Ölümün çaresi-2

Hayatın karşısında duran ölümün dehşetli mahiyetini ve ölümün karşısında durup, ebedî hayata ve fanî dünyaya çağıran iki farklı grubun tekliflerini anlatan Risale-i Nur’un Meyve Risalesi’nin İkinci Mes’elesindeki misale baktığımızda, çok şaşırtıcı ilginç bir temsille karşılaşıyoruz.

Gözümüzün önünde herkesi tek tek asan bir darağacı ve bunun hemen yanında da bir piyango dairesi kurulmuş. Bazılarının darağacında asılmak için çağrıldıklarını, bir kısmının ise büyük ikramiyeyi kazanarak asılmaktan kurtulduklarının ilanını duyuyoruz. Darağacının dayandığı duvarın arkasındaki bu piyango dairesinin ciddî memurları, piyangoyu kazananların asılmadıklarını ve orayı basamak yapıp duvarın arkasına geçtiklerini bizlere haber veriyorlar.

Burada ince bir nokta var. İnsan gerçekten böyle bir durumla karşı karşıya kalsa, “mademki o darağacından kaçmak için hiç çare yok, mecbur çıkacağım. O halde, en iyi çare olan piyangoyu kazanmak için ne gerekiyorsa yapmalıyım, o memurları dinlemeliyim ve piyangoyu kazandıran bileti temin etmeliyim.” diye düşünür. “O memurlar ya doğru söylemiyorsa” diye düşünüp de, tek şansını da kaybetmek gibi bir akılsızlık yapmaz.

Tam böyle dehşetli bir vaziyette iken, içeriye iki ayrı grup giriyor. Birinci grup, insanın canını kurtarmakla meşgul olması gereken hayatî bir zamana hiç de uygun olmayan bir şekilde, ellerinde çalgılar, sarhoş edici içkiler ve tadı görünüşte güzel yiyeceklerle eğlenmeye davet ediyorlar. Bu arada, diğer gruptaki güven veren insanlardan bu yiyeceklerin zehirli olduğunu öğreniyoruz. Diğer bir grubun ise ellerinde çok daha farklı hediyeler görüyoruz. Sarhoş etmeyen içecekler, zararsız yemekler ve bir eğitim programını içeren talimat kitabı içinde bazı dualar veriyorlar ve diğer grubun hazırladıkları aldatıcı hediyelerin aslında bizi denemek için olduğunu, memleket hükümdarının emriyle getirilen bu hediyeleri kabul ettiğimizde ise, asılmaktan kurtulup, o piyangodan kazanılan büyük ikramiyeyi hükümdarın hediyesi olarak alacağımızı söylüyorlar. Diğer grubun zehirli yiyeceklerini yersek, asılma anına kadar o zehrin sıkıntısı çekeceğimiz de bizlere haber veriliyor.

Şimdi temsilin hakikatine bakalım ve görelim ki, bu şaşırtıcı misal, nasıl da yaşadığımız hayatın kendisinden başka bir şey değilmiş, bakalım ve görelim.

Hepimiz, asılacağı sırayı bekleyen bir idam mahkûmu gibiyiz. İdam edilmek, ölmeye mecbur bırakılmanın, isteği dışında öldürülmenin adı değil midir? Madem, ölüm hepimizi istemesek de öldürecek. O halde, doğduğumuz günden itibaren idam sehpasına çıkacağımız anı bekliyoruz demek ki. Bu itiraz edilmez gerçeği idrak edebilmek, hayatı doğru değerlendirebilmenin temel taşıdır. Çünkü her şeyin gerçek manası ve ifade ettiği kıymet, bu idrak ışığında ortaya çıkıyor.

Ölümün, darağacı şeklinde görünen yüzünün arkasında, insanlığın kaderini belirleyen bir piyango dairesi kurulmuş. Bu piyangonun diğerlerinden şöyle bir farkı var. Para ödeyerek değil, bir insanın en önemli sermayesi olan ömrünün ortaya konması ile iştirak ediliyor. Piyangoyu kazanıp kaybetmeyi de, bu ömrü kullandığınız yön belirliyor. İlginç değil mi?

