Batı, İslamofobya ve dinlerarası diyalog

Batı, İslamofobya ve dinlerarası diyalog

'İslamofobya' Sempozyumunun açış konferansını New York City Üniversitesi öğretim üyesi Mücahit Bilici yaptı

Risale Haber-Haber Merkezi

 

Üsküdar Üniversitesi, Risale Akademi ve Akademik Araştırmalar Vakfı'nın düzenlediği "Lemaat ekseninde, 'İslamofobya' Sempozyumu"nun açış konferansını New York City Üniversitesi öğretim üyesi Yrd. Doç. Dr. Mücahit Bilici yaptı. “Batı, İslamofobya ve Dinlerarası Diyalog” başlıklı konferansında öncelikle özeleştiri çağrısında bulunan Bilici, Amerika ve Avrupa’daki bakışı da anlattı.

 

Kullanmaya nispeten yeni başladığımız bu yabani kavramı ehlileştirerek başlayalım: İslamofobi veya İslamofobya ne demektir? İslamofobya İslam ve Müslümanlara ilişkin yaygın korkuya verilen işimdir. Yani tam Türkçesi ile İslam-korkusu. Peki İslam korkulacak birşey midir? Müslümansanız hayır. Ama eğer İslam size yabancı birşeyse evet, çünkü insan yabancısı olduğu şeyden korkar, hatta bir tehdit olarak gördüğü için ona düşmanlık bile edebilir. Yani bu korku, bugün sahibine ait masum vicdani bir endişe olarak kalmadığı için, İslamofobya gerçek ve ciddi bir problemdir. İnsanların hayatlarını etkiliyor, onlara maddi ve manevi zarar veriyor.

 

Bu korkunun üç ayrı coğrafyadaki hallerinin bazı özellikleri üzerinde duracağım. Önce Türkiye’den başlayalım. Yanımıza bir iğne de alalım. Ta ki çuvaldızıyla Avrupa ve Amerika’ya seyahat ettiğimizde bizi gümrükte çifte standart ya da terör suçuyla durdurmasınlar.

Ve neticede öyle bir ufka varalım ki birbirimize iğne veya çuvaldızı batırmaktansa, karşılılı konuşalım.

 

TÜRKİYE’DE İSLAMOFOBYA

 

Evet, Türkiye yüzyıllık bir İslamofobya kabusundan daha yeni yeni uyanıyor. Ecnebilerin İslamdan ve Müslümandan korkması, bir ölçüde doğaldır. İnsan bilmediği şeye düşmandır. Ama kendi Müslüman olup yahut Müslümancılık davasında bulunurken diğer yandan İslam-karşıtlığını resmi ideoloji haline getiren yerli İslamofoblara ne demeli? Osmanlının son döneminde entelektüel ve idari zümreler arasında başlayan bu sömürge psikolojisi Kemalist cumhuriyet ile kabuk bağlayıp kurumsallaştı. Belki bu kabuk şimdi çatladı ama dezenfeksiyon süreci yıllar belki onyıllar sürebilir.

 

Türkiye’yi bu yönüyle iğdiş eden yerli sömürgeciler bizi laik yapmak için İslama düşman, milliyetçi yapmak için de gayrımüslimlere düşman olmaya teşvik ettiler. Ve üzülerek soyleyeyim: bir ölçüde başarılı da oldular.

 

Buna şahit şimdi azalsa da halen hükmünü icra eden kardeş iki fobidir: irtica korkusu ve misyoner korkusu. Bu iki manipulasyon cihazının izini sürdüğünüz zaman aynı adreslere çıktığını görüyorsunuz. Yani Türkiye’de İslamofobya ile Hristiyan-fobya akrabadır. İçeridekilere (Müslimlere) karşı “laiklik elden gidiyor” diye bağıranlar ile dışarıdakilere (gayrımüslimlere) karşı “din elden gidiyor” diye bağıranlar aynı insanlar ve kurumlardı. Türkiye’de gayrımüslim düşmanlığının etno-seküler kökenleri incelenmeye değer bir konudur.

