28 Şubat’ın en büyük zulmü başörtülülere

28 Şubat’ın en büyük zulmü başörtülülere

28 Şubat Süreci mağduru bir hanım öğretmen “Sultan Kara” yaşadıklarını RisaleHaber’e anlattı…

Röportaj: Dursun Sivri - RisaleHaber

Foto: Şaban Yılmaz

 

Giriş:

Sultan Kara Hanımefendi, lisans eğitimini gazetecilik temelinden almış.  28 Şubat sürecinin efsanevi sayılabilecek ilk kurbanlarından. O dönem eğitim fakülteleri mezunları için dört yıllık lisans eğitimini yapmış olan her branştan insanlar kısa bir pedogojik formasyon eğitiminden sonra ilköğretim öğretmeni olabiliyorlardı.  Sultan hanım da İletişim fakültesi mezunu olarak öğretmenliğe başvurmuş. İlk görev yeri kurada Diyarbakır’a, sonra eş durumundan Ankara’ya çıkmış. Göreve başladığı gün itibariyle bugünkü deyimle “mobbing” denilen iş yerinde taciz, zulüm gibi her türlü baskıya maruz kalmış.

 

YASEM’in düzenlediği Gazetecilik  Seminerlerinde Sultan hanımı, “Gazetecilik Mutfağı” dersinde çok enerjik yüksek performansından tanıyoruz.

Kısa süreli öğretmenlik süresinde de romanlara konu olabilecek gibi enteresan başarı hikayeleri var. Soruşturma maceraları bugün yaşanmış gibi vicdanları sızlatan türden… 28 Şubat sürecinde yaşananlardan çıkarılacak çok dersler var. İşin kolayı o günün cuntacı ekibine fatura edildiği kadar “duruş” sınavını kaybedenleri de hatırlamak lazım. İnancı düşüncesi yüzünde mağdur olanlara yine aynı cenahta görülenlerin ortak duruş sergileyemedikleri gibi bir anafikir çıkarmak mümkündür.

 

Evet inancı uğruna sebat ve metanet destanı yazmış bir hanımın yaşadıklarını takdim ediyoruz. Vicdan sahibi herkesin alacağı bir ibret yönü var bu hikayede…

 

YASAL PROSEDÜRLERİ DE BİZİM İÇİN ÇİĞNEDİLER

 

Sultan Hanım 28 Şubat Sürecinde mağdur olduğunuzu, görevden atıldığınızı biliyoruz ama işin iç yüzünü, arka planını bilmiyoruz. Neler oldu, neler yaşadınız?

 

İlk atılan Ankara Uyanış İlköğretim okulundan bir öğretmen hanımdı.

O’nun kararını aynı gün koşturarak bana getirdiler. Gittiler ona tebliğ ettiler, meslekten men cezası verdiler; kararı aldılar bana getirdiler. Ben de o ara uyarı, kınama almışım ama ortada çok bir şey yok. Ben daha sonraki cezaları bekliyorum; Meselâ, maaş kesme var, diğer cezalar var. Bir hiyerarşi var cezada yönetmelik gereği…

 

Ama bana gelince hepsini atladılar. Bana dediler ki, ‘Falan öğretmen hanım bugün atıldı, meslekten men cezası aldı. Senin akıbetin de bu. ”Peki, bu akıbete uğramamak için ne yapacaksınız?” Akıbete uğramamak için sizin yanınıza teftişe gelen müfettişe saçınızı göstereceksiniz. Teklif bu. Müfettiş bana diyor ki “Hocam bir kere saçınızı göreyim, ondan sonra ört

 

Ama ben oraya yazayım ki hoca hanım okulda saçı açık derslere giriyordur. Bunu söyleyen de dindar olarak bilinen bir müfettiş.  Dedim “Siz, bana ne teklif ettiğinizin farkında mısınız? ”Sizin teklifiniz, ahlâksız bir teklif” dedim; O zaman sen bunu görmeden böyle yaz’ değil mi? Burada dürüstsün ama diğer tarafta dürüst olmamayı kabul ediyorsun. Bizim hikâyemiz bu.

 

Öğretmenliğe ilk başlama hikayeniz nasıl oldu?