Burada üç farklı yönde, üç farklı sonuç var:

Birinci grup, iman etmiş ve imanın gereği olan yükümlülükleri yerine getirenlerdir. Bu gruptakiler için, ek olarak son nefeste iman ile gitmiş olmak şartı aranıyor. Yani burada yine “iman kurtarmak” kavramı ön plana çıkıyor. Bu gruptakilerin yüzde yüz ihtimal ile sonsuz bir hayat hazinesini kazanacakları ifade ediliyor.

İkinci grup, âhirete inandığı halde, pişman olmadan ve serbestçe büyük günahları işleyerek gayr-ı meşru bir hayat tarzında ısrarla devam edenlerdir. Bu gruptakiler, tevbe etmeden öldükleri durumda, sevdikleri insanlardan ayrı tutulacakları ve tek başlarına sürekli içinde kalacakları bir hapis cezası alacaklar. Bu grup insanların, eğer imanla kabre girerlerse cezalarını çektikten sonra, cennete alınacakları söylenebilir. Çünkü hadisin rivayetinde ümmetinden imanla ölenlerin cennete girecekleri müjdesinin Mir’ac’ta verildiği ifade ediliyor.[1] Yazı dizimizin ilerideki bölümlerindeki detaylı tahlilde, imanla kabre girmeyi sağlayacak hakikî bir imanın hangi özelliklere sahip olması gerektiğiniele alacağız. Kesin ve şüphesiz bir inançtan kaynaklanmayan, bu nedenle kabul görme ihtimali düşük olan bir imanın yanında, günahlarla dolu ve pişmanlık duyulmayan bir gayr-ı meşru yaşantı ile bırakınız cennete gitmek, o zayıf imanın ölüm anında kaybedilmemesi bile oldukça düşük bir ihtimaldir. Bu nedenle de, maalesef bu gruptakilerin ebedî cehennemde kalma tehlikesi çok kuvvetlidir.

Üçüncü grup ise, mevcut bir imana ve inanca sahip olmayanlardır. Bu gruptaki insanlar için de ölüm -zaten gözleriyle de gördükleri gibi- ebedî bir idam hükmündedir. Eser metninde, “son iki gruptakilerin bahsedilen sonuçlarla karşılaşma ihtimalinin yüzde doksan dokuz olduğu” ifadesinin kullanılmasının sebebi, bu insanların kendilerinin de böyle inanmaları ve yaşadıkları hayat anlayışının zaten bunu gerektirmesidir. Diğer taraftan, bir insanın çok özel bir durumda, istisnaî olarak bir affa layık görülmesi durumu söz konusu olabilir. Bu nedenle eser metnindeki ihtimal, yüzde yüz olarak verilmemiştir diye düşünüyoruz. Diğer taraftan Risale-i Nur’un Dördüncü Söz’ünde, iman yolundaki kazanç ihtimalinin, buradan farklı olarak yüzde doksan dokuz olarak verilmesinin sebebinin, yine aynı şekilde özel bir durum için bir pay konulması olduğunu düşünüyoruz. Çünkü bir insan yaşamı boyunca her ne kadar iman ve itaat yolunda gitse de, çok özel bir durum veya işlediği önemli bir kabahati sebebiyle, kurtuluş hakkını kaybedebilir. Bu istisnaî bir durumdur ve hadislerde de bu duruma düşmüş insanlardan bahsedilmektedir.

Eğer iman yolunda gidersek, ebedî bir hayat hazinesini elde edeceğimizi üç grup insan haber veriyor:

1-Hayatlarında yalan söylememiş, insanlığın rehberi olmuş ve en güzel ahlaka sahip yüz binlerce peygamber haber veriyor.

2-Onların verdikleri aynı haberi, maneviyat âlemindeki keşiflerine ve kalp gözleriyle gördüklerine dayanan milyonlarca evliya tasdik ediyor.

