Ey ihtiyarlar biz gidiyoruz

Ey ihtiyarlar biz gidiyoruz

Günlük Risale-i Nur dersi

Bismillahirrahmanirrahim

Bir zaman gençlik gecesinin uykusundan ihtiyarlık sabahıyla uyandığım vakit kendime baktım, vücudum kabir tarafına bir inişten koşar gibi gidiyor.

Niyazi-i Mısrî'nin
Günde bir taşı bina-yı ömrümün düştü yere,
Can yatar gafil, binası oldu viran bîhaber
dediği gibi, ruhumun hanesi olan cismimin de hergün bir taşı düşmekle yıpranıyor. Ve dünya ile beni kuvvetli bağlayan ümitlerim, emellerim kopmaya başladılar. Hadsiz dostlarımdan ve sevdiklerimden mufarakat zamanının yakınlaştığını hissettim. O mânevî ve çok derin ve devâsız görünen yaranın merhemini aradım, bulamadım.

Yine Niyazi-i Mısrî gibi dedim ki:
Dil bekası, Hak fenâsı istedi mülk-ü tenim,
Bir devâsız derde düştüm, ah ki Lokman bîhaber. (Haşiye)

O vakit birden merhamet-i İlâhiyenin lisanı, misali, timsali, dellâlı, mümessili olan Peygamber-i Zîşan Aleyhissalâtü Vesselâmın nuru ve şefaati ve beşere getirdiği hediye-i hidayeti, o dermansız, hadsiz zannettiğim yaraya güzel bir merhem ve tiryak oldu. Karanlıklı ye'simi, nurlu bir ricaya çevirdi.

Evet, ey benim gibi ihtiyarlığını hisseden muhterem ihtiyar ve ihtiyareler! Biz gidiyoruz, aldanmakta fayda yok. Gözümüzü kapamakla bizi burada durdurmazlar; sevkiyat var. Fakat gafletten ve kısmen de ehl-i dalâletten gelen zulümat evhamlarıyla bize firaklı ve karanlıklı görünen berzah memleketi, ahbapların mecmaıdır. Başta şefîimiz olan Habibullah Aleyhissalâtü Vesselâm ile bütün dostlarımıza kavuşmak âlemidir.

Evet, bin üç yüz elli senede, her sene üç yüz elli milyon insanların sultanı ve onların ruhlarının mürebbîsi ve akıllarının muallimi ve kalblerinin mahbubu ve her günde, es-sebebü ke'l-fâil sırrınca, bütün o ümmetinin işlediği hasenâtın bir misli, sahife-i hasenâtına ilâve edilen ve şu kâinattaki makasıd-ı âliye-i İlâhiyenin medarı ve mevcudatın kıymetlerinin teâlîsinin sebebi olan o zât-ı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm, dünyaya geldiği dakikada "Ümmetî, ümmetî" rivayet-i sahiha ile ve keşf-i sadıkla dediği gibi, mahşerde herkes "Nefsî, nefsî" dediği zaman, yine "Ümmetî, ümmetî" diyerek en kudsî ve en yüksek bir fedakârlıkla, yine şefaatiyle ümmetinin imdadına koşan bir zâtın gittiği âleme gidiyoruz. Ve o güneşin etrafında hadsiz asfiya ve evliya yıldızlarıyla ışıklanan öyle bir âleme gidiyoruz.

İşte o zâtın şefaati altına girip ve nurundan istifade etmenin ve zulümat-ı berzahiyeden kurtulmanın çaresi, sünnet-i seniyyesine ittibâdır. (Lemalar 26. Lema 3. Rica)

(Haşiye) Yani, benim kalbim bütün kuvvetiyle beka istediği halde, hikmet-i İlâhiye cesedimin harabiyetini iktiza ediyor. Hekîm-i Lokman da çaresini bulamadığı, dermansız bir derde düştüm.

