Sinema, eğitim ve Risale-i Nur

Sinema, eğitim ve Risale-i Nur

İbrahim Demrikan’ın 1. Türkiye Akademisyenler Konferansı "Bediüzzaman Ne Yapmak İstemiştir" sempozyumunda sunduğu tebliğ

İbrahim Demrikan’ın yazısı:
(Yapımcı-Yönetmen)

Sinema, eğitim ve Risale-i Nur

Hakikati ister sinema perdesinde ister tabiatta olsun kavramanın ilk yolu görme ve işitmedir. Burada niyet ve nazar önem kazanmaktadır. İnsanın kendisini anlamlandırması tabiatla beraber bir bütün halinde gerçekleştirmesi gereken bir eylemdir. Çünkü insanın kendisini anlamlandırması, çevresini anlamlandırmasıyla ilintilidir.

Bu anlamlandırma sürecinde ise insanın önünde bir çok göstergeler bulunmaktadır. Bu göstergeler Allah’ı gizleyen, önüne perde olan değil, ona işaret eden gösteren anlamsal nesnelerdir. Dikkat edilecek olursa İslam kültüründe gerek Kur’an-ı Kerim gerekse tabiat için “ayet” tabiri kullanılır. Ayet işaret eden gösteren demektir. Yine alem kelimesi de işaret sembol anlamına gelir ve tabiat alemi, hayvanlar alemi diyerek aslında yaratılanların bir şeye alem olduğunu yani işaret ettiğini söylemiş oluruz. Âlem, alamet, işaret sembolse neye işaret etmektedir? Elbette ki yaratıcısına.

Yine Kur’an-ı Kerim’de bir çok sureye manevi kavramlardan değil maddi nesnelerden ad verildiğini görüyoruz. (114 surenin sadece 14 tanesi manevi kavrama tekabül eder.) Varlık cansız, ölü, camid yığınlar değildir, her biri Allah’ı tesbih etmekte onu hatırlayıp hatırlatmaktadırlar. “Göklerdeki ve yerdeki her şey Allah’ı tespih etmektedir. O, mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir. (Hadid suresi.1.ayet) Kuran-ı kerimde Fatiha suresindeki ‘rabbülalemin’ ifadesine dikkat edilecek olursa bu kelimenin sonundaki (y ve nun) yalnız i’rab alâmetidir. Işrine, selasine gibi; veya cem’ alâmetidir. Çünkü, âlemin ihtiva ettiği cüzlerin her birisi bir âlemdir. Veyahut, yalnız manzume-i şemsiyeye münhasır değildir. Cenab-ı Hakkın, şu gayr-i mütenahî fezada çok âlemleri vardır.

Evet, ve “Elhamdülillahi kem lillahi min felekin. Tecrinnücumu bihi veşşemsü velkamerü raeytühüm li sacidin”’de olduğu gibi, burada da ukalaya mahsus cem’ sigasıyla gayr-i ukala cem’lendirilmiştir. Bu ise kavaide muhaliftir. Evet, âlemin ihtiva ettiği  uzuvların birer akıl, birer mütekellim suretinde tasavvur edilmesi, belâgatın en makbul bir prensibidir. Zira, kâinatın “âlem” ile tesmiyesi, kâinatın sâniine olan delâleti, şehadeti, işareti içindir. Binaenaleyh, kâinatın uzuvları da, sânie olan delâletleri, şehadetleri için, birer âlem olmaları icab eder. Öyle ise, sâniin, o uzuvları terbiyesinden ve o uzuvların da sânii i’lâm etmelerinden anlaşılır ki, o uzuvlar birer hayy, birer akıl, birer mütekellim suretinde tasavvur edilmiştir; binaenaleyh, bu cem’de kavaide muhalefet yoktur.” (İşaratül İcaz, sh.28 Zehra yay.İst.2006)