 

Öğretmenliğe ilk başladığımda tayinim Diyarbakır’a çıktı. Eş durumundan aynı gün Ankara’ya geldik ama çok fazla öğretmen ataması yapıldığı için yer yok ne şehir içinde ne ilçelerinde falan. Ankara’nın en uzak köyüne verildim. Yani benim bulunduğum köyden 500 metre sonrası Kaman sınırıydı. Ama Ankara ili sınırı içinde olduğu için Ankara gözüküyor. 15-20 gün orada görev oldu, peşinden Ankara içine bir şekilde geldik. Bulunduğum okuldun tamamı öğretmen okulu mezunu ve yaklaşık 35-40 yıllık öğretmenlerin olduğu bir okula düştüm.

 

BİZİMLE KONUŞANLAR BİLE DIŞLANIYOR

 

Hangi okul bu, Ankara’da?

 

Tandoğan İlköğretim okulu. O okula beni verirken de o dönemin yöneticileri ‘burada rahat edersin’ mantığıyla göndermişler. Çünkü milletvekilliği adaylığında bulunmuş bir okul müdürü vardı. Ben gittiğimde de ayaklarında terlik, paçaları sıvamış, namaz hazırlığında bir okul müdürü vardı.  Ama adamın mevcudiyeti sadece o kadar. Görüntüsü ve etkisi yok. Önce bana sınıf vermediler. Sebebi de boş sınıf olmamasıymış. Yedek öğretmen olduğunuzda da yedek öğretmen öğretmenler odasında oturur ve gelmeyen öğretmenlerin yerine derse girer. O okulda da o zihniyette o kadar çok öğretmen ve müdür yardımcıları vardı ki; sizin orada nefes alabilme şansınız yok adeta.

 

Kimse sizinle konuşmuyor. Sizinle konuşan öğretmenler tehdit ediliyor. Yanlışlıkla sizinle bugün konuşan bir öğretmen, bakıyorsunuz ertesi gün yüzünü çeviriyor. Tehdit edildiği anlaşılıyor. Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi dersi öğretmeni bile vicdanı ile okul idaresi arasına sıkışıyor. Yani sizinle konuşmak istiyor, orada belki sizinle konuşacak tek insan olarak kendini görüyor ama o bile korkusundan konuşamıyor. Namaz kılacak yer konusunda çok ciddi sıkıntılar çıkardılar. Mesela kütüphanede kılıyorsunuz, laboratuarda kılıyorsunuz. Öğrenildiği anda oralar kilitleniliyor.

 

Bu, 28 Şubat sürecinden sonraki dönemlerde mi?

 

Önce. 1996 sonlarından itibaren başladı. Okulda vaziyetiniz böyle. Sizin, yerine derse gireceğiniz öğretmen, dersine girmenizi istemiyor.

 

Meselâ, Kanser hastası bir bayan öğretmen, kemoterapi tedavi gününü erteliyordu ki bir başka boş öğretmene denk getirmek için. Hâlbuki ben her gün boşum, her gün onun dersine girebilirim. “Cocuklarım, başörtülü öğretmen görmeyecekler diyordu. O okulda ben neredeyse hiç derslere girmeden, altı-yedi ayı tamamladık ve yaz tatiline çıktık.

 

Bir sonraki dönem o okulda döndüğümüzde ben daha gelmeden benim görevlendirilme yazım yazılmış ve bir yıl Ankara Siteler semtinde Ulubey İlköğretim Okulu’na gönderdiler. Oraya gittiğimde benim haricimde dört tane de başörtülü öğretmen vardı. Fakat onlar başlarını açarak giriyorlardı içeri. Biz daha okul başlamadan bölge eğitimlerine katıldığımızda, bir gün şöyle bir hadise yaşadık.

150-200 öğretmenin birleştirildiği bir toplantıda girerken beş tane başörtülü arkadaş vardı. Bana Başını açacak mısın?’ diye sordular.”Ben açmayacağım”ı söyledim. Diğerleri de o zaman biz de açmayalım, dediler.