 

Kabul etmek gerekir ki Batıdaki İslamofobyadan bu rahatlıkla bahsedebilmemizi yani bu sorunu bu kadar haklılık halet-i ruhiyesi içinde ele alışımızı Batı toplumlarındaki demokratik kültüre borçluyuz. Yani Batılıları kendi standartlarının mihengine vurarak eleştirdiğimiz zaman İslamofobya diye bir sorun hasıl oluyor. Eğer onları kendi standartlarımızın mihengine vursak söyleyecek fazla sözümüz olmayabilirdi. Bu sebeple yiğidi dövelim ama hakkını yemeyelim. Batı demokrasileri hem tarihsel hem de ilkesel sebeplerle dini azınlıklarin, kültürel kimliklerin hukukunu muhafaza duyarlılığını kazandılar. Belki biz onlardan çok önce sahip olduğumuz bu hassasiyeti ulus-devlet inşası sürecinde resmi olarak kaybettik. Ve kabul etmek gerekir ki, gayrımüslimlerden arındırılmış bir ülkede laikiyle, dindarıyla halen kesif bir ‘Müslüman milliyetçiliği’nin içinde bulunuyoruz.

 

Eskiden milliyet namına dine sahip çıkıyordu Kemalist elitler (mesela Bosna’da başörtüsü dağıtırken, Ankara’da pekala başörtüsüne hakaret edebiliyorlardı). Şimdi ise din namına milliyete sahip çıkma tehlikesi var. Kemalist dönem dindarların dünyasına “milliyetçi mukaddesatçılığı” zerketmeyi başardığı için bugün zincirlerini kıran dindarların “mukaddesatçı bir milliyetçiliğe” yönelmeleri bizi rahatsız etmiyor. Etmeli, ve bence bu yüzleşmemiz gereken bir sorun.

 

İslam fobisinin bizim açımızdan meşru bir problem olabilmesi için bizdeki Hıristiyan fobisinin yahut gayrımüslim fobisinin de bir problem olarak kayda geçirilmesi gerekiyor.

 

Türkiye’de İslamofobyanın boyutlarını herkes gayet iyi biliyor. Bütün bir halksız-cumhuriyet tarihimiz bir İslamofobya ve yabancılaşma tarihidir. 28 Şubat’a bakmak bile Türkiye’de dindarlara bile başarıyla sıçratılmış bir İslam-korkusunun boyutlarını gösteriyor. Evet, sizi temin ederim, 11 Eylül’ün Amerika’sı en azından dahilde 28 Şubat’ın Türkiye’si kadar İslama düşmanlık ve hukuksuzluk yapmadı. Çok şükür, 28 Şubat’lar geride kaldi. 11 Eylul de artık tarih oldu. Türkiye’de artık kimse İslam deyince korkmuyor, yahut ismi Mücahit olunca otomatik olarak irticacı dosyasına girmiyor olabilir. Fakat hala tamamen fobimizi üzerimizden atmış değiliz. Mesela, Şeriat kavramı halen iğdiş edilmiş zihinlerdeki zincirlerinden azat edilmeyi bekliyor.

 

Evet, iğneyi kendimize Batırdık. Şimdi gelelim İslamofobya’nın çuvaldızı kısmına.

 

AVRUPA’DA İSLAMOFOBYA

 

Sempozyumun içerik itibariyle zengin panellerinde göreceğiniz üzere Avrupa’da İslamofobyanın çok güçlü bir tarihsel arkaplanı vardır. Ta 11. Yuzyıldakı ilk haçlı seferi ile birlikte, kilise (özellikle de Papa Urban) İslami, Hıristiyan aleminin düşmanı olarak kodladı. Bu açılardan Avrupanın Hiristiyan bir Avrupa olarak tanımlanması bir ölçüde İslamla karşıtlık üzerinden yapıldı. Bu daha sonra Osmanlı tecrübesi ile birlikte bazan Türklük adını aldı. Yani İslam veya Türk tehdidi Avrupalılık kimliği için kurucu bir rol oynamıştır.

 

mucahit_bilici3.jpgGünümüz Avrupa’sindaki İslamofobya’nın bir diğer önemli boyutu sömürgecilik mirası ve onun husule getirdiği halet-i ruhiyedir. Bu miras iki yönlü işliyor, Avrupalıyı (mesela Fransızı Cezayirli göçmen) Müslümana karşı üstünlük saplantısına hapsediyor. Diğer yönden ise Avrupa sömürgeciliği yaptığı tahribat ve günahın bir keffareti olarak eski sömürgelerden metropole göçe neden oluyor. Bugünkü Avrupanın etnik ve demografik konfigurasyonu büyük ölçüde bunun eseridir.

