Hüseyin YILMAZ

Hüseyin YILMAZ

Olmadı şeyhim, olmadı!..

Çoğu zaman kasıtlı veya cehâlet eseri olarak karıştırılan iki Said onlar... Biri milyonlara istikamet veren Bediüzzaman Said-i Nursî, diğeri bir tertib ve emr-i vâki karşısında M. Kemal ve ekibinin icraatlarına kıyamla son nefesini darağacında veren merhum Şeyh Said...  Aşağı yukarı aynı toprağın çocukları, aynı kavmin mensubları. Soylarının seyyidlerin nurânî şeceresine bağlanması “Kürt” olarak tesmiyelerine mâni teşkil etmez. İkisi de hayata Kürtçe ile başlar, Kürtçe ile düşünür, Kürtçe ile büyürler... Bağrında yetiştikleri irfân, Kürt irfânı.. Müşterek ve mümeyyiz vasıfları: Muhkem îmãnları.

Şeyh Said, Nursi’den on üç – on dört yaş kadar büyük... İyi bir medrese eğitimi alır... Nüfuzlu bir tarikat şeyhi olmasının yanısıra, kuvvetli bir aşiretin de reisidir... Bediüzzaman, adaşının aksine fakir bir ailenin çocuğudur... Küçüklüğünden beri zekâsı ve fevkalhâl oluşu ile şöhret bulmuştur. Bütün tahsili üç ayla sınırlı. Şeyh olmadığı gibi, herhangi bir tarikata da mensub değildir. Çocukluğundan itibaren dik başlı, korkusuz, mücadeleci ve hürriyetçi bir insan olarak göze çarpar. Hayat serencamı bir düzineyi aşkın kalın cild ister, hülâsa edemem...

Bediüzzaman’ın Tarihçe-i Hayat adlı eseri, kendisi hayatta iken ve onun nezaretinde basılır. Hassasiyetle kitabı tashih ettiği, metinleri tasnif ve tanzim ettiği, hangi resimlerinin konulacağına kadar müdahil olduğu talebelerinin kuvvetle şehâdetiyle sâbittir. Şeyh Said ile tek muhaveresi bu eserde Şeyh Said’in kıyam için destek taleb etmesine mukabil, “Türk milleti asırlardan beri İslamiyete hizmet etmiş ve çok velîler yetiştirmiştir. Bunların torunlarına kılınç çekilmez; siz de çekmeyiniz, teşebbüsünüzden vazgeçiniz. Millet, irşad ve tenvir edilmelidir”  (1) cümlesiyle ifâde edilir.

Şeyh Said’in şehâdetinden sonra da otuz beş yıl yaşıyan  Said-i Nursî’nin bu kıyamla ilgili başka bir yazılı kaydı yoktur. Dersim katliamı sebebiyle duyduğu elem ve ızdırabı Şeyh Said kıyamı bahanesiyle gerçekleştirilen katliam karşısında da duyduğu, bilinen hakikattır.

İmam-ı Azam’a göre kıyamın cevaz şartı: Başarmaktır... Başarılmayacak kıyam, caiz değildir... Asla emin olunamayacak bir cevaz şartı...

Fakirin bu mevzudaki tetebbuatı, “Doğu Gerçeği ve Müslüman Kürtler”  (2) adlı eserde uzun uzadıya yer alır. Kanaatım kat’i ve net: Şeyh Said kıyamı, enine boyuna plânlanmış bir harekat değil, bir emr-i vâki ile girilmiş elîm bir yoldur... Şeyh Said’in nokta-i nazarı ve hedefinde asla ve asla Kürtçülük yoktur. İngiliz işbirliği de Şeyh Said’in şahsı itibarıyla adice bir iftiradan ibarettir. Ankara iktidarının hazırlığına başladığı lâdini rejimin emâreleri ve ayak seslerinden her mü’min gibi rahatsızdı ve karşı koymak istiyordu... Onun bu dinî hissiyatını bir kuvvet-i zahr olarak kullanmak isteyen Cibranli Halit ve Bitlis Meb’usu Yusuf Ziya gibi bâzı ırkçı zâtların bu hareketin içinde yer almaları Ankara’nın elini kuvvetlendirmiş ve Türk amme efkârına Şeyh Said’i Kürtçü olarak takdim ve telkin ile kıyamı da hayasızca “Kürt İsyanı” olarak ilân etmişlerdi.

Üzerinde durmak istediğim husus, Şeyh Said Kıyamı değil, -mevzuun muktezası olarak temas zarureti hâsıl oldu- Şeyh Said’in torunu Şeyh Muhammed Fırat’ın Time Türk’e  verdiği bir mülâkatın sebebiyet verdiği tartışmalardır. Önce Şeyh Muhammed’i dinleyelim:

“Said Nursi ‘1950 yılına kadar şuurum yerinde ben düşüncelerimi kaleme almışım, fikrime güvenirdim. 1950 yılından sonra benden habersiz talebelerim bazı hususları söylemiştir. Eğer isterseniz tayin edeceğim bir vekil bu hususları çok güzel anlatır’ demiştir. Çünkü amcam kendilerine demiş ki ‘bazı hususlarınız aykırıdır, bunu sizin adınıza kabul edemem’ o da bunun üzerine, ‘Altı talebem var. Bunlardan birisini vekil seçmem için kuvvetim yerinde değil. Kolhisara geleceğim hangisini beğenirseniz ben onu vekil tayin edeceğim’ dedi. Ne yazık ki bu olmadı kendisi Urfa’ya geliyor orada vefat ediyor. Amcam Şeyh Ali Rıza Efendi de Sivas Kampı’na ailemizden 11 kişi ile sürgün edildi.