 

“Bu, çok zorlu bir süreç. Bunu göze almak gerekiyor” dedim. Biz, girdiğimizde üç arkadaş açtı, ben ve diğer arkadaş kaldık. Heyet gelip de toplantıyı başlatacağı sırada bizi görünce başlatmadılar toplantıyı. Bir görevli gönderdiler, bizim dışarı çıkmamızı istediler. İstiklâl Marşı okutulacaktı. Diğer arkadaş yedi-sekiz yıllık devlet memuruydu, korkuyordu biraz. Benim pek kaybım yoktu, henüz asaletim onaylanmadığı için. ”çıkmayacağız!”’ dedim. ‘Neden çıkmıyorsunuz?’

“Bu salonda İstiklâl Marşı’nı okumayı bizden fazla hak eden yok, bir defa bunu bilin”. İkincisi, söz konusu bize dayattığınız yönetmeliği uygulamaya kalkarsanız bu salonun yarısını boşaltmanız gerekiyor. Uygularsanız tamam, biz de beraberlerinde çıkalım.”

 

sultan_kara.jpgÇünkü herkes, yaz günü kolsuz kıyafetler, mini etekler; erkek hocalarda yuvarlak yaka tişörtler falan. “Hakkınızda tutanak tutulacak” dedi. “Amenna siz, tutanağınızı tutun” İstiklal Marşı okundu ama salonda çok ciddi huzursuzluk başladı. Bizi savunan hiç kimse yok. Herkes yüksek sesle konuşuyor ve ”herkes haddini bilsin” ‘hükümet onlardan yana’ gibi sözlerle salon çalkalanıyor. Toplantı başladı. Bizim okulumuzun müdürünü müfettişler ve heyet yanlarına çağırdı. Bizim ikna edilip dışarı çıkartılmamızı müdür beyden istemişler. Müdür bey geldi. Ben de ”Bu mümkün değil. Git onlara söyle tutanaklarını tutsunlar, her türlü soruşturmayı başlatacaklarsa başlatsınlar ama bizi rahat bıraksınlar. Biz, bugün bu salondan dışarı çıkmayacağız” dedim.

 

Toplantı bitti. “Siz, iki hoca hanım kalın, savunmanızı alacağız” dediler. Bize bunlar yapılırken de okulda tadilat var. Bir cam ustası da okulda cam takıyor. Fakat büyük salonun kapısı açık olduğu için usta orada neler yaşandığını duyuyor. Herkes dışarı çıktı. Ben de o gün -hiç âdetim değildir ama- yüksek topuklu bir ayakkabı giymişim. Salon sinema salonu gibi. Yukarıdan aşağı inip heyetin yanına gitmemiz gerekiyor. Bende inerken topuğum takıldı ve topuğum kırıldı. Ne yapacağımı şaşırdım. Topuğu aldım dışarı çıkıyorum. ‘Nereye gidiyorsunuz?’ dediler. ‘Şu topuğumu çaktırayım geliyorum, bekleyin beni’ dedim. ‘Ne demek bre terbiyesiz, ne demek bekleyin. Önce ifadeni vereceksin, ondan sonra çıkacaksın!.’ ‘Ben şu an size ifade vermem. Şu an sizlerle eşit şartlarda değiliz. Ben ayakkabımın topuğunu yaptıracağım dışarıda. En fazla on beş dakikamı alır. Ondan sonra buraya geleceğim’ dedim. Arkamdan saydılar terbiyesiz falan diye.

 

Müfettişlerle birlikte okul müdürü de var mı içinde?

 

Tabi. Yani şöyle; ilden gelmişler, ilçeden gelmişler. Bizim kendi okul müdürümüz zaten var. Müdür, tir tir titriyor. Bizden dolayı o da mimlenmiş vaziyette zaten. Ben dışarı çıktım ama Allah da biliyor, ayakkabıcı nerededir, bilmiyorum. Ben tam çıkarken camcı camdan atladı. Yani yukarıdaydı geldi ve dedi ki;

