Sürgünde bize Bediüzzaman sahip çıktı

Sürgünde bize Bediüzzaman sahip çıktı

Üstad Bediüzzaman, üç katlı ilk evinin anahtarını bu aileye verir...

Ayşe Tosun'un haberi:

Dersim katliamının sayfası yeniden açılırken, sürgüne uğrayan Mutkililer de ‘Buban’ arşivlerinin açılmasını istiyor.

Mereto Dağı’nın eteğindeki Kayran köyünden dumanlar yükseliyor. 8 yaşında bir çocuk hızla köyün arkasındaki sarp dağın eteğine doğru koşuyor, ağabeyinin “Sakın arkana bakma, sadece koş!” uyarısını aklından çıkarmadan. Neredeyse ciğerlerini söken nefesinden başka duyduğu tek şey kurşun sesi. Hayatta kalması hızına bağlı, o yüzden sadece koşuyor. İlk bulduğu mağaraya giriyor. Birbirine sarılmış, korkudan titreyen onlarca insan. Hemen aralarına giriyor. Kuralları biliyorlar; ağlamak yok, ses çıkarmak yok. Bir bebek ağlamaya başlayınca kızgın bakışlar annesine yöneliyor. Fakat nafile, zavallı kadın susturamıyor oğlunu. Ayak sesleriyle birlikte kurşun sesleri de yaklaşıyor. “Kapa ağzını!” diyor biri, fısıltılı bir bağırmayla. Anne çaresiz kapatıyor minik yavrusunun ağzını. Hınca hınç dolu mağarada korkudan neredeyse nefes bile alınmıyor. Ölmemek için dua ediyorlar. Her şey hayatta kalmak için. Ayak sesleri uzaklaşıyor. Bitmek bilmeyen dakikalarda annenin ömründen ömür gidiyor. Titreyen ellerini çekiyor evladının ağzından; bebek artık ağlamıyor. Nefes de almıyor. Anne çıldırıyor, sarsıyor yavrusunu. Birden kendine geliyor, baygın çocuk. Mağaradaki ölümün soğuk yüzü, yerini sıcak tebessümlere bırakıyor. Bu kez sessiz çığlıklarla seviniyor Bubanlılar. Film senaryolarına taş çıkartacak bu olay 1934 yılında Bitlis’in Mutki ilçesinde yaşandı. Dağa koşarak canını kurtaran Arif İdiz ise şimdi 85 yaşında.

Başbakan Tayyip Erdoğan’ın özrünün ardından Dersim katliamının ayrıntıları gün yüzüne çıkarken, Cumhuriyet tarihinin bir başka acı sayfasını çeviriyoruz. Yine katliamlar, sürgünler çıkıyor karşımıza. Bunlardan biri Dersim olaylarından önce meydana gelen ve tarih kitaplarına sadece ‘Kürt isyanı’ diye geçiştirilen ‘Buban Aşireti İsyanı’. Aslında yeni kurulan devlet, Mutki’ye 1925’te bir çentik atmıştır. İnkılapları bütün Türkiye sınırlarında uygulamak isteyen rejim, İstiklal Mahkemeleri’ni kurarak âdeta bir cadı avına çıkacaktır. İskilipli Atıf Hoca’lar idam edilecek, şapka giymek istemeyen köylü vatandaş tehdit unsuru olarak görülecektir. Doğu bölgelerindeki ‘Şeyh Sait İsyanı’ gibi olaylar da kanlı şekilde bastırılacaktır. Mutki halkının da Şeyh Sait’e destek verdiği öne sürülmüş ve isyan bastırıldıktan sonra gerginlik başlamıştır. Vergi, askerlik ve silah toplamak üzere bölgeye bir tabur gönderilir. Tabii pek de nazik davranılmaz halka. O güne kadar devletin nüfuz ve otoritesinin dışında yaşayan bölgedeki aşiretler bunu kabul etmek istemez ve bir araya gelerek tabura saldırır. İsyan, 1928 yılının ilkbaharında başlar. Vakıa isyanın sebebi siyasi değildir. Hur köyü halkının 14 Temmuz’da kaymakam ve bir jandarma erini de şehit etmesiyle gerginlik zirveye çıkar. Nihayetinde isyan üç ay içinde kanlı şekilde bastırılır.