Evet konuşan kainatı göstermek gerekiyor. İman sahibi bir insan için tabiatı anlatan bir belgesel bize Allah’ın kuvvetini, kudretini hatırlatan görüntüleriyle tevhide dair bir derstir aynı zamanda. Tabiat ayetleri yeryüzünün her yerinde ders vermektedir ve işitsel-görsel malzemeler bunun en güzel örneklerini ayağımıza getirebilmektedir. “Ne tarafa dönerseniz dönün Allah’ın vechi (yönü, onu hatırlatan zatı) oradadır.” (Bakara suresi 115.ayet) Burada salt tabiat görüntüsünün güzel bir formla verilmesinden ziyade bunun ikinci aşaması olan mülkün melekut boyutunu yani ‘bir’de görünenin arkasındaki kudret elini, mistik hadiseleri hatırlatmak isteriz. Sinemada mistisizm bir kaide değil ama bazen insan ruhunun bilinmezleri ve görünmeyen varlıklar üzerine filmler çekilmiştir. Dini film tabir edebileceğimiz bir janr yani türde ortaya çıkmıştır. Fakat konusu ve ilham kaynağı dini olmasa bile hayatın içinden hikâyeler anlatan yönetmenler ve senaristler manevi tatmini hedefleyen ruhsal bir arayış içinde olmuşlardır. Ünlü Japon yönetmen Kurosawa “dış gerçeğin taklidine karşıyım, sanat iç dünyanın, iç gerçeğin temaşasıdır” der. Fransız yönetmen Robert Bresson “Hükmeden içtir. Biliyorum bütünüyle dış olan bir sanat için (sinema) bu paradokslu görülebilir.” derken A. Tarkovski insanın manevi varlığına dikkat çekerek görünenin ötesi üzerinde kendisinin bir arayış içinde olduğunu ve bunu enfüsi tecrübelerden yola çıkarak yapmaya çalıştığını söyler.

GÖRÜNTÜ OLA KESE BAŞI GÖRÜNTÜ OLA KESTİRE BAŞI

Günümüzde mesajların sokaktaki reklam levhasından evimizdeki televizyonlara kadar görüntü diliyle aktarılmaya çalışıldığı malum. Sebebi de insan hafızasında görüntünün daha kalıcı olması. Tabiri caizse ‘Söz uçar, yazı kalır’ özdeyişini artık ‘Söz buharlaşır, yazı uçar, görsellik ise kalır”a çevirmek gerekiyor.

Çağrı filmi malum İslam aleminde binlerce defa zevkle izlenmektedir . Filmi bizleri o asra götürmekte ve bu durumda inananları otomatikman etkilemektedir.
Risale-i Nurda görüntü dili ve görüntünün insan muhakemesi üzerinde ne kadar önemli olduğunu Üstad hazretleri şöyle vurgular; “Arkadaş! Tûl-i zaman ve bu’d-i mekânın muhakemat-ı akliyede tesiri çoktur. Maahaza, leysel haberu kel ayan düsturuna ittibaen, şu zaman ve muhitin hayalâtından çıkarak tayy-ı zaman ve mekân ile, hayalen Ceziret-ül Arab’a gidelim ve Medine-i Münevvere’de nuranî ve yüksek minber-i saadetine çıkmış, nev’-i beşere hitaben irşadatta bulunan o zât-ı muallâyı bizzât görüp, sözlerini dinlemeliyiz. Reşhalar (4.Re şha) Üstad hazretleri bu yüzden sıklıkla örnegin 19. Söz gibi yerlerde defalarca tekrar be tekrar “haydi asr-ı saadete, ceziretül araba hayalen gidelim” der. Bu ifadeler de insanlar tarafından Çağrı filminin niçin aşkla ve şevkle izlendiğini açıklamaktadır. Yine başka bir yerde şöyle der üstad hazretleri; “Halbuki Kur’anın hakikatları; o kadar büyük, âlî, parlak ve revnakdardır ki, en büyük ve parlak hayal, o hakikatlara nisbet edilse; gâyet küçük ve sönük kalır.
Meselâ: “yevme netvissemae ketayyissicilli lil kütüb . yuğşilleylennehara yetlubuhu hasisa.. in kanet illa sayhaten vahideten feiza hüm cemiun ledeyna muhdarun.” gibi hadsiz hakikatları buna şahiddir. Kur’anın herbir âyeti, birer necm-i sâkıb gibi, i’câz ve hidâyet nurunu neşr ile küfrün zulümâtını nasıl dağıttığını görmek, zevketmek istersen; kendini o asr-ı câhiliyette ve o sahrâ-yı bedeviyette farzet ki, herşey zulmet-i cehil ve gaflet altında perde-i cümûd ve tabiata sarılmış olduğu bir anda, birden Kur’anın lisan-ı ulviyesinden yüsebbihu lillahi ma fissemavati vema filardil melikil kuddusil azizil hakim. gibi âyetleri işit, bak. O ölmüş veya yatmış mevcûdât-ı âlem yüsebbihu sadasıyla işitenlerin zihninde nasıl diriliyorlar, hüşyar oluyorlar, kıyam edip zikrediyorlar. Hem o karanlık gökyüzünde birer câmid ateşpâre olan yıldızlar ve yerdeki perişan mahlûkât, tüsebbihu lehussemavatüssebu velard sayhasıyla işitenlerin nazarında; gökyüzü bir ağız, bütün yıldızlar birer kelime-i hikmet-nümâ, birer nur-u hakikat-edâ; ve arz bir kafa; berr ve bahr birer lisan; ve bütün hayvanat ve nebâtat birer kelime-i tesbih-feşan Sûretinde arz-ı dîdar eder.