 

Şüphesiz, Avrupa’nın her ülkesindeki İslamofobya sorunu o ülkenin özgül şartlarına bağlı olarak farklılıklar gosterir. Mesela, liberal ve çokkültürcü İngilizler, milli kimliği genişleterek Müslümanları İngilizliğe dahil etmeye çalışıyorlar. Çoğu kez buna Müslümanlar yeterince İştekli olmayabiliyor. Öbür tarafta eşitlikçi geçinen Fransızlar, Müslümanları evrensel laik yurttaşlık adı altında zorla kültürel Hıristiyan yapmaya çalışırlar. Irkçı ve asabiyetçi sayılan Almanlar ise, ne kendileri başka birşey olmak istiyorlar, ne de başkalarının Alman olabileceğine inanıyorlar. İngilizlerinki pozitif çokkültürcülük ise Almanlarinki bir nevi negatif çokkültürcülük. En evrenselci görünen Fransızlar esasen göçmen entegrasyonu konusunda en müstebid olanıdır. İslamofobyanın da Fransa’da diğer Avrupa ülkelerine oranla daha keskin olduğunu tahmin ediyorum.

 

Avrupa hızla yaşlanmakta, İslam ise göçmen ve genç ikinci nesil nüfus marifetiyle hızla Avrupalılaşmaktadır. Avrupa eski şaşaalı günlerini geride bırakıyor. Avrupanın güç ve statü kaybını telafi arayışında İslamofobya sembolik bir kullanıma sahiptir—(toprağı bol olsun, Sarkozy Fransasında olduğu gibi). Yani Avrupalılar eski iktidar konforlarını yitirdikçe ellerinin altındaki zayıfı dövmekle, kendilerini iyi hissetmeye çalışıyorlar. Bu ortalama Avrupalı ruh hali açısından böyle olduğu gibi yeni bazı siyasi partilerin İslamofobyayı bir ideoloji olarak benimsemeleri açısından da böyle.

 

İşin bir de Müslümanlar veçhesinden değişen bir yanı var: Müslümanlar eskiden bir sığıntı iken sorun yoktu. Şimdi hizla kök salıp tavattun ediyorlar. Beklenmedik seviye ve makamlarda karşılarına çıkıyorlar. Onlar da soruyor: Hop, n’oluyoruz? “Avrupa Hıristiyanların’dir…. Müslümanlar, ya sevin ya terkedin!”

 

Angela Merkel’in “çokkültürcülük iflas etti” dediği gün Mesut Özil Alman milli takımı namına gol atıyordu. Yani aslında İslamofobya, Müslümanlar Avrupalılaşmanın çok yakınına vardıklari için bu denli şiddetlendi. Yoksa Müslümanlar “orda ama oralı değil” kalsalardı, İslamofobyaya bu kadar müracaat edilmeyecekti.

 

AMERİKA’DA İSLAMOFOBYA

 

Benim kendi araştırma saham olan Amerika’da ise İslamofobya Avrupa’ya göre nispeten yenidir. Ayrıca Amerika pekçok noktada Avrupa’dan farklıdır.

 

Evvela, Amerika’da din ve vicdan hürriyeti en temel hürriyettir. Avrupa, Hıristiyanlığa karşı mutaassibane sekülerdir ama Müslümanlara karşı Hıristiyanlığa sarılır. Yani Avrupalılar genelde tüm dinlere alerji geliştirmiş gibiler. Ama Müslümanlara karşı Hıristiyan kesilebiliyorlar. Amerika’da ise din, bastırılması gereken birşey olarak değil, serbesti ve saygı içinde korunup desteklenmesi gereken bir toplumsal değer olarak görülür.

 

Avrupalılar, Müslümanları, İştedikleri kıvamda laik olmadıklari için İslamofobya ile mağdur ediyorlar. Amerikalılar ise, Müslümanlara olan itirazlarını laiklik talebi üzerinden değil, milli güvenlik (yani terörizm) gibi harici bir gerekçe üzerinden yapıyorlar. Çünkü dahilde din hürriyeti duvarına toslayacakları için kolay kolay kimse niye Müslümansınız, yahut dindarsınız diyemiyor.