1933’te Mutki’de yine ufak kıpırdanmalar başlar. Ağır vergi, şapka dayatması, askerlerin tutumu köylüleri çileden çıkarır. 1934’te Mutki’nin Buban aşiretine bağlı dört köyünde yüzlerce insanın canına mal olan olaylar meydana gelir. Kendilerini ‘Sünni-Zaza’ olarak tarif eden Bubanlılar Şapka Kanunu’na karşı gelerek isyan ettikleri gerekçesiyle iki yıl ateş altında tutulur. Dağlara çekilen halk açlıkla, sefaletle mücadele ederken köyler ve geçim kaynakları olan ceviz, üzüm gibi ağaçlar askerler tarafından yakılır. Yakalanan köylüler öldürülür. Dağlarda saklananlar bir süre direnir. Açlık ve sefalet sonucu takatsiz kalınca da teslim olurlar. Yaklaşık 1700 Bubanlı, Türkiye’nin dört bir yanına sürgün edilir; köyünden koparılarak önce Bitlis’ten Elazığ’a kadar yürütülür. Zorlu şartlarda açlıktan, soğuktan, hastalıktan ölenlerin cenazeleri yollarda defnedilir. Elazığ’dan trenlerle Mersin Limanı’na getirilir, oradan gemilerle Tekirdağ’a ve çeşitli şehirlere dağıtılırlar. Edirne, Bursa, Çanakkale, Balıkesir, İzmir, Aydın, Kırıkkale, Samsun bilinen yerler… Her aile, farklı illerin farklı köylerine gönderilir. İki aile bir arada aynı köye, kasabaya yerleştirilmez. Yerinden yurdundan edilen Bubanlılar, 15 yıl birbiriyle görüştürülmez. Gittikleri yerde dil bilmeyen, iş imkânı olmayan Bubanlılar zor yıllar geçirir. 1948’de çıkarılan afla geri dönmelerine izin verilir. Yıllarca birbiriyle görüşmeyen aileler, 1952’ye kadar peyderpey geri döner. Bir kısmı ise dönemez, bulunduğu yere yerleşir.

Şimdi 9 köyü olan ve sayısı 30 binlere varan Buban aşiretinin üyeleri büyüklerinin çektiği sıkıntıları unutamıyor. Sürgün anılarıyla büyüyen torunlar, Dersim arşivlerinin yanında Buban arşivlerinin de açılmasını istiyor. Onlar şimdi devletle barışık ve eğitimli. Çoğu iş adamı, memur, müteahhit, bürokrat…

Sürgünün tanıklarından biri Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin talebelerinden Nadir Baysal. 85 yaşındaki Baysal, sürgün yıllarında 12 yaşındadır. Çektikleri zulmü dün gibi hatırlıyor, “Unutulacak gibi değil!” diyor. Katliam ve sürgünlerin çocuk yaşta hafızasına kazındığını söylüyor. Bir jandarmanın köylerindeki evleri ateşe vermesini ve ağaca asılmış kesik başları unutamıyor. Olaylar sırasında bir ağabeyini, amcaoğullarını ve birçok yakınını kaybeder. Hükümetle görüşmeye giden amcası ve iki köylü de sorgu için tutuklanır. Kış vakti üstü açık arabada sevk edilen köylüler yolda donarak ölür. Akrabalarından birini yakalayan askerler ibret-i âlem olsun diye adamın kafasını gövdesinden ayırıp bir ağaca asar. Köylü yaklaşmasın diye de ağacın altına mayın döşerler. Ailesiyle l939’da Kastamonu’ya sürgün edilen Baysal, “Bu zulmü düşman yapmazdı.” diyor.