Bediüzzaman Said Nursi

SÖZLÜK:
AHBAP : Dostlar, sevilenler.
ASFİYÂ : Sâfiyet, kemâlât ve takvâ sahibi olup, Hz. Peygamberin (a.s.m.) vârisi olup, onun meslek ve gayelerini hayata geçirmeye ve tatbike çalışan âlim zât.
BEKA : Varlığı devam ettirme; devamlılık, sonsuzluk.
BERZAH : Ölümden sonra, Kıyâmete kadar yaşanacak âlem; İki âlem arasındaki geçit âlem; Perde.
BEŞER : İnsan.
BÎHABER : Habersiz.
BİNÂ-İ ÖMR : Ömür binası.
DELLÂL : Îlân edici; hakka dâvet eden.
DEVÂ : İlâç, çare.
DİL : f. Gönül, kalb,
EHL-İ DALÂLET : Doğru ve hak yoldan sapanlar, îmân ve İslâmdan çıkmış olanlar.
EMEL : Şiddetli istek, gaye, ümit.
ESSEBEBÜ KE'L-FÂİL : Bir fiile sebep olanın o şeye hissedâr olması.
EVHAM : Olmayan birşeyi olur zannı ile meraklanmak, vehimler, kuruntular.
EVLİYÂ : Çok ibâdet ederek ve günahlardan kaçarak mânen Allah'a yakın olan kimse; Allah dostu.
FENÂ : Yokluk, yok olma.
FİRÂK : Ayrılık, ayrılma, hicran.
GÂFİL : Dikkatsiz, iyi düşünmeyen, uyanık olmayan.
HABÎBULLAH : Allah'ın en sevdiği Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed (a.s.m.).
HAK : Herşeyi hakkıyla yaratan, varlığı hak olan ve her hakkın sahibi olan Allah.
HASENÂT : Hayırlar, iyilik ve güzellikler.
İHTİYÂRE : İhtiyar hanım.
KABİR : Mezar.
KEŞF-İ SÂDIK : Olacak ve gizli birşeyi önceden doğruca bilmek.
MAHBÛB : Sevgili, sevilen, muhabbet edilen
MAHŞER : Toplanma yeri; Kıyâmetten sonra insanların toplanacakları yer.
MAKÁSID-I ÂLİYE-İ İLÂHİYE : Allah'ın kâinatı yaratmasındaki yüce maksatlar.
MECMÂ : Buluşma ve toplantı yeri, toplanılacak, kavuşulacak yer.
MEDÂR : Sebep, vâsıta, vesîle. Yörünge.
MERHAMET-İ İLÂHİYE : Allah'ın merhameti.
MERHEM : Deriye, yaraya sürülen ilâç, pomat.
MEVCUDÂT : Yaratılmış olan, mevcut olan şeyler; varlıklar
MİSÂL : Benzer, örnek.
MİSİL : Benzer.
MUALLİM : Öğretmen, ilim öğreten.
MUFARAKAT : Ayrılık, ayrılmak.
MÜLK-Ü TEN : Beden, cesed.
MÜMESSİL : Temsilci.
MÜREBBÎ : Terbiye eden, besleyip büyüten.
NİYÂZİ-İ MISRÎ : Miladi1618-1694 Malatyanın Soğanlı köyünde doğup, Mısırda tahsil görmüştür. Şâir ve tasavvufçudur. Halveti tarikatine mensubtur. 1646'da İstanbul'a döndü ve Sokullu Mehmed Paşa Medresesinde irşada başladı.Eserlerinden bazıları şunlardır: Risâle-i Hasaneyn, Mevaidü'l-İrfân ve Avâidü'l-İhsan, Hidayetü'l-İhvân, Mektûbat gibi eserleri ve bir de şiirlerini câmi divânı vardır.
RİCÂ : İstek, ümit.
RİVÂYET-İ SAHÎHA : Senet ve delillerle sabit, şüphesiz, doğru rivâyet.
SAHÎFE-İ HASENÂT : İyiliklerin melekler tarafından yazıldığı sayfa.
SEVKİYÂT : Yollamak, göndermek.
SÜNNET-İ SENİYYE : Peygamberimizin (a.s.m.) sözlerine, emirlerine ve hareketlerine dâir en yüksek ve kıymetli haller, tavırlar, hareket düsturları.
ŞEFAAT : Af için vesîle olmak.
TEÂLÎ : Yükselme, yücelme.
TİMSÂL : Model, sembol, örnek, sûret, nümûne.
TİRYAK : Panzehir; zehirlenmeden veya hastalıktan hemen şifâ bulmaya yarayan ilâç.
VÎRAN : Yıkık, harap.
YE'S : Ümitsizlik.
ZULÜMÂT : Karanlıklar; haksızlıklar, eziyetler.
ZULÜMÂT-I BERZÂHİYE : Kabir karanlığı. Öldükten sonra, haşir sabahına kadar olan karanlık dönem.