‘Bacım, bir gelir misin?’ ‘Efendim’ ‘Sen şu topuğunu bana ver’ ağzında da cam çivileri var. Okkalı bir küfür savurdu teftiş heyetine  Bunlar din düşmanları, Allah düşmanları, ben sabahtandır onların içeride neler yaptıklarını görüyorum” diyor ama hem ağzında çivi hem de küfrediyor. Müfettişlerin tamamı duyuyor bunu. Ustayı hemen susturdular, aldılar götürdüler. Neyse iki çivi çaktı benim topuğa, ayakkabımı giydim. O sırada da müfettişlerden bir tanesi lavabodan çıkıyor. Güya dindar bir müfettiş, beni kollayacak. Direk elini uzatıyor. Elleri de ıslak, lavabodan çıkmış. Ben de aşağılamak istiyorum Allah biliyor, çünkü içeride hiç sahip çıkmadı; dışarıda yalnız kalınca sahip çıktı diye aşağılamak istedim. Elini uzattı tokalaşmak istedi,

 Özür dilerim, lavabodan çıktınız herhalde, elleriniz ıslak’ dedim. Özür diledi, ellerini sildi falan neyse biz içeri girdik. Orada soruşturmalarımız başladı. Onun üzerine altı ay içerisinde dokuz ayrı soruşturmanın sonuçlanacağı gibi bir şey bürokrasiyi düşünün. Bir soruşturma yıllarca sürüyor.

 

İstiklal Marşı’na girdin kabahat, okul duvarından atladın kabahat, Andımız’a katıldın kabahat, 29 Ekim kutlamalarına girdin kabahat, okul müdürü dersine girdi seni başörtülü gördü kabahat. Yani her türlü ayrı bir soruşturma pozisyonu var.

Havadan sudan her şeyi bahane ederek soruşturma açılması vakay-ı âdiyeden olduğu bir dönem işte.

 

Okulun bulunduğu semt gecekondu mahallesi. Ben okula başlarken, dönem başında olduğumuz için bana sınıf verilmesi gerekiyor. Yeni öğretmen olduğum için de birinci sınıflar... Mevcutlar da 35-40 arası var. Mahallede duyulmuş, “Başörtülü bir öğretmen var” diye. O zaman öğretmen seçme durumu vardı. Herkes ısrarla çocuğunu benim okutmamı istiyor. Bazıları da kurada bana çıkmış çocukları almak istiyorlar. Olduğum yerde yoğun bir şekilde bana kayıt geliyor. Müdür Bey ‘Hocam, okutabilir misiniz 52 oldu mevcut’ dedi. Ben bilmiyorum ki 52 çocukla nasıl başa çıkılır. Hiç tecrübemiz yok, ilk defa derse gireceğiz. Önceki okulda gelmeyen hocanın yerine giriyordum. Olur, dedim. ‘olur diyorsunuz ama bunlar birinci sınıf ve hepsiyle tek tek ilgilenmek durumundasınız.’ ‘o zaman engelleyin’ ‘yok, mahalleden gelen seni istiyor” diyorlar. “Tamam buyursunlar” dedik, açtık kapıları. Mevcut 52 oldu. Okulda bir hafta geçti.

 

ÇOCUK BENİM SINIFTA OKUMAK İSTİYOR BABASI ALMAK İSYOR

 

Bir gün Müdür çağırdı beni. Gittim odasına, bir beyefendi oturuyor. Bacak bacak üstüne atmış oturan bir adam. ‘Beyefendi sizin veliniz’ ‘Buyurun’ adamın yüzüne hiç bakmıyorum. ‘Çocuğumu sizden almaya geldim’ ‘çocuğunuz kim sizin’ ‘Gökhan’ ‘Niçin alacaksınız?’ “Ben çağdaş, laik bir insanım. Çocuğumun bulunduğum şartlarda yetişmesini istiyorum. Sizin bulunduğunuz sınıfta, sizi model alan bir çocuğumun olmasını istemiyorum. Ben çocuğu almak için geldim” dedi.

 