YOKSA BU ZAMANDAN TÂ O ZAMÂNÂ BAKMAKLA, MEZKÛR ZEVKİN DEKAİKINI GÖREMEZSİN

Evet o zamandan beri nurunu neşreden ve mürur-u zaman ile ulûm-u müteârife hükmüne geçen ve sâir neyyirat-ı İslâmiye ile parlayan ve Kur’anın güneşiyle gündüz rengini alan bir vaziyet ile yahut sathî ve basit bir perde-i ülfet ile baksan, elbette herbir âyetin ne kadar tatlı bir zemzeme-i i’câz içinde ne çeşit zulümatı dağıttığını hakkıyla göremezsin ve bir çok enva’-ı i’câzı içinde bu nev-i i’câzını zevk edemezsin.

1- “Eğer istersen gel, Asr-ı Saadete, Cezîretü’l-Araba gideriz. Hayalen olsun onu vazife başında görüp ziyâret ederiz. İşte bak:..ilh.” (19.söz)

SİNEMA MI EĞİTİMİ ETKİLER EĞİTİM Mİ SİNEMAYI ?

Sinemanın insanları ne kadar etkilediği veya eğitim sürecinde öğretilecek konunun bir filmle ya da çizgi filmle öğretilmesinin normal klasik yöntemle yapılan eğitimlerden daha etkili olduğu hem beynennas hem de bilimsel çevrelerce malum ve maruftur.
Şimdi burada genel geçer kabullere mazhar olmuş konulardan çok daha spekülatif daha marjinal gibi görülebilecek ayrıntılara, sinema ve görsellik meselesine dair şu konuları düşünmekte fayda var.

Evvelen; Sinemada karizmatik oyunculuk tevhidin önünde engel olabilir. Tüm kitaplar bir kitabın anlaşılması için okunur ya da üstadın bu manada örnek verdiği “ Meselâ, bir adam İbni Hacer’e nazar ettiği vakit, Kur’ân’ı anlamak ve Kur’ân’ın ne dediğini öğrenmek maksadıyla nazar etmeli. Yoksa İbni Hacer’in ne dediğini anlamak maksadıyla değil.Bu ikinci tarik de zamana muhtaçtır. (SÜNUHAT,Kur’ân’ın hâkimiyet-i mutlakası başlığı altında) derken kasteddiği mesajın önüne hiçbir engel çıkmamalı fikrini sinema alanına uygulayabiliriz. Yani bir filmdeki karizmatik oyuncu ya da güzel kadın siluetinin verilmek istenen mesajı gölgeleme ihtimaline karşı müslüman bir sinemacı hikayesini daha güçlü tutmalıdır. Peki batı dünyasındaki karizmatik oyuncu merakı nereden çıkmaktadır. Bu bağlamda Mektubat’ta Hıristiyan dininin esasıyla İslâmiyetin esası mühim bir noktadan ayrılmaktadır diyerek işaret ettiği o mühim noktada (tarafımızdan büyük harflerle vurgulanmış yerler) bahsedilen; “İSLÂMİYET, TEVHİD-İ HAKİKÎ DİNİDİR Kİ, VASITALARI, ESBABLARI İSKAT EDİYOR, enâniyeti kırıyor, ubudiyet-i hâlisa tesis ediyor. Nefsin rububiyetinden tut, tâ her nevi rububiyet-i bâtılayı kat ediyor, reddediyor. Bu sır içindir ki, havastan bir büyük insan tam dindar olsa, enâniyeti terk etmeye mecbur olur. Enâniyeti terk etmeyen, salâbet-i diniyeyi ve kısmen de dinini terk eder.