“Said Nursi amcama devamla şunları söyledi ‘Ben Van’da iken Şeyh Said’in mektubu bana ulaştı. Beni de bu hizmete davet etti. Ben de mektubuna cevaben dedim ki bana görev ver ki ben de bu hizmete buradan katılayım. Mektubun ulaşıp ulaşmadığını bilmiyorum. Sonra Şeyh Said tutuklandı. Benim mektubumdan dolayı beni de götürürler dedim ama beni götürmediler. Bunun üzerine ağladım sızladım. Sonra istedim ki, Şeyh Said oğullarını göreyim. Bugün bana nasip oldu beni kardeş kabul etsinler. Ben bu manevi üzüntüden kurtulayım. Beni manevi evlat kabul etsinler. Ben de manevi kardeşiniz olarak huzura çıkayım. Kolhisar’a gelip kalacağım. Altı talebem içinde hangisi uygun görülürse onu vekil tayin edeceğim.’

“Bediüzzaman Said Nursi hadise sonrası yaşadıklarını amcama şöyle anlatıyor; ‘40 gün mağarada feryat figan ettim. Sonra bana ilham geldi dendi ki -Ben küfrü mutlakla mücadele ettim, sen de cehli mutlakla mücadele et.- Ben bunun üzerine kalemimle cihat ettim.’ Selahattin Efendi de kendisini ailemizin manevi evladı olarak kabul etti. Said Nursi, ‘Siz beni kabul ettiniz, ben de rahat ettim’ diyor.”  (3)

Aslında bu ifâdeleri yok sayıp ademe mahkûm etmek mümkün, ama mümtaz bir âilenin teveccühe mazhar bir evlâdından bu kadar hatanın sudur etmesini sükûtla karşılamayı gönlüm el vermiyor.

Mübarek Şeyhim, Bediüzzaman Hazretleri ömrünün en hareketli, en çok göz önündeki bir zaman dilimini de 1950-60 arasındaki on yılda yaşar... Zerre kadar bir şuur sekâmeti tezâhür etseydi a’da-i din olan şedid düşmanları tef çalarak değil, savaş alayları tertip ederek eğleneceklerdi. “1950 yılına kadar şuurum yerinde ben düşüncelerimi kaleme almışım, fikrime güvenirdim. 1950 yılından sonra benden habersiz talebelerim bazı hususları söylemiştir.” gibi  hakikatsiz, elim bir ifâdeyi sarfetmekte hiç mi tereddüt yaşamadınız?.. Bunun hiçbir şekilde kabul edilemeyecek, na makul bir hilâf-ı hakikat olduğunu da mı idrak edemediniz? Bir şey hakikatsız olabilir, ama bâri aklın kabulünü imkânsız göreceği ölçüde bir şey söylemeseydiniz...

Bu mevzuda sarfettiğiniz diğer ifâdeler de müdellel değil... İlmen ve mantıken olmasına da imkân yok. Kabul edilebilir hiç bir delili de ortaya koyamazsınız... Hâl böyle iken, bu fütursuzca serd-i kelâmı temenna ile karşılamamızı bekleyebilir misiniz?..

Fakirin ve mü’minlerin nazarında Şeyh Said, zâten yeterince büyük bir zâttır, sizin için de öyle olmalıydı... Niçin bu büyük insanı daha da büyük göstermek için muhayyel bir hikâyenin himmetiyle Said-i Nursî’yi dedenize mânevî evlad, amcalarınıza da mânevî kardeş göstermeye çalışıyorsunuz? Böylesine abes, böylesine yersiz bir rüçhaniyet dâvâsına niçin ihtiyaç duyuyorsunuz?..

Muhterem Şeyhim, Şeyh torunu Şeyhim!.. Sizi daha fazla rencide etmeyi cidden gönlüm kaldırmıyor, susuyorum... Ama sizden samimyetle bir ricada bulunmak istiyorum: Lütfen bu yanlış beyanları tashih ile ilân ediniz ki, şehid dedenizin huzuruna ruz-i mahşerde mahçub olmadan çıkabilesiniz...

Bilmecburiye sükût...

DİPNOTLAR:
1-Said-i Nursî, Tarihçe-i Hayat, Sayfa: 135
2-Hüseyin Yılmaz, Doğu Gerçeği ve Müslüman Kürtler, Timaş Yayınları
3- http://timeturk.com/Said-F%C4%B1rat--Said-Nursi-manevi-karde%C5%9Fimiz_110879-haberi.html

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
11 Yorum