Ne idik, ne olacağız?

1.bölüm

Türkiye kimlerin

Yıl 1984 İstanbul üniversitesi veteriner fakültesini kazandığım seneydi.

Birkaç arkadaşımla birlikte İstanbul’a gidiyoruz.

Ben üniversiteye yeni başlamanın heyecanını yaşarken bir iki arkadaşım ikinci senesine gidiyor oldukları için hiç heyecan taşımadıkları gibi tecrübeli tavırlarda sergiliyorlar.

Bir iki tane arkadaşım da, İstanbul’da üniversiteye hazırlanmak için geliyorlar.

Yanlış hatırlamıyorsam 5 ya da 6 kişilik bir guruptuk.

O zamanlar Çelikhan’dan İstanbul’a yolculuk yaklaşık 24 saat sürüyordu.

Haliyle yol boyunca çeşitli şakalaşmalarla birlikte, hepimiz çocukluk arkadaşları olduğumuz için yeni ufuklara açılan iç âlemlerimizdeki duyguların eşliğinde muhabbetler devam edip gidiyordu.

Bir yandan ilk defa gurbete çıkmamın ürkekliği, bir yandan istikbale ait kuvvetli ümitlerin kıpır kıpır oluşları ve bir yandan din iman ve memleket hususunda aldığımız Risale-i Nur dersleri eşiğinde yeşeren hamiyet duyguları…

Tabii ki kullandığımız dil hepimizin ana dili olan Kürtçe…

İstanbul’da yerleşeceğimiz yer Nur dershaneleri…

Yol boyunca her hangi bir sıkıntı yaşanmazken menzile varıp yerleştiğimizde içimizdeki tecrübeli arkadaşların ilk uyarısıyla karşılaştık:

-“Aman aman ha burada aramızda konuştuğumuz gibi Kürtçe konuşmayalım.”

-“Neden?”

-“Yanlış anlaşılırız”

-“Allah Allah yahu geldiğimiz yer nur cemaati burası devletin her hangi bir kurumu değil ki. (12 Eylül çivi fıçısı işkencesinin hala devam ettiği bir süreç)

-“Olsun imajımız bozulur.”

Ve bu düşünce benden başka diğer tüm arkadaşlarda hâkim olunca bir nebze geri çekilmekle birlikte iç âlemimi hiçbir şekilde bağlamamıştı.

İstediğim yerde istediğim zamanda böyle bir yasağa boyun eğmeyeceğime dair kendimce fıtri bir karar verip daha sonraki zaman dilimlerinde ve belki de okul hayatı boyunca ikide bir arkadaşlarımın her Kürtçe konuştuğumda çatık kaş ve azarlayıcı bir tavırla “itibarımız gitti ha” tehdidine asla aldırış etmeyecektim.

Ve etmedim.

Etmediğim içinde hiçbir zaman o manada herhangi bir tepki ile de karşılaşmadım.

Hatta ilk defa Kürtlerle temas eden birkaç arkadaşım; “sayenizde sağda solda bize telkin edilen Kürt imajını düzeltiniz” diye duada etmişlerdi.

Belki de bana hep düzgün insanlar denk geldiği için herhangi bir hayal kırıklığı yaşamamıştım.

Yoksa çeşitli zamanlarda çeşitli kişilerde aşırı reaksiyonların yaşandığını çok duymuştum.

Burada garip olan bizim gibi birçok kürdün (ben dâhil) bu sonucu ve yaklaşımı kabullenmesiydi.

Yani bu tutumun kabullenmesiyle birlikte Böyle bir yasağın ilk etapta kendi içimizden gelmesi bana hep manidar gelmişti.

Bizler böyle düşünürsek Türklerin bizim en az on misli düşünmesi son derece normal olmalıydı.

Çünkü yüzyıldır böyle bir imajla yaşamıştık yani; Türkiye Türklerindir.

Peki, böyle bir sonucun tarihi zemininde neler saklıdır?

Aslında bu tarihi zemini ta 1987'den sonra Yeni Asya gazetesinin yayınlamış olduğu yakın tarih ansiklopedisinde öğrenmiştim.

Lakin bu zemini hazırlayan etkenlerin bu topluma sürdüğü boya hala tazeliğini koruduğu için bu manadaki her hangi bir yaklaşım anında yaftalanacak ve bir anda ötekileştirilmekle birlikte olmak istemediğim bir cephede karşı saldırılara mukabele etmek mecburiyetinde kalacaktım.

Aslında en büyük korkum o zamanki toz duman içinde duygularıma yenik düşüp menfi bir milliyetçilik atmosferine girmemdi.

Zira bu menfi milliyetçilikte menhus bir lezzet vardır.

Ve o lezzeti yudumlayan bir insanın iflah olması mümkün gözükmemektedir.

Çünkü böylesi bir milliyetçilik, ilayı kelimetullah ve ümmetçilik mefkûresiyle birlikte aynı zemini paylaşamazlar.

Oysaki  ben öylesi duygularla yoğruluyordum.

Yani yaşadığım çevre ve okuduğum kitaplar bana hep ümmetçiliği fısıldıyordu.