 

Batı dünyasındaki İslam düşmanlarının en büyük stratejisi İslamı vahşi, gayrimedeni, kabil-i diyalog olmayan ve bu sebeple ancak şiddet ve savaşla tedip edilip zapturapt altına alınabilir bir din olarak göstermektir.

 

Bu sebeple Müslümanların galeyana gelip sokaklara dökülmesini, silaha ve şiddete müracaat etmelerin can-ı gönülden istiyorlar. Bunun için tahrik edici karikatürler, sataşıcı skandal kitaplarla Müslümanların damarına basmaya çalışıyorlar. Daniel Pipes’in Danimarka’daki karikatür krizinde arkaplanda tavsiye rolü oynadığını biliyoruz. Aynı şekilde seçilmiş eskiden-Müslüman tetikçilerin nokta atışı yapan popüler kitaplar yayınlamaları bu yüzdendir.

 

American Enterprise Institute gibi Neo-Con düşünce kuruluşları son zamanlarda İslam karşıtlığına evsahipligi yapma konusunda çekingenliklerini iyice bıraktılar. Ayrıca, Müslüman bir geçmişten gelen ama İslam nefreti ile dolu olan Ayaan Hirsi Ali gibi isimlere özel olarak kucak açıp medya yoluyla onları teşvik edip, şöhret ile mükafatlandırıyorlar. İslama düşmanlık yapan eger Müslüman değilse, zihinlere başka saikler olabilir mi sorusu gelebileceğinden, yerli bir İslam nefretçisi bu çevrelerde son derece makbul sayılıyor. Medyatik bir muhalif yahut muarız olmaktan öte bir derinliği olmayan isimlere düşünce kuruluşu veya üniversite gibi bazı kurumsal şemsiyeler altında ciddiyet kazandırma gayretleri tüm hızıyla sürüyor.

 

Nitekim geçtiğimiz aylarda öğretim üyesi olduğum üniversitenin antropoloji bölümünün başkanı bir araştırma için görüşmek İştediğini söyledi. Buluştuğumuzda Ayaan Hirsi Ali’nin elinde ciddi miktarda bir para ile bizim üniversite ile işbirliği yapmak İştediğini ve “Batıdaki Müslümanlar arasında namus cinayetleri” konusunda birlikte çalışmak İştediğini, benim böyle bir projeyle ilgilenip ilgilenmeyeceğimi sordu.  İçimden lahavle çekip, kendisinin herhalde Hirsi Ali’yi tanımadığını, bu şahsın akademik bir kaygıyla hareket etmeyip Müslümanları kötülemek için ileri süreceği bazı iddialara akademik araştırma havası vermek için geldiğini, kesinlikle böyle birşeyle ilgilenmeyeceğim gibi, fikren karşısında olacağımı söyledim. Akademisyenlerin en ciddi zaaflarından olan “araştırma parası”nın cazibesine kapıldığını hissettiğim muhatabımın telkinlerimi fazla dikkate aldığını zannetmiyorum.

 

Norveç kasabı Brievik’e ilham kaynağı olan Hirsi Ali gibi İslamofoblara kurumsal görünürlük platformu sunan American Enterprise Institute gibi sağcı-muhafazakar düşünce kuruluşları ve üniversite kampuslerinde Müslüman (ve/ya demokrat) hoca ve dernekleri fişleyip, yalanlarla afişe etmek suretiyle haklarında şek ve şüphe husule getirmek için bilgi kirliliğini özel bir itina ile yürüten Daniel Pipes’in CampusWatch’u ve David Horowitz’in Freedom Center’i gibi faşist dernekler bu yaz sonunda Türkiye’ye özel tur düzenliyorlar. Türkiye’nin çagdaşlıktan vazgeçip Şeriat devletine gidişini yerinde tespit etmek istiyorlar sanırım.

 

*

Evet, Amerika’da İslamofobik soylemin detaylarına fazla girmeden, son dönemdeki evrimine dair birkaç şey söylemek istiyorum.

