Naura Çarklarının Ülkesi Suriye

Naura Çarklarının Ülkesi Suriye

Recep Şükrü Güngör'ün yazısı...

Öncüpınar sınır kapısında pasaportların mühürlenmesini beklerken mescitte yatsıyı kıldık. İranlı Müslümanlar mescitte kafileler halinde dinleniyorlar. Biz, ibadetimizi yaptıktan sonra arabaya geçiyor, koltuklarda dinleniyoruz.

Normal zamanlarda sakin bir kapı olduğu halde tatil dolayısıyla, vizelerin kalkmasının da etkisiyle Suriye’ye talep fazla. İki üç memur yetersiz kalıyor. Saat on ikide girdiğimiz sınırdan şafakla çıkıyoruz.

Saat on yedide buluşma noktasından hareket edeceğiz. E5 karayolunda arabamız olabildiğince hızla ilerliyor. Ama yedi otuz uçağına yetişmemiz çok zor. Saat yedi oldu, hala yoldayız. Hüseyin Bey, havaalanı emniyet amirini aradı, bizi bekletmeden vip girişinden aldılar. Bir telaş girdik ama görevliler, telaşa gerek yok, uçak iki saat gecikmeli kalkacak, dediler. Neden? Avrupa’da patlayan yanardağın küllerinden ötürü gecikmeler sebebiyle havaalanı trafiği çok yoğun. Uçak piste inemiyor.

Uçağımız iki buçuk saat gecikmeli kalktı. Pilot Josef. Adından şüphe duyuyorum. Bir arkadaş, servisi ücretsiz sanıp bir bardak meyve suyuna beş dolar ödeyince içine oturdu. Gaziantep havaalanına indik. Servis hazır. Bir misafirhanede iki saat kadar dinlendik.
Suriye’den otobüs gelecek. Şoför Türkçe bilmiyor. Rehberimiz de Arapça bilmiyor. 

Arap şoförle buluşuncaya kadar bir saat oyalandık. Çoktan Şam’a ulaşmamız lazımdı ama biz hâlâ Suriye sınırındayız.

Suriye gümrüğünde memur çok. Firmanın Suriye sorumlusu geliyor, kısa sürede pasaportları onaylatıyor ve geçiyoruz.

Suriye’ye sabah namazından sonra girebiliyoruz. Kerbela şehitlerini ziyarete giden İranlı kafilelerinin çokluğu dikkatimizi çekiyor.

Kahvaltıyı Hama’da, Osmanlıdan kalma bir sarayda yapıp Cuma namazını Şam’da kılmak üzere topukluyoruz.

Cumayı Muhyiddin İbn-i Arabî camisinde kılıyoruz. Hutbe uzun sürdü. İmam, irticali okudu. Cuma çıkışı şeyhin kabrini ziyaret ettik. Şeyhle ilgili okuduklarım kafamda dönüyor. Bir vaazında, sin şın’a kavuşunca ben anlaşılacağım, diyor. Başka bir konuşmasında ayağımın altındakilere tapıyorsunuz, diyor. Bu sözünden ötürü şeyhi öldürüyorlar ve hakaret olsun diye caminin yakınındaki kuyuya atıyorlar, üstünü de çöple dolduruyorlar. Yavuz Sultan Selim Şam’ı fethettiğinde o koca bilgenin mezarını bulduruyor. Türbesini yaptırıyor. O meşhur sözünü söylediği yeri kazdırıyor. Küplerle altın çıkıyor. Sin’in şın’a kavuşma sözüyle, ayağımın altındakilere tapıyorsunuz, sözü o zaman anlaşılıyor.

Şeyh-i ekberin camisinden ayrılıp Süleymaniye külliyesine yöneliyoruz. Mimar Sinan’ın eserinin kubbeli bölümleri bakıma yeni alınmış. Padişah Vahdettin’in mezarında Fatiha okuyoruz. Hanedan üyelerinin yattığı mezarlık sadece Türk misafirlere açık. Genişçe bir alana yapılmış Süleymaniye külliyesinden, Padişah Vahdettin’in İngilizler’in teklif ettiği maaşı reddettiğini; İtalya’da bakkaldan manava herkese borçlu olarak 1926’da öldüğü için naaşının ortada kaldığını; Türkiye Cumhuriyeti’nin padişahın naaşını kabul etmediğini; devrin Suriye başkanının borçları ödeyerek padişahın cenazesini Şam’a getirttiğini öğrenerek ayrılıyoruz. Yürüyerek Hicaz demiryollarının en önemli istasyonlarından biri olan Şam istasyonuna varıyoruz. Süslü çinilerle yapılmış, camları vitraylı muhteşem bir yapı. İçinde kitap satılıyor. At ahırı yapılmadığına seviniyoruz.