Yaşananların tarih kitaplarında ‘Kürt isyanı’ diye geçmesinden yakınan Baysal, şöyle devam ediyor: “Genelkurmay arşivlerinde yapılan zulümler yazıyordu. Halk dinine düşkün. Cebren giydirilmek istenen şapkayı ‘Frenk işi’ diye istemedi. Karşı koymanın Kürtlükle, isyanla ilişkisi yoktu. İslamiyetin elden gittiğini düşünen halk kendini korumak istedi. Eğer halk silaha el atsaydı, taburla asker öldürürdü. Çünkü tabiat şartlarını köylü daha iyi biliyor. Ama şöyle diyorlardı: ‘Askerler de emirle hareket ediyor, onlar da ana kuzusu.’ Fakat mahkemeye gidip de dönen olmuyordu. İdam rakamları belli değil.”

Nadir Baysal’ın ağabeyinin eşi Gonca Baysal (80) sürgünde 3-4 yaşlarındadır. Sürgünden sonra ailesinin her hafta af için haber beklediğini anlatan Gonca Hanım, o dönemi şöyle anlatıyor: “Acaba dönüş ne zaman, af gelecek mi diye sürekli konuşurlardı. Olumsuz haber gelince kadınların eve girip ağıt yaktığını hatırlıyorum. Zor zamanlar geçirdik.”

Buban aşiretinden Muhittin Saldanlı, ailesi Balıkesir’e sürgün edilenlerden. Üç ağabeyinin nüfus kâğıdında doğum yeri Balıkesir yazıyor. Kendisi, aile sürgünden dönünce Bitlis’te dünyaya gelir. Sürgünde büyük sıkıntı çeken ailesinin acı hatıralarıyla büyümüş: “Askerlere yakalanmamak için günlerce mağaralarda aç susuz saklanmışlar. Köylerimizde hiç yaşlı ağaç yok, hepsini yakmışlar. Kökü yanmayan ağaçları dinamitle yok etmişler. Sürgün yollarında mezarlarımız var. Sürüldükleri yerler ise bölgenin en kötü dağ köyleri. Yıllarca kardeş kardeşi görmemiş. Eğer başka aşiretten gelin varsa o gelinin ailesini de sürmüşler. Gittikleri yerlerde dil bilmezler, hamallık yaparak geçinmişler.”

Sürgünün şahitlerinden Arif İdiz, ailesiyle birlikte Balıkesir’e gönderilir. O zaman 8 yaşındadır. Sürgün yolunda babasını kaybeder ve yol kenarına defnederler. Kendisinden küçük kız kardeşi ise açlıktan toprak yer. Yorgunluğa, açlığa dayanamayan minik kız da vefat eder. Yaşanan acıları unutmanın imkânsız olduğunu ifade eden İdiz özellikle vurguluyor: “Yaşanan isyanın sebebi siyaset ya da bölücülük değildi. O zaman Bitlis’ten Sason bölgesine geçen askerî birlikler köylülere olmadık hakaret ve işkencelerde bulunurdu. Artık köylünün canına tak ettiği bir noktada isyan edildi.” Yaşananlardan ‘Halk Partisi’ni (CHP) sorumlu tutan İdiz, onların her şeyi bildiğine inanıyor. Torunu Gökhan İdiz ise şu ifadeleri kullanıyor: “Geçmişte büyüklerimize bu acıları yaşatanlara dedemin tabiri ile Halk Partisi’ne  hesap sormak boynumuzun borcudur.”

Genelkurmay arşivlerinin açılmasını isteyen Muhittin Saldanlı, atalarına neler yapıldığını bilmek istediklerini kaydediyor. Tarih kitaplarında yalan yanlış bilgiler yer aldığını belirtirken “Kanı durduran ister Erdoğan (Başbakan) ister Kılıçdaroğlu (CHP genel başkanı) olsun, ben o insanın ayağını öperim. Kan üzerinden siyaset yapan da yanlış yoldadır.” diyor.