 

Kuşkusuz, Amerikan tahayyülünde İslamın bir din olarak konumu 11 Eylül saldırısından ciddi bir şekilde etkilenmiştir. Fakat, İslama dair genel uluslararası stratejik kaygılar dışında çok özel bir fikir sahibi olmayan Amerikan kamuoyu, Filistin sorunu, İran Devrimi, yakın dönemlerdeki korfez savaşları, İslam alemindeki Amerikan işgalleriyle paralel olarak kendisine bir İslam algısı oluşturdu.

 

Bu algının merkezinde terörizm bağlantılı olan İslami bir kavram vardı: CİHAD. Yani 90’lar ama özellikle de 11 Eylul sonrası 2000’li yıllar boyunca anahtar kavram cihad idi. 2010’larda ise bu söylem yerini ŞERİAT’a terketti.

 

Zira cihad artık eskisi gibi yabani ve bedevi bir kavram olmaktan çıktı. Millete gına, cihad kelimesine ise aşinalık geldi. Bu yüzden İslamofobik söylem kendisine yeni bir anahtar kavram seçecekti. Bunu nasıl yapacaktı?

 

Şöyle yapıyorlar: İslamın kavram dağarcığından Batılılar için en acaip ve ürkünç olan kavram neyse onu seçiyorlar. Propaganda ile şişirilip tehdit haline getirilecek bu kavram için en iyi aday (Türkiye gibi Müslüman ülkelerde test edilip epey bir kullanıldığı üzere) ŞERİAT kavramıydı. Bush döneminde bir ara HİLAFET kavramını kullandılar ama hilafet hem uzak bir ihtimal olduğu için terkedildi. Aynı şekilde şimdi kenardan işlenen “zimmilik” propagandası gibi. Özetle, tehdidin yakın ve gerçekçi olmasi gerekiyor.

 

Böylelikle 2000’lerin tehdid konsepti CİHAD’dan 2010’ların tehdid konsepti ŞERİAT’a geçiş gerçekleşti. Bu geçişte bazı önemli boyutlar var.

 

Mesela, cihad askeri ve beynelmilel siyasete muteallik bir kavram iken ŞERİAT hukuki ve dahili (yani içişlerine ilişkin) bir kavramdır. Müslümanlar dış tehdit olmaktan çıkıp, (yahut olmanın yanısıra) bir iç tehdide dönüştüler.

Eğer Cihad söylemi 11 Eylül’e bir tepki idiyse, ŞERİAT kavramı bir nevi önleyici vuruştur (yani Bush’un meşhur doktrini Pre-emptive Strike).

 

Son olarak, Cihad ülke güvenliğine bir tehdit iken ŞERİAT hayat tarzımıza bir tehdid olarak sunuluyor.

 

Cihad için tetikçiler Daniel Pipes, Steve Emerson gibi ortadoğu tarihçileri ve sözde terör uzmanları iken, ŞERİAT korkusunu yayan aktörler David Yarushalmi gibi siyonist avukatlar, Pamela Geller gibi cerbeze makinasi blogculardır.

 

Yani İslamla savaş Amerikanın dışından Amerikanın içine taşındı. Eyvah dediğinizi duyar gibiyim. Ama durun, durum o kadar da kötü değil!

 

mucahit_bilici2.jpgBu işin bir de müspet tarafı var:

 

İslam, Batıda demografik, sosyal ve kültürel olarak kök saldığı için İslamofobya var. İslam, “harici ve yabani” statüsünden çıkıp, “dahili ve yerli” statüsünü kazandığı için İslamofobya bugün Batı toplumlarının bir iç sorunu haline gelmiştir. Müslümanlar artık Batıda misafir olmaktan çıkıp evin sahiplerinden biri olmaya başlamışlardır.

 

Bu nedenle, İslamofobya, İslamın Avrupa ve Amerika’da kök salmasının doğum sancısıdır. Ne şarkın ne de garbın malı olmayan İslamiyet dünyanın aktarında kendine münbit zeminler buluyor. İslamofob zalimler zulmediyor, ama cömert kader tembel Müslümanları teyakkuza ve gayrete sevketmekle adalet ediyor.

 

Kader-i İlahi Amerika ve Avrupalıları İslamın korku okulunda talimden geçiriyor. Amerikalılar, on yıl boyunca cihad’ı öğrendiler. Artık sokaktakı adam bile cihadın sadece sözümona “kutsal savaş” demek olmadığını biliyor. Çoğu insan cihadın aynı zamanda nefse karşı mücadeleyi de (cihad-ı ekber) kapsadığını biliyor. Kader Müslümanları da eğitimden geçiriyor. Kendilerini müdafaa ve İslamı açıklama sadedinde dinlerine daha ciddi sarılıyorlar.