Oradan ayrılıp Hamidiye çarşısına, çarşıyı boydan boya yürüyerek, -cuma resmi tatil, çarşı boş- Emevi camisine varıyoruz. Selahaddin-i Eyyübi’nin türbesinde dua okuyoruz. Hazret-i İsa’nın ineceğinin söylendiği beyaz minare ilgimizi çekiyor.

Felsefe eğitimi almış rehberimiz,  Emeviye camisinin avlusunda bizi bırakıyor. Caminin kocaman bir alanı var ki Mescid-i Nebevi’nin o beyaz mermer alanını hatırlatıyor. Emevi camisinin dışı  ağaç, dağ, ova gibi tabiat unsurları ile süslenmiş. İçi ise sade. Bütün Suriye’de binalar toprak rengine uygun yapılıyor. Renkli bina yapımı yasaklanmış. Yapılsa bile birkaç yılda rüzgârın, tozun, güneşin aşındırmasıyla toprak rengini alıyor. Emevi camisinin iç avlusunda kalın bir sütun üstüne oturtulmuş oda dikkatimizi çekiyor. Devlet hazinesinin bir zamanlar saklandığı yermiş burası. Karşıda bir bölmeye giriş çıkış yoğun. Hazret-i Hüseyin’in mezarı orada. Ben de Kerbela şehidinin mezarına koştum, Fatiha okuyayım, o acıyı ben de yaşayayım diye. Bir kabin dikkatimi çekti. Şiiler, oraya kafalarını sokunca Hazret-i Hüseyin’in sesini duyduklarına inanırlarmış. Kabinin önünde kadınlar tıkış tıkış. Yaklaşamadan uzaklaştım. Namaz yakındı, caminin içine girdim. Minberi buldum hemen. Bediüzzaman burada meşhur Hutbe-i Şamiye adlı hutbesini vermiş. Arapların büyük alimleri o delikanlıyı dinlemeye buraya gelmişler. Minberi tazimle selamladıktan sonra sağdaki Hazret-i Yahya türbesine yürüdüm. Gazali hazretlerinin İhya’sını yazdığı odaları aranıyorum. Caminin dışında bir odanın önüne getiriyor müezzin efendi. Kapıda kocaman levha. Arabî dilde açıklaması var. Emevi camisi dört fil ayağı üzerine oturtulmuş. Tavanı Arap mimarisine uygun, düz. Caminin zemini ve duvarları boydan boya mermer. İkindiyi burada eda ediyoruz. Araplar, Kürtler, Türkler, Kıptiler, Hindîler… Aynı kıbleye omuz veriyoruz.

Emevi camisinin arka taraflarında bulunan sahabe mezarlığına yöneliyoruz. Bilal Habeşi’nin mezarının önünde arkadaşların hıçkırıkları yükseliyor. Efendimiz’in vefatından sonra okuduğu ezanı hatırladık da gözyaşlarımızı tutamadık. Hz. Ömer’in kızı Hafsa, Efendimiz’in hanımlarından Ümmü Seleme… Mezarlık boydan boya sahabe… On altı Kerbela şehidi de orada. Şehitlerin yıkandığı taş, defnedildiği yer… İranlılar ağıt yakıyor. Ellerini sol göğüslerine vurarak ilahi mi desem, ağıt mı desem, destan mı desem… her ne desem işte, söylüyorlardı/okuyorlardı. Kadınlar hıçkıra hıçkıra... Erkekler metanetli ama gözlerinden damlalar süzüle süzüle… bazıları bayılırcasına…

Şam’ın rengi toprak.

Şam’da iki mekandan çok etkilendim: Muhyiddin-i Arabi’nin türbesinin bulunduğu cami ve

Emevî camisi.

Kasyon dağına gidiyoruz akşamüzeri. Dağdan bütün Şam görünüyor. Efendimiz’in yirmi beş yaşında ticaret maksadıyla gelince konakladığı bölgeyi parmak ucuyla işaretliyor rehberimiz. İkinci Abdülhamit’in Yahudilere karşı tedbir maksadıyla Golan tepelerine yerleştirdiği ama tepeler işgal edilince Şam’a hicret eden Aydınlı Türklerin mahallesini de uzaktan bir sevgiliyi görmüş gibi izliyoruz. Neon ışıklar İstanbul’u süslediği gibi Şam’ı da cilve cilve gösteriyor. Kasyon dağının etrafına bir hilal gibi yayılmış Şam. Dağda bir rüzgâr var ki, Maraş’ın deli poyrazı sanırsınız.

