‘Nun’ mucizesi

Kur’an’dan Risale-i Nur perspektifinde günümüze mesajlar(3)

Kur’an, “biz” bilincini, yani toplum, başka bir deyişle cemaat şuurunu yer yer vurgular. Gökyüzünde ve yeryüzündekiler aynı birliğe koştukları ve aynı bilinci gerek hal gerekse terennümle ifade ettikleri kozmik yani tekvini kanunların bir gereği olarak ortadadır.

Gökyüzünde yıldızlar ve galaksiler, yeryüzünde çiçekler ve dağlar bu birliğin itaatli üyesidirler. Kâinatta bir uygunsuzluk ve uyumsuzluğun görülmemesinin sebebi budur. İnsansa, kendi yetkisini kötüye kullanmakla bu birliğe çomak sokan tek varlık.

Aslında insan çok temiz bir fıtratla dünyaya gelir. Ne olursa iradesiyle aklı gelişigüzel hayatına karışmasından sonra olur. Oysa çocuk gibi saf ve temizolmak belki de onun hayatı boyunca yakalamak istediği bir erdem, bir düzeydir.

İbadet bu birlik bilincinin alıştırmasıdır. İbadetsiz birlik olmaz, kozmik uyum gerçekleşmez. Namaz bütün ibadetlerin türlerini kapsamı içine alması noktasında bu birliğin özünü oluşturur.[1]Fatihasız ise namaz olmaz. Fatiha suresinin insanın Allah’tan isteklerine başladığı düğüm noktası nun.jpg yani “Ancak sana ibadet ederiz ve ancak senden yardım dileriz” ayetidir.[2]

Müslümanların her gün namazlarınher rekâtında okudukları bu ayet,“biz” bilincinin sözle ifadesidir. “Mütekellim-i vahde” yani birinci tekil şahısla değil, “mütekellim-i maalgayr” yani birinci çoğul şahıs kipiyle söylenmesi bir kuralolduğu gibi, “biz” bilincinin de nirengi noktasını teşkil etmektedir. Biri ya da ikisi birinci tekil şahısla yani “e’büdü” ve “estein” şeklinde okunduğunda kişinin namazı ifsat olacak kadar önem arz etmektedir.

Çünkü;bu ayetin önemli bir sözleşme olması noktasında, Allah, insandan bireysel vicdanıyla bir sözleşme istemiyor toplumsal vicdanıyla bir sözleşme istiyor.[3] “Ben” hiçbir zaman “Biz”in yerinitutamaz ve “ben”in olduğu yerde “biz”in, yani toplumun yararı gözetilemez. Beş vaktin her rekâtında okunup toplum bilinci bu ayetle dikte edilmesi de Kur’an’ın cemaat bilincine ne denli önem verdiğinin göstergesidir. Ayette sanki gereksiz yerde “ben” şahıs kipinin kullanılmaması içinherkese bir uyarı vardır.Yani Fatiha suresinin bütünü göz önünde getirildiğinde, bu ayet demek istiyor ki, “ ‘ben’i kullanmakla bütün varlıkların tespihlerinin bilincine erip hedeflenen “Ehad” in tecellisine erişemezsiniz, kozmosa uyum sağlayıp var olan her şeyin desteğini kazanamazsınız.

İnsan yalnız değildir. Mümin “Ancak sana ibadet ederiz ve ancak senden yardın dileriz” derken, arkasında onu destekleyen birçok özne ve nesnelerin varlığından haberdardır. Onlar adına bu kulluğun olmazsa olmaz duasını yapıyor. Adeta bu dua bir koro halini alıyor. Tek başına da olsa insan bunu söylediğinde bir güç elde ediyor ve bir sinerji oluşturuyor.

Birinci tekil kipiyle yapılan her şey yalnızlaşmanın da ilk adımıdır. Bu tür davranışa yeltenen ya kendine çok güveniyordur ya da kendinden başkasının farkında değildir. İki hal de eksiklik ve diyalogsuzluktur, fakirliktir, kimsesizliktir, bir başınalıktır. Hepsi de “biz” bilincine zıttır.