3-Akıl ve delil ile hakikate yetişen ve imanın ve islâmiyetin doğruluğunu detaylı tetkik ve sorgulamalarıyla araştırarak kabul etmiş milyarlar adedince delile dayalı olarak inanan ve iman eden insanlar, aynı hakikatin doğruluğunu ve mükemmelliğini ilan ediyorlar.

Gerçekten de, bir yolda giderken önümüze tanımadığımız biri çıksa ve o yolda bir tehlikenin olduğunu söylese, içimiz rahat etmez ve o yol kısa da olsa bırakırız ve uzun da olsa diğer bir yoldan endişesiz ve rahatla gitmeyi tercih ederiz. Hatta bize söylenen tehlike ihtimali “yüzde bir ihtimalle bir ay hapis” olsa, o kısa yoldan serbestçe gitmeyi düşünemeyiz bile.

Hâlbuki sayıları yüz binleri, milyonları geçen bu üç grup insanın, hayatlarının en büyük meselesi ve hakikati olarak görerek ve çok ciddî olarak verdikleri, doğruluğu binlerce delillerle de ispatlanabilen bu çok önemli haberi, tehlike ihtimali yüzde doksan dokuz olduğu halde hiç ciddiye almamak ve cenneti ve ebedî bir hayatı kazandıracağı söylenen gayet kolay bir yol ile hiç ilgilenmemek -vicdanınızı vekil tayin ediyorum, o söylesin bize- ne anlam ifade eder? Küçük dünyevî zararların kendine dokunmasından bu kadar kaçan, ebedî hayatındaki dehşetli zararları ve çok büyük tehlikeleri bu kadar küçük gören ve bunun için hiçbir tedbir almayı düşünmeyen bir insanın aklı, ruhu, kalbi ve insaniyeti acaba ne hale gelir? İnsanı insan yapan tüm bu değerlere zıt değil midir böyle davranmak? Demek böyle bir davete karşı lakayt kalmak, insaniyete ve akla uygun olmadığından; “hakikî insan olanlar, insaniyete uygun hareket ederek bu habere kulak verip gereğini yerine getirenlerdir ancak” demek, abartısız bir hakikattir.

Meyve Risalesi, Denizli hapsinde yazıldığından hapiste yatanlara hitaben kullanılan ifadelerini, aynen bizler de kendimize uygulayabiliriz.

Şöyle ki: içinde bulunduğumuz ve dışarı çıkamadığımız bu dünya da, açık bir cezaevi gibi sıkıntılarla doludur ve kendini içinde sıkışmış hisseden insan ruhu için, dar bir mekândır. Bu dünyevî hapsimizden kurtulup, gerçek anlamda serbest kalacağımız geniş ve ferah ebedî âleme gitmeden önce, burada yaşadığımız sıkıntıları, üzüntüleri, başımıza gelen musibetleri ve hastalıkları, verdikleri zahmetleri bin kere unutturacak manevî kazançlara ve rahmetlere dönüştürebiliriz. Eğer bizde iman varsa ve namaz vazifemizi yerine getirirsek. Bir de onlara sabır ve şükürle karşılık verebilirsek.

O zaman, o musibetli halleri, âdeta rahmetin bir hediyesi gözüyle görebilir ve onlardan çok iyi yararlanabilir ve bu sayede başımıza gelen her kötü hadiseden, her acı olaydan gerçek anlamda intikamımızı alabiliriz.

(İnşallah bir sonraki bölümde inkâr edenin böyle bir inançla ve inandığı gibi yaşamayanın bu tarz bir yaşam tarzı ile nasıl olup da, hayattan lezzet alıp yaşayabildiğini inceleyeceğiz.)


[1] Abdullah b. Mesud anlatıyor: “…Miraçta Hz. Peygamber (a.s.m)’e şu üç şey verildi:  Beş vakit namaz verildi, Bakara Suresinin son kısmı (Amenerresul) verildi ve bu ümmetten Allah’a şirk koşmadan ölen kimsenin günahlarının bağışlanacağı hususu (söz verildi)” (bk. Müslim, İman, 279)

 

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.