Suriye’nin İsrail dışında bir ülkeyle savaşı yok. Suriye’ye ait olan Golan Tepeleri hâlâ İsrail işgali altında.

Kendimizi yabancı bir devlette hissetmiyoruz. Her köşede ecdat yadigârı. Külliyeler, camiler, türbeler… Sahabe kabirlerine saygı son derece memnuniyet verici.

Malula köyündeyiz. Hazret-i İsa, Yahudilerin zulmünden kaçıp on altı yıl kalmış bu dağda.
Azize Takila Hazret-i İsa’nın dinine inanınca babası ona kızmış. Vazgeçmesini istemiş. Azize Takila, babasından kaçıp bu mağaraya sığınmış. Babasının askerleri bulmuş kızı ve katletmişler.

Onun hatırına o mağara rahibe okulu haline getirilmiş.  Malula mağarasına tepeye kurulan otelden kayaçların arasında su aşındırmasıyla oluşan kalyondan indik. Kayalık bir köy burası. Sadece dini amaçlı yerleşim bölgesi. Malula bölgesini Şam yönetimi milli park ilan etmiş. Kayalığın önünde sulak bir ova… Meyve sebze yetiştirmeye elverişli arazi…
Malula’dan Humus’a gidiyoruz. Halid B. Velid’i ziyaret edeceğiz. Humus’un peyniri meşhur. Peynir almak için fabrika bakındık yol boyu. Bulduk ama Türk parasını almadıkları için biz de peynirlerini almadık.

Mikrofona Hüseyin Bozkurt geçti. Arapça-Türkçe nağmeler kafileye güzel bir musiki ziyafeti yaşatıyor.

Humus yolunda, uçsuz çöllerde kır çiçekleriyle gelincikler göz kırpıyor. Yol boyu zeytin ağacı ve servi dikilmiş. Servilerin, zeytinlerin yanı başında dağ laleleri zikre durmuş.
Ömer Şener aldı mikrofonu. Yanık sesiyle Arabi-Türkî nağmeler söyledi. Sonra beraber söyledik. Ömer Bey söyledikçe kafile alkışı patlattı. Suzan Suzi türküsü çok acıklıydı.
Köprü altı kara
Ana sen beni ara
Saçlarıma kumlar doldu
Tarak getir saçlarımı tara

Türkülerden sonra kafile başkanımızın isteği üzerine mikrofona geçtim. Kayıp Ruhlar Kıraathanesi’nden Serdivan adlı hikâyeyi okudum. İç yolculuklardan oluşan bir hikâye olduğu için orada okunmasını uygun gördüm.

Humus’a yaklaştıkça serviler sıklaştı. Uzun, canlı servi ağaçları şehre gelenlere hoşamedi ediyordu.

22 Nisan akşamı çıkmıştık Sakarya’dan. 23 Nisan sabahı girebilmiştik Suriye’ye. 24 Nisan’da Malula ve Humus’u geziyoruz.

Humus, Hazret-i Ömer zamanında Halid Bin Velid tarafından fethedilmiş.

Halid Bin Velid’in camisi mütevazı. Kubbedeki vitraylı camları saymazsak süs yok. Türbe caminin sağında. Türbenin kapısı abanozdan işlenmiş. Hazret-i Halit’in mezarının üstünde kılıcı var. Yanında da oğlu Celil yatıyor. Caminin solunda da Hazret-i Ömer’in oğlu Abdullah. Abdullah’ın türbesi yok. Mezar, süslü demirle çevrelenmiş, bir de lahit yapılmış, öyle bırakılmış.

Naura çarklarının serinleten gölgesinde rehberimiz, halavetül cibn yani peynir tatlısı ikram etti.

Naura çarkları, Yunus’a dertli dolap şiirini yazdıran çarklar. Roma döneminde yapılmış su değirmenleri. Asi asi akan suyun hızına göre dönüyor. Bir ordunun kağnılarından çıkan sese benzer o büyük, o ürkünç gıcırtıları çıkarıyor. O büyüklük içinde hazin bir iniltiyi duyuyoruz sanki. Dertli dertli dönen dünyanın küçülmüş hali.

Asi’nin geçtiği her yere Naura çarkı kurulmuş. Şimdi değirmen özelliği yok, sadece maziye meraklı yolcularına Yunus’tan, Edonis’ten, Ramazan El-Buti’den metinler okur gibi sesler çıkarıyor.