Buyurun, dedim ben de. Şimdi problem müdürde. Ben yanındayken, bir şey yok, siyasi görüşünü açıkça söylüyor falan. Ben odadan çıkınca bütün her yere haber veriyor, evet hoca hanım halen başörtülü ders veriyor, diye. Çocuk, ertesi gün okula gelmedi. Tercihtir, dedik, saygı duyuyoruz. İkinci gün çocuk tekrar sınıfa geldi ama gözler kızarmış, ağlamaktan bitkin düşmüş çocuk. Annesi geldi dedi. “Hocam eşim sizinle önceki gün konuşmuş, alacaktık sizden ama çocuk çok ağladı, ben öğretmenimden ayrılmak istemiyorum”, diye. Bir müddet dursun, tepki veriyor bize, sonra onu muhakkak alacağız.’ Ben hiç tepki vermedim. Şimdi bu çocuk, kekeme bir çocuk. Dört tane ağabeyi var, baba da Ziraat Bankasında memur. Yani gecekondu mahallesinde bir bankacı. Oranın kaymakamı gibi muamele görüyor. Kendince bir saygınlığı var mahallede. Ve o çocuğunu alınca diğerleri de almak zorunda kalacak. Yani adam bir hareket başlatmak istiyor aslında. Fakat çocuğa gücü yetmedi, çocuk devam etti bende. Onun kekeme olduğunu fark edince ben, ona daha fazla ilgi göstermeye başladım ve çocuk bir ay içerisinde normal konuşmaya başladı. Çok aksi, çok yaramaz bir çocuk. Dört kardeşin en küçüğü diye iyice şımartılmış. Bir gün annesi geldi “Hocam bizim Gökhan’da çok büyük değişikler var” ‘Nedir?’ “Birincisi çok düzgün konuşmaya başladı. İkincisi evden çıkarken elimizi öpmeden evden çıkmıyor. Yemeğe oturacağı zaman ellerini yıkıyor, yemekten sonra dişlerini fırçalıyor” Yani adab-ı muaşeret dediğimiz küçük ayrıntıları bir ay içerisinde bütün sınıf aldığı gibi Gökhan da almış.

 

Meselâ ezan okunurken idare baskın yapıyordu sınıfa. Sınıfı susturup, ezanı dinletiyor muyum diye. Ama bizdeki vaziyet şuydu. Ezan okunurken, çocuklar içlerinden dualarını ediyorlardı, biz dersimize devam ediyorduk. Ezan okunurken içlerinden besmelelerini çekiyorlardı ve dua ediyorlardı. Çünkü duanın gösteriş malzemesi olarak değil, kendi kendilerine yapmaları gerektiğini öğrendiler.

Gökhan’ı artık almamaya karar verdiler ve biz o 52 çocukla devam ettik. Okuma-yazma faaliyetleri yapılıyor. Birinci sınıf öğretmenisiniz. Ben öğretmen kökenli olmadığım için nasıl yapılacağını da bilmiyorum. Debelenip duruyoruz biz. Nerede okuyacaklar, nasıl okuyacaklar. Milli eğitime gidiyorum, kaynak kitap istiyorum. Hiç kimse kaynak kitap veremiyor. Bana yakın konuşan öğretmen arkadaşlara da soruyorum, onlarda da pek fazla bir şey yok. Çocuklar kendilerine öğreniyorlar. Bir bocalamanın içine girdim, nasıl olacak, nasıl yapacağız, diye. Gece gündüz çalışıyorum, müfredatı takip ediyorum. Kalabalık bir sınıf bir de. Okulda da asker eşleri yoğunlukta. Hepsi birer ispiyoner, jurnalci vaziyette. Günü gününe rapor ediliyoruz, her davranışımız her tarzımız. Bir deniz subayının eşi geldi, zümremiz başkanı. “Hocam, sizin sınıfı çok övüyorlar, okuyanınız var mı?’ dedi. ‘Yok, dedim.  “Öyle mi, gereksiz bir övgüymüş sizinki” dedi. ‘Kim övdü?’ ‘Okul idaresi övdüler.

Ben de iki tane okuyan var da, sizin sınıfınızın durumunu merak ettim.’ Neyse bu çekti gitti ama nasıl canım sıkıldı. Hatunun bana attığı havaya mı yanayım, beni her gün şikâyet ediyor ona mı yanayım. Sınıfa gittim. Gözde öğrencilere bakıyorum, okuyan var mı diye ama yok.

 

Aslında erken okumak pek makbul bir şey değildir öğrenme tekniği bakımından.

 

Bunu söylediği de Kasım ayının başı, erken zaten.

 

Aslında okuma hızının gelişmesi bakımından geç okumaya geçmesi daha makbul.

 

Yani öyleymiş, ben zaten bilmiyordum.