 

Mesela, Hazreti Muhammed’e hakaret içeren Danimarka’daki Karikatür Krizi patlak verince, Amerika’daki Müslümanlar hemen kampanya başlatıyorlar: Who is Muhammad? (Hazreti Muhammed Kimdir?) diye hertarafa Peygamberimizi anlatan kaynaklar dağıtıyorlar. Etraflarındaki insanlarla bu konuda sohbete giriyorlar. Guantanamo’da bazı ahmaklar Kur’an’a hakaret edince, hemen yine “Kur’an’ı Keşfedelim, nedir ve nasıl bir kitaptır?” diye kampanya başlatıyor Müslümanlar. Müslüman olmayan hakperest demokrat insanlar, İslamı ve Müslümanları savunma konumunda buluyorlar kendilerini. Aptalca bir hareket yapmayayım diye, kafası çalışan herkes az buçuk İslami kavramları öğrenmeye çalışıyor.

 

Her bir krizde Amerikalıların alemine İslam, önce bir negatif boşluk olarak giriyor, ve Müslümanların o negatifliği pozitife çevirmeleri için bir imkan doğuyor. Batılıların özellikle de eğitimli kısmı tahkik ehlidir, söylenenleri sorgular. Devlete bizdeki kadar itimad yoktur. Hakikati arama meyli insanları hakikatin kendisine karşı duyarlı hale getirmiştir. Elinde hakikat olanlar için ise bu anlamda bir zemin hazırlanmıştır diyebiliriz.

 

Amerika’da İslam her geçen gün normalleşiyor ve yerli bir din haline geliyor. Obama gibi isimler, konuşmalarında Amerikan dinlerini sayarken mutlaka İslam’ı da dahil ediyorlar. Amerikan toplumunun heryerinde İslam tanıdık ve bildik bir nesne haline gelmiş durumdadır. Bu bildikliği negatiften pozitife çevirmek Müslümanların önünde bir vazife olarak duruyor. Reklam için iyisi kötüsü olmaz diye bir söz vardır. Bunun Kadercesi de vardır: Kader’den gelen herşey güzeldir. Konfor da Musibet de. 11 Eylül ve İslamofobya gibi musibetlerden hayırlı sonuçların çıktığını uzak olmayan bir zamanda göreceğimizi düşünüyorum.

Çünkü Batılılar taasuplarını bıraktıkları için İslamın eşiğine geldiler. Biz de güvensizliğimizi aşarak İslamın onların dünyasına girmesine vesile olabiliriz.

 

KÜÇÜLEN DÜNYADA DİNLERARASI DİYALOG

 

Batı dünyasında eskiden vahşet ve taassup vardı. Papazların ve kilisenin tahakkümü vardı. Fakat Batı toplumları çok değişti. Bugün vicdan özgürlüğü ve hakikati arama meyli bu engelleri kaldırdı. Avrupa bize görünüyor şimdi ama biz daha tam onlara görünemiyoruz. Bizim tarafta da İslamın hakiki yüzünün görünmesinin önünde bazı perdeler var. Evet, her Müslimin her vasfının müslim olması gerektiği halde bu vaki olmadığı gibi, her kafirin her vasfı da kafir olmak, küfürden neşet etmek zorunda değil.

 

Bizdeki istibdad kültürü ve kimliksel yozlaşma gibi sorunlar var. İslamı hakkıyla temsil konusundaki kifayetsizliğimiz var. Milliyetçilikle, organizasyon zaafıyla ve eyyamcılık ile maluluz.

 

Kabul etmeliyiz ki diğer dinler ve kültürler konusunda en az Batılılar kadar cahiliz. Belki de daha fazla. Amerika’da dinsiz adam bile İncil’i okumuştur. Temel kavramları, kıssaları bilir. Bu temel kültürun bir parçasıdır. Ayrıca okumuş, düşünen insanlar ise İslam konusunda asgari bir bilgi sahibidir.