Dinimiz bir, kitabımız bir, kıblemiz bir ise sahip olduğumuz kültürel değerlerde çoğunlukla birdi.

“Binaenaleyh Türkiye’de Kürt, Çerkez, Boşnak, Gürcü, Arap, Arnavut, Çeçen asıllı olduğunu söyleyen insanların, ateistleri hesaba katmazsak, kahir ekseriyeti Müslüman’dır. Bunların hepsi aynı Allah’a, aynı peygambere, kitaba, dine (İslam’a) ve onun esaslarına inanırlar, bağlıdırlar. Bunların hepsi de az veya çok, günah korkusuna, sevap duygusuna, ahiret inancına, cennet-cehennem motifine, hesap gününe cezaya, azaba, mükâfata, kul hakkına inanırlar. Hepsi küçüklüğünde Hz. Nuh’un gemisini, Hz. Musa’nın firavunla, Hz. İbrahim’in Nemrut’la mücadelesinin hikâyesini dinleyerek büyümüşlerdir. Hz. Peygamber’in sahabenin hayatından örnek çizgiler, davranışlar dinlemişlerdir. Ayrı dilden, ayrı etnik yapıdan gelen bu insanların bin yıldır inanışlarını, davranışlarını, İslami gelenekler şekillendiriyor. Büyük çoğunluğu bu inanışlarda ortaktır. Mezhepleri farklı olsa da bu böyledir. Diyarbakır’da Hanefilerin ve Şafiilerin cuma namazı kıldığı camiler karşı karşıyadır ama namazdan çıkınca kucaklaşırlar. Alevilerle Sünniler de bayram ve cuma namazlarında aynı durumdadırlar.”

“Dağdaki çobanın, tarladaki çiftçinin, fabrikadaki işçinin, okuldaki öğrencinin dünyaya bakış tarzında ortak noktaları bu müşterek esaslar teşkil eder. Çerkez de, Alevi de, Gürcü de, Türk de Allah’ın adıyla ve Peygamber’in kavliyle kız isterler. Hepsinde sünnet kabul edilir. Hemen hepsinde namaz ve oruç vardır; zekât, sadaka ve fitre verirler. Gücü yeten herkes aynı mekânlarda hacca gider. Fakiri bile gücü yeterse kurban keser. Bayramları birdir. Ezandan zevk alırlar, mevlit okuturlar, Kur’an dinlerler. Şehit olmak isterler, gaziliğin Allah katında yüceliğine inanırlar. Vatanın, bayrağın, sancağın azizliğine bağlanırlar. Allah rızası için hasta ziyaret ederler. Sevabına, açıkta kalana, aç olana, kimsesize, yetime yardım ederler.

Bütün bunca birlikteliğin yanında tabii ki kültürel farklarda olacaktır. Çünkü kültürü insan yapar ve evrenseldir.

Her kavmin kendine has özelliklerini taşır. 

O milletin damgasıdır.

Çok kültürlülük bir sermayedir.

İnsanlık tarihi boyunca, bir imparatorluğun ve bir devletin büyüklüğü bünyesinde barındırdığı milletlerin çokluğuyla orantılıyken, Fransız ihtilalıyla birlikte yeni devlet yapılarında aynı kan, aynı toprak ve aynı kültürü milliyetçilik tutkalıyla birleştiren ulus devlet sistemi doğmuştur.

İşte bu olgu cumhuriyetin kurulmasıyla birlikte ülkemizde de hâkim olmuş, bu doğrultuda kurulan yeni devlet çok kültürlülükten tek kültürlülüğü hedef alarak mekanizmasını kurmuştur.

Ve işte ne olduysa bundan sonra olmuştur.

Tabanda asla bir ayrılık gözükmezken, binyıllar boyunca aynı paylaşımları yaşayan halk devletin üst mekanizmasındaki manipülasyonlar ve travmatik baskılarla yaklaşık yüzyıldır  bir kıyım başlatmıştır.

Aslında şu bir gerçektir ki; bu kadar süredir sistem kendi eliyle bu zorlamaları yaptığı halde topyekûn bir kıyam meydana gelmemişse bu birlikteliğin kökleri çok ama çok derinlerdedir demek ki…

Muhatap kim?

Ülkemiz bugün çok anlamlı ve tarihi bir süreç geçiriyor.

Bu süreci iyi atlamanın yegâne yolu hastalığın teşhis edilmesinden geçer.

Bugün ortada bir kan davası vardır.

Ortada yok edilmek üzere olan kültür ve kültürler vardır.

Bu kanın, bu acının bedelini kim ödeyecek.

Bence bütün mesele burada saklıdır.

Yani muhatap…

Her iki taraf da bu manada birbirlerine muhatap değiller.

Yani her iki taraf diğer tarafa bedel ödeyecek konumda değildir.

Çünkü her ikisinin de canı yanmış.

Birileri bir ateş yakmış ve her iki tarafı içine itmiştir.

O “birileri” ise sistemdir. Ve bu sistemin tarihi süreç içerisinde işlemesidir.

Dolayısıyla bu sistemin tarihinin iyi bilinmesi lazımdır.

Fazla uzağa değil sadece 100 yıl öncesine gitmemiz yeterli olacaktır.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
2 Yorum