Bediüzzaman, bu ayetin ve özellikle “nun” harfinin, yani birinci çoğul kipinin ifade tetiği mananın açılımınıçok daha ilginç bir şekilde yapar. Birinci çoğul kipini kullanmakla mümin üç kalabalıkları arkasına almaktadır ve namaz kılarken onların adına dua etmektedir. Bunlardan biri bedenimizin organları ve bütün zerreleridir;diğeri bütün tevhide gönül verenlerdir ve bir diğeri de kâinatın kapsadığı bütün varlıklardır.[4]Bu üç topluluğun tespih ve isteklerini birlik bilinci içinde namazın her rekâtında ve bu ayeti okuduğunda Allah’a takdim eder. Bu üç grubun sayıya gelmez kalabalıkları adeta canlanarak parmaklarıyla âlemlerin Rabbi olan Allah’ı işaret etmektedir. Bu anlamda bir bilince sahip mümin, bu muhteşem sinerjiyi, her an yaşamakta ve bundan son derece derin bir haz alıp tarifsiz bir mutluluk yaşamaktadır.

“Neden bu ayette olan fiillerin birinci tekil şahıs kipiyle değil de birinci çoğul şahıs kipiyle, yani “E’büdü ve estein” değil de “Na’büdü ve nestein” şeklinde kullanılıyor?” bir soru sorup cevabını hayal dünyasında bizzat yaşayarak verir Bediüzzaman. Bediüzzaman o zaman Bayezit Camiinde namaz kılıyordu. Bir anda kendisiyle birlikte bütün camide olan cemaatin, hayalindeki perdeler açılarak bulunduğu şehrin bütün camilerindeki insanların, sonra yeryüzünde olan bütün camilerde olan Müslümanların ve dahası kâinatta var olan bütün varlıkların da aynı duayı edip kendini desteklediklerini hayalin ötesinde adeta yaşar gibi olmuştu. Yalnız “nun” harfinin ifade ettiği mana itibariyle gerçekten Kur’an’ın bir mucizesi olduğunuanlamada gecikmemiştir.[5]“Nun” bir harfken, özetle söz ettiğimiz bunca anlamları çağrıştırması, Arapça inen Kur’an’ın sözel olarak da mucize oluşunun en büyük delilidir.

Bunca kalabalıkların bir anda arkasında olduğunu hisseden bir müminin nasıl bir güce erişeceğini, ne tür enerjiyle dolacağını ve ne gibi bir hazzın zirvesine yükseleceğini ve bunun sonucunda nasıl bir bilince kavuşacağını tahmin etmek zor değil. Sayısız kalabalıklarca desteklenen böylesi bir duanın reddedilmesi de düşünülemez.

“İyyake” deki “ke” harfinden de çıkaracağımız çok anlamlar var. “Bütün övgüler âlemlerin Rabbine mahsustur, o Rahman, Rahimdir ve Hesap Gününün malikidir” ayetlerini okuyan mümin, anında rablık noktasında tek muhatap olan Allah’a döner ve “Ancak sana ibadet eder ve ancak senden yardım dileriz” diyerek, O’nu görür gibi kendisiyle birlikte olan özne ve nesneler için de en içten dua eder. İbadet edilen ve kendisinden istenilenin ancak bir önceki nitelediği bir zat olan Allah olması noktasında “İyyake/ancak sana” denilir. Bu takdirde bu vasıfların kendisinde olmayan birine ne kulluk edilir ne de kendisinden bir şey istenilir. Kulluk edilen tek varlık Allah’tır. O bizim dayanağımız olduktan sonra dünyada kaygılanacak bir şey olmaz.

“Ke” harfinin bir başka çağrışımı var; o da bu ayet okunurken manasını düşünerek okumaktır. Çünkü belâğatın mezhebinde bu vaciptir.[6] Manasını düşünerek okumak,Allah’ı görür gibi, Peygamberimize ilk indiği anını yaşatır bize. Zaten ibadetin ve özellikle namazın anlamı budur.