Humus’tan Halep’e gidiyoruz. İki şehrin arasında bir tepecikte medfun Ömer bin Abdülaziz’in mezarını ziyaret ediyoruz. Lahit yapılmamış. Düz mezar. Toprak zemin taşlarla çevrelenmiş, herhangi bir Müslüman mezarı neyse o da öyle. Koca sultan, yaşadığı gibi mütevazı yatıyor. Ayakucunda eşi, yanında ise hizmetçisi Yahya Mağribi yatıyor. Bütün varlığını dağıtmış. Eşi de zengin. Ziynetlerinle yaşamayı sürdüreceksen babanın evine git, diyor. Eşi de ziynetlerini dağıtıp Ömer bin Abdülaziz’in yanında kalmayı tercih ediyor.

Halep’teyiz. Şehir meydanına iner inmez Halep kalesi karşılıyor bizi. Romalılardan kalma. Moğollar bir bölümünü yıkmışlar. Etrafı su kanalı. Muhasaralarda düşmanın kaleyi alabilmesi için suyu geçmesi gerek. Suyu geçmeye çalışanları kaleden atılan ateş topları yakıyor. Kale böyle korunuyor. Bir Emevi camisi de burada var. Caminin içinde Yahya peygamberin babası Zekeriya a.s. medfun. Minber abanozdan işlenmiş. Caminin içi sade mermer. Süs yok. Birkaç levha dışında hat da yok.

Halep çarşısındayız. On kilometre alana kurulu. Kapalı çarşı. Bizim Beyazıt’taki Kapalı Çarşı’ya çok benziyor. Türk lirası geçiyor demişti rehberimiz. Ama üç arkadaş Türk lirasının geçtiği bir dükkan bulamadık. Çarşı Halep kalesinin eteklerine kurulmuş. Çarşının sokakları da bizim Mısır Çarşısı’nı andırıyor. Daracık daracık sokaklar.

Suriye, bir İslam ülkesi. Yönetim şekli cumhuriyet. Rehberimiz, göz doktoru Beşşar Esat’ın özgürlükleri oldukça genişlettiğini; Esat’ın başkanlığa sürpriz bir şekilde geldiğini; devleti yönetmesi için yetiştirilen kardeşinin bir kazada ölmesi üzerine,  Hafız Esat’ın varisi hesapta yokken küçük oğlu Beşşar Esat’ın olduğunu anlatıyor. Daha önceleri her adım başı Hafız Esat posteri bulunuyormuş. Şimdi ise bazı önemli yerlerde Beşşar Esat’ın posterleri bulunuyor.

Suriye’nin şehirlerinde yeşil minareler ülkenin rengini belli ediyor. Her köşeden İslam sedası yükseliyor. Dünyaca tanınmış Ramazan El Buti buranın en itibarlı ilim adamı. Meşhur yönetmen Akkad da buralı. Şair Adonis de Suriyeli.

Meşhur Halep tatlısından evlere birer ikişer paket aldık. Otobüse doluştuk. Rehberimizle vedalaştık ama otobüs hareket etmiyor. Üç yüz dolar daha istiyormuş şoförümüz. Önceden anlaşılmış, fiyat belirlenmiş ama şoför üç yüz dolar diyor. Rehberi arıyoruz, geliyor. Aşağı ha, yukarı ha derken yüz elli dolar daha vermeyi kabul edince hareket ediyoruz. Gümrükte işlemler kısa sürüyor. Türk sınırında son işlemler yapılıyor, şoför, gişenin önünde bekliyor, bizim görevlinin dediğinden bir kelime bile anlamıyor. Koşuyorum, nedir mesele diyorum. İçerden bir ses, nereye gidiyor bu kafile, diyor. Öğretmen grubu diyorum, Suriye’yi gezdik ülkemize dönüyoruz diyorum. Buyurun, geçin kardeşim, diyor görevli, pasaportları uzatıyor. Türkiye’ye kafile getirip götüren bir adamın bir kelime Türkçe öğrenmemesi çok garip değil mi?

Antep’teyiz. Cumartesi gecesi. Birkaç saat dinleniyor, uçağa geçiyoruz. Günün ilk ışıklarıyla Sabiha Gökçen Havaalanı’ndayız. Oradan da servisimizle Sakarya’ya dönüyoruz.

Yorgun argın, çantamda bengi taşlarıyla, bir paket Halep tatlısıyla ve bir adet Humus çakmağıyla evdeyim.

Komşumuzla, yıllarca düşman edildiğimiz komşumuzla ne çok ortak yanımız varmış. Ne çok bağla bağlıyız birbirimize. Hasılı Suriye’yi severek döndük.