Bizde ise daha düne kadar aydın geçinen sömürge elitleri, bırakın başka dinleri, kendi toplumlarının dini hakkında tam karacahil idiler. Fakat, dindarlar olarak kendimizi sorgulayalım. Güya 75 milyonluk bölgesel süpergüç olduğu soylenen Türkiye’de kaç tane Hıristiyanlik, Yahudilik yahut Budizm uzmanımız var? Birakın insani bilgiyi, bu ilmi açıdan Müslüman bir toplum için farz-i kifayedir.

 

Başkalarından insaniyetin gereği olan anlayışı İşterken, biz de o anlayışı gösterebilmeliyiz.

 

*

Bediüzzaman Hıristiyanlığın saflaşarak aslına döneceğine, yani birgün İslamiyete teslim olacağını söylüyor. “Avrupa ve Amerika İslamiyetle hamiledir. Günün birinde bir İslami devlet doğuracak” demiştir Üstad. Bediüzzaman onlarda mevsim yaz, bizdeyse kış iken söylemiştir bunu. Hatta ‘ne yapayım kışta geldim, sizler cennetasa bir baharda geleceksiniz’ demiştir. Biz buz tutmuş, üstü örtülmüş bir güzelliğin, onlar ise üstündeki ışık perdesi gittikçe sıyrılan bir nihilizmin eşiğindeler. İslamofobya bunun bir doğum sancısıdır. Nietzsche’nin çok önceden haber verdiği nihilizm, anlamsızlık afeti. (yani Nietzsche de acele ettim baharda geldim, sizler çölleşmiş bir nihilism kışında kendinizi bulunca benim ne demek İştediğimi o zaman anlayacaksınız demiştir). Avrupa’daki zihinlerde Mutlak tasarruf sahibi olarak “Tanrı’nın ölmesiyle” birlikte alemin nuru cekilmeye başladı bir asırdır. Weber’in tabiriyle “dünyanın büyüsü kaçtı”. Yani eşyanın arkasında esma ve Zat olmayınca, manasızlık çölünde bütün eşya tuz buz oluyor. Nihilizm dedikleri şey, eşyadaki manaların çekilmesi, tatsız, tuzsuz hale gelmesidir. Başka bir ifadeyle alemi zulmet basmasıdır. İşte kasvet basan ruhlar ya sönecekler ya da zifiri karanlığı yırtıp yeni bir güneşe menfez açacaklar.

 

Nihilizm tevhidin negatif yüzüdür. Nura tutulsa muvahhid bir imana gebedir. İşte ışığının zayıf bazı huzmelerini “garip” (Yani gariban ve dahi gurbette olan) Müslüman göçmenlerin kabiliyetleri nispetince oraya düşürebilen İslamiyet güneşi, belki uzak olmayan bir gelecekte tüm haşmetiyle kendini gösterecektir.

 

Evet insan, yaratılışı gereği hakkı arıyor. Batılılar yanlışı elimine etmeyi iyi başardılar ama doğruyu seçmeyi henüz başaramadılar. Onlardaki laikleşme, demokratikleşme, ve dahi Protestanlaşma dini ve siyasi istibdadların kırılıp çözülmesi noktasında doğru adımlardı ama hakikatin kendisini henüz bulmuş değiller. Bediüzzaman’ın Lemaat’taki yaklaşımı ilginçtir. Hıristiyan taasubu ile malul Katolik kilisesine bir tepki olarak doğan Puritanizm (Üstad buna Prutluk diyor) pekçok açıdan tevhide yaklaşıyor. Hıristiyanlığın verimsiz ve akla uymayan taraflarını törpülüyor. Bu noktada Protestanlıkla Hıristiyanlik hem akla daha yakın bir noktaya geliyor, hem de dünyevileşiyor. Bediüzzaman bu iki boyutu da nazara veriyor. Taasuba tepki olarak doğan Protestanlık Avrupalıların dünyevi terakkilerinde hem bir girdi haline geliyor, hem de o dünyevi kaygıya alet konumuna düşüyor. Weber’in meşhur tezi “Kapitalizmin Ruhu ve Protestan Ahlakı” da buna benzer bir analizdir.

 

Said Nursi diyor ki: “Evet nasıl ki eski zamanda İslamiyetin terakkisi, düşmanın taassubunu parçalamak ve inadını kırmak ve tecavüzatını defetmek, silah ile, kılıç ile olmuş, istkbalde, silah ve kılıç yerine hak ve hakkaniyetin manevi kılınçları düşmanları mağlup edecek.”