“Ancak sana” derken, karşımızda yalnızca Allah var. Sebepler dünyası geride kalmıştır; acılar, meşgaleler, alıp vermeler, hayhuylar vs… Bu ayetin sayesinde namaz, en büyük terapi ve doğu mistisizminin deyimiyle en etkin meditasyondur. Mümin, “İyyake/ancak sana” “hasr” ifadesiyle büyük bir yükün altından kalkar. Bu hal elbette geçici olmalıdır, çünkü dünya işlerine dönüldüğünde bizi bekleyen süreçlerdir, yani tekvini/fıtri kanunlardır. Sebepleri ıskalarsak, sorumlu olduğumuz ikinci şeriata uymamış oluruz ki bu da birlik bilincimize ters düşme anlamına gelmektedir. Bu yüzden Bediüzzaman’ın şu sözü müminin bilinçliliği açısından dikkat çekicidir: “Daire-i esbapta iken tevekkül etmek, bir nevi tembellik ve atalettir.” [7]Buna göre, insan olarak biz, bir işin sürecinin gereğine göre hareket etmek zorundayız. Burada sebepler uyulması gereken kanunlar durumundadır. Ben “tevekkül ediyorum” demekle baştan sona tekvini kanunların hüküm sürdüğü dünyayı es geçen kimsenin eline geçecek olan yalnızca bir hiçtir.

İnsan yeryüzünün halifesidir ya, onu halife makamında tutan da ettiği ibadetidir. Kâinatta misafirdir ve aynı zamanda nazlı bir görevlidir. Bütün varlıkların önüne geçip ibadet ederek duada bulunmasıyla bu büyük birliğin başındadır.[8]Bu halifelik ve vekilliği açısından namaz, insanın hiç terk etmeyeceği bir ibadettir. Bir komutan gibidir. Komutu verecek olan odur. Komut olmadan arkasındakilerin birlik içinde bu ibadet korosunu nasıl yerine getirebilirler? O bu ibadeti yerine getirmeli ki bilinçli ve bilinçsizlerin adına ibadet ve dilekleri “biz” bilinci içinde takdim edilebilsin.[9]

Evet, “Ancak sana ibadet eder ve ancak senden isteriz” kulun, hem kendi ve hem de diğer bütün varlıklar adına Allah’laolan bir sözleşmesidir.

“İyyakena’büdü ve iyyakenestein” deki “biz” bilinci bize nasıl bir zenginlik ve rahatlık katar?  Bu bilinç ki kozmik bakış açısıdır; öylesine ki bütün insan ve nesneleri bir bütün olarak gördüğümüz bir deneyimdir; biz onlarız ve onlar biziz, hiç kimse dışarıda değildir, ötekileşen ne bir nesne ne de bir özne vardır, herkesin aynı amaca yönelip birbiriyle boğuşmadığı bir dünyada dostluğun zirvesindeyiz. “Biz” bilincinde yabancılaşma diye bir şey yoktur; zerre de bütün kâinat da dosttur. Sevgiyse bu bilincin harcıdır. İnsanlar tarafından anlaşılamama kaygısı olmadığı için de son derece rahatız; çünkü kulluğumuzun tek muhatabı olan Allah, bizim en büyük yardımcımızdır. Bu tür bilinçte birbirine kul olmak asla yoktur.

Bu biz bilincin pekişmesi için namazların cemaatle kılınmasının, Fatiha suresindeki “nun” harfinden çıkarılan anlam çerçevesinde, bireysel kılınandan çok daha faziletli olduğuna dikkat çekilir.[10] Her gün beş vakit namazını cemaatle kılan mümin, “biz” bilincini en ücra hücrelerine varıncaya kadar özümsemiş olmalıdır.

[1] Nursî, B. S. Sözler,erisale.com

[2] Kur’an, Fatiha suresi:4

[3]Yazır, Elmalılı Hamdi, Birinci cilt, Fatiha tefsiri, Bedir Yayınevi, İstanbul.

[4] Nursî, B. S. İşaratü’l-İ’caz, erisale.com.

[5] Nursî, Bediüzzaman Said (2007),  Şualar, 5. Kelime, erisale.com

[6] Nursî, B. S.İşaratü’l-İ’caz, Fatiha Suresi, erisale.com

[7]a.e. s: 43.

[8] Nursî, B. S. Sözler, 9.Söz, erisale.com.

[9] Nursî, B. S. Sözler, 24.Söz, 5.Dal, erisale.com

[10] Nursî, B. S. Mektubat, 29.Mektup, 6.Nükte, erisale.com

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
3 Yorum