ŞİMDİKİ HIRİSTİYANLIK DİNİ İSE, VELEDİYET AKİDESİNİ KABUL ETTİĞİ İÇİN, VESAİT VE ESBABA TESİR-İ HAKİKÎ VERİR. Din namına enâniyeti kırmaz; belki “Hazret-i İsâ Aleyhisselâmın bir mukaddes vekili” diye, o enâniyete bir kudsiyet verir. Onun için, dünyaca en büyük makam işgal eden Hıristiyan havasları tam dindar olabilirler. Hattâ Amerika’nın esbak Reisicumhuru Wilson ve İngilizin esbak Reis-i Vükelâsı Lloyd George gibi çoklar var ki, mutaassıp birer papaz hükmünde dindar oldular. Müslümanlarda ise, öyle makamlara girenler, nadiren tam dindar ve salâbetli kalırlar. Çünkü gururu ve enâniyeti bırakamıyorlar. Takvâ-yı hakikî ise, gurur ve enâniyetle içtima edemiyor.(29. Mektub-7.Kısım(İşarat-ı Seb’a) 2.İşaret)

O zaman asıl kasdu niyet hikayedir ve karizmatik oyunculuk verilecek mesajın önünde bir engel olabilir. İyi bir oyuncu hatırına bir film izlemek hakikate değil kişilere göre bir dünya hayal etmektir ki bu da fani kişiler üzerine baki hakikatler inşa etme yanlışına düşmektir.(Sadece oyuncular değil putlaştırılan bütün liderler içinde geçerlidir bu kaide)

Saniyen; Almanların medar-ı iftiharı Goethe’nin bir sözünü hatırlamaktayım. ‘Yunan tanrıları fizik özellikler üzerine kuruludur’. Ve üstadın Lemaat’ta geçen Batı medeniyetinin kaynağına işaret başka bir sözünü düşünelim; ‘Şimdi buna dikkat et: Eski Roma, Yunan‘ın iki dehâsı vardı; bir asıldan tev’emdi’ Ve sonrasında batı dünyasının bu iki kaynaktan neşvü nema bulduğunu söyler. Evet Yunan ve Roma panteonlarına bakıldığındaki ilah çeşitliliklerinin yani güzellik ilahı, güç ilahı gibi ilahların toplandığı kutsal mekanların artık günümüzde Holywood vasıtasıyla farklı isimler ve resimler eşliğinde tüm dünyayı bir ağ gibi örmüş olan Sinema ve TV ile ruhlara zerk edildiğini görüyoruz. Hollywood kelimesinin anlamı da Kutsal Orman demektir. Ve onların güzellik ilahı Yunanda afrodit ise sinemanın keşfinden sonra 15-20 yıl gibi aralıklarda değişmekle beraber bir zaman Marilyn Monroe ise 80’lerde başka bir kadındır. Güç ilahı Arnold Schwarzenegger ya da Rambo ve Rocky lakablı Sylvester Stallone’dir. Şiddet ilahı Quentin Tarantino’dur 80’lerde 90’larda. Şefkat ilahı ise Sean Penn’dir.(Ben şefkate inanıyorum, sinemada şiddeti reddettiği ve bu meyanda filmler çektiği için)

Ahiren; Mantalite, kültürel çevre insanın sanatsal anlamda üretimine direkt etki eden hususlardır. Tevhidi bir sinema mümkün müdür? Şiirin hayalatı yani nefsani olan yönü değil ruhi olanın Kurani hakikatlerin bir drama ile yani Kıssa ile anlatımı mümkündür. Ama bu işin hiçte kolay olmadığını özellikle batı kaynaklı beşeri hastalıklarla malul ve kirlenmiş ruhların Tevhidi anlamda bir sinema yapamayacağı malumdur. (NOT: Büyük harflerle yazılan kısım tarafımıza aittir.)

(2-3 Temmuz 1. Türkiye Akademisyenler Konferansı "Bediüzzaman Ne Yapmak İstemiştir" sempozyumunda sunulan tebliğ.)