 

Evet, dünya küçülünce, ilim ve temas ile ittila artınca, uzak olan yakına geliyor. Yakına gelen korku veriyor önce. Korku ilanihaye süremeyeceği için bir süre sonra yakına dönüşmüş olan uzak’a insan teslim-i silah ediyor ve yakın aşina oluyor. Bu ilmelyakin’den hakkalyakin’e geçiştir aynı zamanda.

 

Aradan berzahlar ve perdeler kalkınca, hakikat hükmünü icra ediyor. Taraflardan hangisi hakk ise ötekini teslim alıyor. Said Nursi’nin İslam aleminin en ümitsiz ve en karanlıklı dönemindeki o garip ve keskin, volkanvari ümidi’nin ve imanı’nın sebebi buydu. Biliyordu ki yere düşse de, tozlansa da, inşaat taşı niyetine satılsa da, elmas gibi olan Hak ve Hakikat er ya da geç galip gelecektir, kıymeti takdir edilecektir.

 

*

 

Yine Bediüzzaman’in dediği gibi, “İnkilab-ı siyasi cihetiyle dininden havf eden adamın dindeki hissesi beytul ankebut gibi zayıf düşmüş cehalettir onu korkutur, taklittir onu telaşa düşürttürür. Zira itimad-ı nefsin fikdanı ve aczin vücudu cihetiyle, saadetini yalnız hükümetin cebinden zannettiğinden; kalbini, aklını da hükümetin kesesinden tahayyül eder, korkar.”

 

İslamı yaşayanlar, Batıyla veya dışarıyla temastan korkmaz, aksine sevinirler. İslamın gücüne olan inançları onlara tam emniyet verir. Fakat İslami bir kimlik gibi, hatta bir kimlik kartı gibi taşıyanlar (bu kimlik kartı ister Türk milleti ister İslam milleti olsun farketmez) dışarıyla temastan hoşlanmazlar, korkarlar. Mesela Avrupa Birliği’nin bizi bozacağını düşünürler, ama bizim Avrupa Birliğini iyileştirebileceğimizi, temas ettiklerimizi dönüştürebileceğimizi düşünemezler.

 

Batıyı görünce ağız suyu akıp hemen kendini teslim eden cahil ile, Batıyı görünce dinimi kaybedeceğim diye endişe eden itimadsız ve korkak Müslümanın aynı noktada buluşuyor olması şaşırtıcı değil. İnsan, hükmedemediği, anlamlandıramadığı şeye ya hayranlık duyar ya da ondan korkar. Halbuki hakiki imani elde eden adam kainata meydan okuyabilir!

 

*

Mezhep taassubu ve inhisarcı zihniyet, kendine güvensizlikten ve hubb-u nefisten gelir. Zaten diyaloğun olamadığı, istibdadın hükümferma olduğu yerlerde şiddet ve icbar konuşuyor.

 

Avrupa ve Amerika’daki Müslümanlar, hak ve hürriyetlerini büyük ölçüde kendilerini anlatma ve İslamı tanıtmaya borçlular. Yani Batıdaki Müslümanların yaşam ünitelerinden biri de dinlerarası diyalogdur (Medenilerle ünsiyet ve medenilere galebe söz ve ikna iledir). Demokrasilerde sorunlar ve yabanilikler konuşarak, tanışarak aşılıyor. Yunus Emre de boşuna “beri gel barışalım, yad isen bilişelim” demiyor. Bu tanışma ve bilişme, kainattaki tevhidin de mühim bir sırrıdır. Hakikati ötekine taşımanın, ötekindeki hakikate ulaşmanın da önemli bir aracıdır. Yani enislik, içimizdeki hakikatin enis olduklarımıza bulaşması için işgören bir zemindir. Hem imanın, hem de meşutiyetin sonucudur enislik.

 

Son olarak şunu söyleyeyim:

 

İslamiyet bizim dinimiz olduğu için hak din değildir. İslamiyet hak din olduğu için bizim dinimiz olmalıdır. Hak din’in ise korkacak hiçbirşeyi yoktur.

Evet, kim korkar İslamofobya’dan!