Çankırı’ya sürgün edilenlerden Abdülmecid Öndaş (55) ise 1986 yılında emekli nahiye müdürünün kendilerine bir gerçeği itiraf ettiğini söylüyor. Aşiretleriyle ilgili rapor tutan nahiye müdürü, Genelkurmay’a aşiretle ilgili sürekli bilgi verdiğini itiraf eder. Artık yöneticilerin örf, âdet ve dillerini bilerek konuştuğunun altını çizen Öndaş’a göre bu hoşgörü daha önce olsaydı terör olmazdı.

Nadir Baysal, Genelkurmay arşivleri açıldığı takdirde gerçeklerin gün yüzüne çıkacağını belirtiyor. Başbakan Erdoğan’ın Dersim özrünü de çok önemsiyor Baysal. Cumhuriyet kurulduğundan bu tarafa böyle güzel bir adım görmediğini ifade ediyor. Artık köylerde jandarma görmediklerini hatırlatırken barış vurgusu yapıyor: “Kürt-Türk ayrımını çıkaran fesat zihniyettir. Kimsenin birbiriyle sorunu yok. Araya fitne sokuyorlar.”

‘Sürgünde bize Bediüzzaman Said Nursi sahip çıktı’

Sürgünde ailesiyle Kastamonu’ya gönderilen Nadir Baysal ve ailesine Bediüzzaman Said Nursi sahip çıkar. Üstad’ın talebelerinden Çaycı Emin’in yanında çalışmaya başlayan Baysal, Üstad’ın mektuplarını taşır. Küçük olduğu için kimse ondan şüphelenmez. Üstad’ın yanına rahatça girer çıkar, günlük işlerine yardım eder. Baysal’ın Türkçe öğrenemeyen yaşlı babası da sık sık Üstad’ı ziyaret edip teselli bulur. Baysal, köyünden ayrılmanın ve zulmün hüznünü yaşayan babasına Üstad’ın teselli verdiğini anlatıyor. Bir defasında ise “Babana söyle üzülmesin, hükümet sizi affedecek.” dediğini aktarıyor. Üstad Kastamonu’ya geldiğinde ilk ikamet ettiği evden, kolayca gözlenebilmesi için karakola yakın bir eve sevk edilir. Hamallıkla geçimlerini sağlayan Baysal ve ailesinin kötü bir evde kaldığını öğrenince, üç katlı ilk evinin anahtarını bu aileye verir. Baysal ailesi dokuz sene bu evde kira ödemeden kalır. Yeni evin her katında üç oda, tuvalet, banyo vardır. Sürgünün çilesini dolduran aile için bu ev âdeta saray gibi gelir. Evlere su taşıyarak para kazanan Baysal, Üstad’ı her gördüğünde yorgunluğunu da atar.

Cepken giyiyor, köstekli saat taşıyorlar

Buban aşireti, bölgede nezaketi ve pürüzsüz Türkçesiyle biliniyor. Sürgün edildikleri yerde öğrendikleri Türkçenin şivesini de nesilden nesile aktarmışlar. Muhittin Saldanlı askerdeyken komatanı “Nerelisin?” diye sorunca “Bitlis” cevabını verir. “Ne mezunusun?” sorusuna ise “İlkokul” karşılığını verince komutandan “Yalan söyleme, ben senin kadar düzgün Türkçe konuşmuyorum.” diye tokat yer. Sürgün dönüşü yanlarında birçok yöreye ait kelime de getirmişler. Ellam, aga, efe, üj-bej bunlardan birkaçı. Ege’den dönenler, kasket, cepken, köstekli saatlerle gelmiş. Her yöreden yemek kültürleri de eklenince Bubanlılar tam bir kültür mozaiği olmuş. Batı usulü tarhana ve baklavayı da yöreye onlar tanıtmış. Hala bayramlarda batı usulü dilimlenmiş baklava yapıyorlar. Komşuları ise tarhana içmeye geliyor. Bubanlılar, “Biz Türkiye’yiz.” diyor.

Aksiyon