Tükürün zalimlerin hayasız yüzlerine!

Tükürün zalimlerin hayasız yüzlerine!

Günlük Risale-i Nur dersi

Bismillahirrahmanirrahim

Çünkü, mükerrer tecrübelerle görülmüş ve görülüyor ki, büyük kardeşine veyahut Üstadına tehlike zamanında ihanet edenlerin, gelen belâ en evvel onların başında patlar.

Hem merhametsizcesine onlara ceza verilmiş ve alçak nazarıyla bakılmış.

Hem cesedi ölmüş, hem ruhu zillet içinde mânen ölmüş. Onlara ceza verenler, kalblerinde bir merhamet hissetmezler. Çünkü derler: "Bunlar madem kendilerine sadık ve müşfik Üstadlarına hain çıktılar; elbette çok alçaktırlar, merhamete değil tahkire lâyıktırlar."

Madem hakikat budur. Hem madem bir zalim ve vicdansız bir adam, birisini yere atıp ayağıyla onun başını katî ezecek bir surette davransa, o yerdeki adam eğer o vahşî zalimin ayağını öpse, o zillet vasıtasıyla kalbi başından evvel ezilir, ruhu cesedinden evvel ölür.

Hem başı gider, hem izzet ve haysiyeti mahvolur.

Hem o canavar, vicdansız zalime karşı zaaf göstermekle, kendisini ezdirmeye teşcî eder. Eğer ayağı altındaki mazlum adam, o zalimin yüzüne tükürse, kalbini ve ruhunu kurtarır, cesed-i bir şehid-i mazlum olur.

Evet, tükürün zalimlerin hayâsız yüzlerine!

Bir zaman İngiliz devleti, İstanbul Boğazının toplarını tahrip ve İstanbul'u istilâ ettiği hengâmda, o devletin en büyük daire-i diniyesi olan Anglikan Kilisesinin Başpapazı tarafından Meşihat-ı İslâmiyeden dinî altı sual soruldu.

Ben de o zaman Dârü'l-Hikmeti'l-islâmiyenin âzâsıydım. Bana dediler: "Bir cevap ver. Onlar, altı suallerine altı yüz kelimeyle cevap istiyorlar."

Ben dedim: "Altı yüz kelimeyle değil, altı kelimeyle de değil, hattâ bir kelimeyle dahi değil, belki bir tükürükle cevap veriyorum. Çünkü, o devlet, işte görüyorsunuz, ayağını boğazımıza bastığı dakikada, onun papazı, mağrurâne üstümüzde sual sormasına karşı, yüzüne tükürmek lâzım geliyor. Tükürün o ehl-i zulmün o merhametsiz yüzüne!" demiştim. (Mektubat sh. 405)

Bediüzzaman Said Nursi

SÖZLÜK:

ÂZÂ : Üye; organ, bedenin her bir uzvu.
CESED : Ten, gövde, vücut, beden. Ruhsuz vücud.
DAİRE-İ DİNİYE : Dinî daire. Diyanet işleri dairesi
DÂRÜ'L-HİKMETİ'L-İSLÂMİYE : 1918-1922 yılları arasında büyük hizmetler yapmış olan İslâm Akademisi veya Yüksek İslâm Şûrası mânâsındaki dinî müessese.
HAYÂSIZ : Utanmayan. Arlanmayan, arsız
HAYSİYET : İtibâr, değer, şeref, kıymet, derece, mertebe; cihet, bakım
HENGÂM : An, zaman, vakit, sıra, çağ.
İHÂNET : Hainlik. Kıymet vermemek.
İSTİLÂ : Kaplama, yayılma, ele geçirme.
İZZET : Şeref, üstünlük; değer, kıymet, yeterlilik.
KATÎ : Kesin.
LÂYIK : Yakışır ve yaraşır. Uygun, münasib ve muvafık.
MAĞRURÂNE : Gururlanarak.
MAHV : Harab olma. Yıkılma. Ortadan kaldırma.
MAZLUM : Zulme uğrayan.
MERHAMET : Acımak, şefkat göstermek; korumak, iyilik etmek; esirgemek.
MEŞİHÂT-I İSLÂMİYE : İslâmın ilmî meseleleri ile uğraşan devlet dairesi.
MÜKERRER : Birçok kere tekrarlanmış.
MÜŞFİK : Şefkatli.
SÂDIK : Doğru, bağlı.
SÛRET : Resim, şekil, görünüş; tarz, üslûp, cihet.
ŞEHÎD-İ MAZLUM : Zulme uğrayarak şehid olan.
TAHKİR : Hakaret etme, horlamak, aşağılamak
TAHRİB : Yıkma, harap etme, bozma.
TEŞCÎ : Cesâret verme, şecaatlandırma.
VAHŞÎ : Medenî olmayan, insanlardan kaçan, ehlî ve alışık olmayan, merhametsiz.
VİCDÂNSÛZ : Vicdanen sıkıntı, ıztırap ve keder veren.
ZAAF : Zayıflık, iktidarsızlık, kudretsizlik.
ZÂLİMÎN : (Zâlim. C.) Zâlimler, zulmedenler.
ZİLLET : Aşağılık, horluk, alçaklık.