüksediyor, onlar da konuşuyorlar. Kürt meselesi bitmiş gibi, Alevilik meselesi yumuşamış... Ermenilerle temas içindeyiz ama problem henüz halledilmiş değil, toprak talebleri var...

Amaaan, bunları hülâsa etmeden yazı yazamayacak mıyım? Bana ne Kürtten, Türkten; bana ne Ermeniden, bana ne siyasilerden, askerlerden!.. Ölüyorum!.. Bu fâni hayat bütün zevk ve güzellikleriyle geride kalmış, önümde kabrin ürpertici karanlık ve yalnızlığı var. Ölüyorum!.. Ah güzel ölüm, ebedî saâdet ve vuslatın ürpertici kapısı; ebediyete acılan ana rahmi... Ölüm ızdırablarımıza son verip ahirete taşımasaydı, ağırlaşmış olan bu hayat yükünü nasıl taşıyacaktık! Ezel-i Hikmet, iyi ki varsın ve iyi ki varlığını hissettiriyorsun. Yoksa bu bükülmüş bel, bu ızdırab dolu bedene rağmen bütün varlığıyla dipdiri duran ruhumun ayrılıktan kaynaklanan dehşetli ızdırabını nasıl teskin edecektim!..

Eşim, bükülmüş beline, dermansız ve tãkatsız dizlerine inat mutfakta birşeylerle meşgul... Akşama torunları gelecekmiş... Bağıra bağıra konuşuyoruz, ikimizin de kulakları ağır işitiyor; gözlerimizin feri sönmüş... Her şeyi bulanık görüyorum, hiçbir şeyde hendesenin keskin hatları yok; müphem ve sisli bir dünyada yaşıyorum. Fırtınalı bir günde, beyaz ıslak dumanın hâkimiyetini kurduğu bir ormanda yolunu kaybetmiş yolcular gibiyim. Eşyanın bulanıklığı sadece sisin çökmesinden gelmiyor, hâfızam da med cezir dalgalarının dövdüğü ıssız bir sãhil gibi... Kâh yılların biriktirdiği hâtıraların devasa dalgalarının hücümuyla sarsılıyorum, kâh bir hırsızın sessizliğiyle el etek çekip giden hâtıraların ruhumda bıraktığı boşlukla hüzne garkoluyorum... Hemen hiçbir şeyi hatırlayamadığım kısa ãnlar bunlar; tanıdık bir yığın simã ve ismin resm-i geçidini şaşkınlık içinde seyrediyorum. Kim bunlar?...

Bereket ki, bu ãnlık hãfıza kayıpları mütemãdî ve henüz farkedilir nisbetlerde değil; küçük arazlar gibi gelip gidiyorlar... Gençliğimin iddialı isimlerinden Meriç’i hatırlıyorum: “Kırk derece ateşte yatsam, yanlış kelime kullanmam!” diyordu. Heyhat ki Türkçe’nin bu büyük üslûbkârı vefatından önce yanlışı bir kenara, söyleyecek kelime bulmakta zorlanıyordu... Gidi gafil insan!.. Gençken kendisini demir ve çelikten daha sağlam, daha daim sanır. Ebediyetle kardeş bir hayatı, bitmez tükenmez zevklerinin olduğunu vehmeder. “Eyvah, ben ne yaptım!” dediği gün, artık çok geçtir. Ömür bitmiş, hayatın lezzetleri el etek çekip yerini hastalık, elem ve ızdırablara bırakmıştır...

Bunları yazmak istiyorum bugün... Akşam torunlarıma okuturum, belki istifãde ederler... Cidden ederler mi? Biz ettik mi?.. Yazık ki, tecrübeden en çok faydalanması gereken insan, tecrübeden en az faydalanan mahluktur yine de... Hayvanlar kendilerinden öncekilerin tecrübelerine daha hürmetkârdırlar. Bir koyun bir arkı geçerken suya düşmüşse gerisindekiler aynı tecrübeyi yaşamaya asla yanaşmazlar; bir eşek çamurda düşmüşse ardındakisi aynı çamura asla girip saplanmaz...

Ama insan öyle mi? Sen ne kadar, “Bak evladım, bir zamanlar ben de senin gibi gençtim. Benim de damarlarımı arzular tutuşturuyordu, emel ve hayâllerime dünya dar geliyordu; bir elimle aya, diğeriyle güneşe uzanıyordum... Ben de taşı sıksam suyunu çıkarıyordum... Ama bak, şimdi hepsi bir hayâl, bir rüya kadar hakikatsiz... Koca bir ömrü hebâ ettim. Seksen beş yıl göz kapatıp açıncaya kadarki bir ân gibi geçip gitti... Sen hatalarımı tekrarlama, gafletimi kıymetli bir miras gibi sahiplenme!” dersen de, fayda etmiyor. İnsan, muhakkak ki zãlim ve cãhildir... Cehliyle önce ve bizzat kendi nefsine zulmediyor...

Dışarıda lapa lapa kar yağıyor... Gençliğimizde dört kardeş bu gibi havalarda kar elbiselerimizi giyinir ormana dalar, tepelere tırmanır; saatlerce dolaşıp dururduk, Abant’ın bunca zaman zarfında bile çok az değişen coğrafyasında... Şimdi yine kar elbiselerini giyinip, az önce hazırlanıp bekleyen Hasan ve Mehmed’e iştirak etmek geliyor içimden. Yan odadan Fikri abimin çıkardığı sesler geliyor. Ne Fikri abisi, öleli kaç yıl oldu!.. Mehmed tembel bir yaşlı, nefesini bile idareli kullanıyor. Hasan, çörek otu yağı ve sporun kazandırdıklarıyla halâ bastonsuz dolaşıyor ama böylesi bir havada orman yürüyüşü ona göre de değil...

Nereden çıktı bütün bunlar şimdi? Yazı yazmam lâzım... Yazı mı? Ne yazısı Hüseyin? Kimin için, niçin yazacaksın? Yılardır yazdın da ne oldu? Kaç kişi okudu, yazdıkların kaç kişinin hayatına bir saãdet ışıltısı taşıdı? Kaç kişi tecrübelerinden faydalandı? Bilmiyorum... Yine de yazmalıyım... Kimse okumasa da, kimse istifãde etmese de yazmalıyım... Ağzı kapalı bir dilek şişesi gibidir yazdıklarımız... Hangi sãhile vurur, kim açıp okur?... Bilemeyiz ki...

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
9 Yorum