 

YEDİ MÜFETTİŞLE BENİ TEFTİŞ ETTİLER

 

Eğitim bilimi olarak da öyle kabul ediliyor…

 

O da beni mahcup etmek için geldi zaten. Çok canım sıkıldı, çocuklarla da ilgilenmek istemiyorum, tuhafım. Bir tane Duygu diye bir öğrencim var. Duygu da iki eşli bir beyin kızı. Annesinin kuması var. Annesi de üstüne geldiği için, hepten kıymetsizim diye kaçmış herhalde babasından. İki tane de çocuk var kimse onlarla ilgilenmiyor. Baba diğer eşle başka bir yerde yaşıyor. Aç, sefil, perişan bir çocuk. Beslenme dahi getiremiyor okula. O gün bir kıpırdanma var onda. Bir şeyler yapmaya çalışıyor. Öğretmenim, ben okuyorum, diyor. Tamam, kızım otur yerine diyorum ama o kadar çok okuması gereken gözde öğrenciler var ki sınıfta. O ara eline bir kitap alıp geliyor. Çocuğa hiç ihtimal vermediğim için bir iki saat hiç ilgilenmedim.  Sonra tekrar geldi ‘Öğretmenim ben valla okuyom’ dedi “Tamam, oku bakayım” dedim. Bir baktım çocuk okuyor. Okuyor ama ezberlemiş de mi gelmiş ayırt edemiyorsun. Biraz da başka kitaplar falan, baktım ki gerçekten çocuk okuyor. Aldım yan sınıfta Fransa’dan gelmiş solcu bir arkadaş var. Solcu birisi ama son derece demokrat. “Hocam bir bakar mısınız, bu çocuk okuyor mu, ben ayırt edemedim Baktı, dinledi. “Gözünüz aydın, okuyor” dedi. O zaman bu okuyorsa içerideki kırk tanesi de okuyor.

 

Ağabey ben iki ayda okuma-yazma öğretmişim Cenab-ı Hakk’ın izniyle. Ama ben hiçbirinin farkında değilim. Sene itibariyle en fazla bir-iki kişi okumaya geçermiş. Biz komple okumaya geçmişiz ama öğretmen bilmiyor, öğrenci bilmiyor. Adam geldi sınıfa hepsini dinledi. ‘Hocam, bunların hepsi okumuş. Sen nerdesin?’ bilmiyorum, biz devam ediyoruz.

 

Ne yaptığımızı bilmiyoruz. Okul idaresini çağırdı. Onlar da hemen geldiler. Zaten başörtüsünden dolayı herkes tedirgin ya... Hepsi birer patlamaya hazır bomba. Bir baktılar ki çocukların hepsi okumuş. “Bu, bizim okul ölçeğinde bir mucize. Bu nasıl oldu?“Bilmiyorum ben nasıl olduğunu. Ben çalıştım, çocuklar da çalıştı. Sonuç bu.” dedim.

 

Bu kadar güzel bir olayın ertesi günü, okulunuzdaki başörtülü öğretmen falanca törene başörtüsü ile katılmıştır, diye şikâyet geldi. Uyarı geldi, kınama geldi, maaş kesimi cezalarımız geldi. Mahallede benim çocuklar parmakla gösteriliyorlar. Sınıfa teftişe gelen müfettişleri çocuklar şekerle, çikolatayla karşılıyorlar. Çünkü onlar şunu öğrendiler; sınıfa gelen herkes sizin misafirinizdir, evinizde nasıl ağırlıyorsanız sınıfta da öyle ağırlayacaksınız. Ben sınıftan çıktıktan sonra çıt çıkmaz. Onun da sebebi şu; ya biz konuşursak, biri de bize kızarsa ve öğretmenimiz üzülürse. Yani böyle bir düşünce var. Biz, öğretmenleriyiz diye böyle bir şey yapmadık. Çocuklar insan olsunlar, genel geçer kuralları öğrensinler diye yaptık.

 

Bu arada bizim bu şikâyetlerle beraber soruşturmalarımız başladı. Okula müfettiş sağanağı başladı. Her sınıfa bir müfettiş teftiş yaparken benim sınıfıma yedi müfettiş geldi. Benim tüm soruşturmalarım yedi müfettişle oldu.

 

(Devam edecek)