Said Nursi ve Mehmet Akif

Said Nursi ve Mehmet Akif

Taha Çağlaroğlu'nun yazısı....

Aynı dili konuştular. İki insan, bir dil. Biri Said Nursî, biri Mehmet Âkif. İkisi de birer ıstırap, çile, feryat ve dik duruşun simgesi.

1878’de dünyaya gelen (Milâdî doğum tarihleri olarak bazı kayıtlarda şu tarihler de belirtilmektedir: 1873, 1876, 1877) Bediüzzaman Said Nursî, Risale-i Nur Külliyatı’nı –bazı mektuplar hâriç- 1926-1949 yılları arasında telif etti, 1960’da vefat etti. 1873- 1936 yılları arasında yaşayan Mehmet Âkif Ersoy da 11.240 dizeden oluşan Safahat’ını ve diğer nesir yazılarını (tefsirler, vaazlar, makaleler vb.) miras bıraktı.

Bu iki insan, iki samimi Müslüman, karanlıklar içinde birer muştu oldular. Eskimez bir uygarlığın sesiyle, diliyle konuştular. Kur’anî ve Nebevî terminolojinin kelime ve kavramlarını adım adım işlediler. Eserlerindeki “yüksek, gür seda”, istikbal inkılâbatı içinde hâlâ diri. Tazarru, niyaz, tefekkür söylemleri… Mana âlemlerinin Yusufî güzelliğiyle kendinden geçen ve ellerinin kesildiğinin, sürgünlere gönderildiğinin, kendi kişisel dertlerinin farkına bile varmayan, daha doğrusu bunları önemsemeyen iki cehd oldular. Bizi ayetlerin, rahlelerin, nakışların, çinilerin, mahyaların, hüsnühatların, duaların tanıdık kelimelerine çağırdılar.

İki insan… Milletin imanını selâmette görmek için hakikat önünde diz çöküp okuyor, yazıyor, okuyor, yazıyor. Birinden kelime kelime Risale dökülüyor, birinden safha safha, dize dize Safahat.

Rahat ve lüks yataklarda derin uykular, gafletler, zevk ve eğlenceler, kişisel çıkarlar, onların hayatında yok. Onlar, yerli düşüncenin, yerli ölümsüz uygarlığın diri tutulması, hakikat sedasının yüksek olması için çok didindiler, çok terlediler, çok uykusuz kaldılar, çok çabaladılar, tahkir ve tezyifler arasında izzetin şahikalarına çıktılar. En yüksek hakikatleri korkmadan, çekinmeden haykırdılar. Hevesli akılsız çocuklar gibi, geçici, önemsiz lezzetlerin peşinde koşmadılar, koşmamızı istemediler. Sıkıntı ve elemlerin, bilâkis, mânevî lezzetler ve uhrevî sevaplar verdiğini söylediler.

Ve onlar, bir dil buldular, bir dile ulaştılar, uygarlığımızın toz duman yıkıntıları arasında taze, canlı, sıcak kelimelerle konuştular. Yüzer ayetten tereşşuh eden gerçeklerle kuşandılar. Son nefeslerine kadar bize sonsuzdan, sonsuzluktan, kalıcı olandan, hakiki insandan, insanlıktan haber verdiler. Habercilerin haberlerini getirdiler. Fısıldadılar, haykırdılar, uyardılar, şefkat ve hikmetle seslendiler. Gizli gizli ağladılar. İki insandılar, fakat bir dil oldular.

Aynı dili konuştular. Cemal ve celal dediler, ezan ve şahadet dediler, şark ve garp dediler, tehlikeleri bertaraf ettiler, iman ve hilâl dediler. Mütefekkir ve şair oldular. Bu aynı dilden dolayıdır ki risalelerin bir yerinde “Merhum Mehmed Âkif'in,
Doğrudan doğruya Kur'ân'dan alıp ilhamı,
Asrın idrakine söyletmeliyiz İslâmı
beytiyle ifade ettiği idealini tahakkuk ettirmek, Bediüzzaman'a müyesser olmuştur.” ifadesi geçmektedir.

İki ayrı insandılar. Bir dili konuştular. Savaş meydanlarında, bağ ve bahçelerde, uzun gurbetlerde, Kosturma’da ve Mısır’da, tel örgülerin ardında Kur’an’ı düşündüler, anlayıp anlattılar. Gece yarılarında yalvarıp yakardılar yüce Halık’a, Rahman ve Rahim olana, Semi ve Basir olana, Vedud ve Kahhar olana. Rububiyetten ve ubudiyetten bahsettiler. “Dost istersen Allah yeter” dediler, “Kenar-ı Dicle’de bir kurt aşırsa bir koyunu/ Gelir de adl-i ilâhî sorar Ömer’den onu” dediler. Peygamberlerin serin bakışlarını anlattılar. Sahabe dediler, Asr-ı Saadet dediler.

Cesur ve mütevazi, özgür ve kararlı, diğerkâm ve merhametli idiler.

Gizli komiteler, dinimizi ve dilimizi yozlaştırmaya, yok etmeye çalışırken onlar Sırat-ı Müstakim üzere oldular. “Bin seneden beri Kur'ân-ı Hakîmin bir bayraktarı olarak bütün cihana karşı meydan okuyan” Türk milletini, bu vatan gençlerini, bu toprağın insanlarını, hatta tüm insanlığın sonsuz hayatını kurtarmak için çırpındılar. Kur’an’ın elmas kılıncı ile küfrün, inkârcılığın, materyalizmin aklını parçaladılar. Vuzuhla konuştular. Kur’an’ın sönmez ve söndürülmez bir güneş olduğunu gösterdiler. Tasdik, iman, şuhud, tahkik, iz'an, dâvâ içinde burhan dediler.

Asım’ın nesli dediler. "Din, terakkiye mânidir." düşüncesinin ancak bir hezeyan olduğunu izah ettiler. Şakî olmadılar. Aydınlanmacı, nemrutçu, firavuncu olmadılar. Münevver, aydın, aydınlık oldular. Eskinin içindeki eskimezleri göremeyen sahte aydınlardan olmadılar. Bu yüzden sahte aydınlar, onları yürekten sevemedi zaten. Kâinatta en yüksek hakikatin iman olduğunu ayet ayet nakşetmeye çalıştılar zihinlere.

Er kişi oldular. Said oldular, Âkif oldular.