Mustafa Kılıç Hocam, hüzün ve melankoli (2)

O zamanlar bir adetim vardı. Bazı zamanlar ikindiden sonra Bediüzzaman mezarlığına gider, içinde yalnız gezer, ölülerle bir diyalog kurma yolu arardım. Herhangi bir mezarın başına gelişigüzel oturur, mezartaşlarına kazılı hüzünlü yazıları okur, gözyaşı dökerdim. Beni onlara doğru çeken garip tarifsiz bir his vardı. İnsanlar genellikle hep çarşı-pazar gibi kalabalık yerlerde dolaşmayı tercih eder, ben ise tam aksine ıssız, metruk ve ürkütücü olan  mezarlıklarda avarece dolaşmayı tercih ederdim. Bazen rabıta-i mevt (ölümü hatırlamak) için bazen aşk acısını dindirmek için, bazen de nedensiz dolaşırdım. Baliciler, sarhoşlar, mezarlık görevlisi tanıyordu beni. Bediüzzaman-ı Hemedani’yi  ziyaret eder, bir fatiha okur, oranın ama türbedarı ile birkaç hasbihalden sonra caminin arkasındaki bir mezarlıktan farkı olmayan odama geri dönerdim. O mezarlıktaki ölüme benzeyen acayip ve tanımsız duygular burada da devam ederdi.

Mezarlıklarda ne arıyordum, bu caminin arkasındaki köhne odada ne işim vardı? Bilmiyorum. Şairin dediği gibi: düşmüştüm bir reh-i sevdaya cunud idim (deli) bana yer-yurt lazım değildi. Bazen Bediüzzaman’ın hayatıyla kendi hayatım arasında şaşırtıcı benzerlikler kurardım: Antisosyal olma, merdümgirizlik, (insanlardan kaçma) yalnızlıktan hoşlanma, kitap okuma, tek başına kabristanda dolaşma, mistik yaşamdan hoşlanma… Ama bunları ihvanlara açmaya çekinirdim. Kibirlilikle, gururla, haddini bilmezlikle suçlanmaktan korkardım. Ben kim, Bediüzzaman’a benzemek kim!

Ben bende değildim, ben de benden hariç başka bir ben hüküm sürüyordu. Kararları o veriyordu, tercihleri o yapıyordu. O ikinci benin istekleri ile birinci benin istekleri uyuşmuyordu, birbiriyle çakışıyordu. Ve ben bütün hüviyetimle o ikinci benin peşine takılmıştım. Nereye sürüklerse oraya gidiyordum.

İnancın ve teslimiyetin huzurundan aklın ve sorgulamanın huzursuzluğuna geçmeye korkuyordum. Bütün kayıtlardan azade, serbest, serazat ve sıyrılmış bir akıl ile düşünmeye yanaşamıyordum. İnançlarımı ve bu yaşam tarzımı, düşünce süzgecinden geçirmek, akıl, sağduyu ve muhakeme terazisine vurmak, onların üstündeki peçeyi sıyırmak ve çoğu zaman safların, yoksulların ve ezilmişlerin gözyaşı ile beslenen yalancı bir mutluluğa benzeyen bu yaşantılarımıza lanet olsun demek ve bu ölçüye uymayan bütün yönlerini hiç düşünmeden atmak… Olması gereken buydu, şeytanın bir desisesiydi belki de.

Ama olmuyordu işte, leziz olan bir mazi vardı, yaşantılar vardı, yaşanmışlıklar vardı, hatıralar vardı, o hatıraların kutsi tadı vardı, güzelim Urfa vardı, camileri, arasokakları, mezarlıkları, cumbalı evleri, ramazanları, teravihleri vardı… Her an helak olabileceğim ihtimali veya vehmi korkutuyordu yüreğimi, başkaldırmanın o dayanılmaz cazibesine kapılmamak, kapılarımı ardına kadar ölümcül bir ‘melal’e, bir melenkoli’ye açmamak için kendimi zor tutuyor, bütün önyargılarımı imdada çağırıyordum. İçimde dinmeyen bir susuzluk, bir arayış, bir tatminsizlik, bir açlık vardı, ateşten sözlerim vardı söylesem yanardım, kaldığım odanın penceresinin kırık ve buğulu camlarına saklı nice söz, inilti, şikayet ve serzeniş. 

Bazen yalnızca beklemek, olduğum yeri korumakla yetinmek, belki bazen geri adım atmayı denemek gerekiyor diyordum. Çoğu zaman da bir delilik yapayım diyordum ama yine olmuyordu çünkü teravih namazları vardı, sahur yemeklerinin esrarengiz tadı vardı, şahane görünümlü kallavi iftar sofraları vardı, tüketen sohbet meclisleri vardı, leziz ve bir o kadar nefis mukabeleler vardı, aziz üstadımız vardı, bir davamız vardı, kutsallarımız vardı,  kırmızı kaplı risalelerimiz vardı, kırmızı renkli çayımız vardı, sevgili Mustafa Hocamız vardı… Bunlardan ayrılmak kolay değildi.

Şairin yolunu aynalar kesmişti, izin vermemişti yürüyüşüne. Benimse yolumu: canım Urfa’nın şirin camileri, arkasokakları, kapalı çarşıları, kapalı sonbahar havaları, tenha ve sessiz mezarlıkları ve bu mezarlıklarda küçük gösterişsiz kabirlerinde uyuyan ölüleri, özellikle yaz aylarında bir senfoniden ziyade bir kakafoniyi andıran sıra gecelerindeki muhteşem musiki fasılları, minarelerden yükselen, sisleri perde perde yırtan ve sonsuzlukta Allaha uzanan sala sesleri, hüzün yüklü bulutları, ağaçlardan yere düşen sarımsı güz yaprakları, çoğu yıkık ve bakıma muhtaç eski cumbalı evleri, akşam yürüyüşlerinde o cumbalı evlerin kafesli pencereleri arkasında yanan sönük lambaları, o sönük lambaların loş ışığı altında sessizce ve usulca soyunan bazı karaltıları, içerde bir sırrı sürükler gibi tıpış tıpış sürünen terlikleri, karşı cinsin peçe altındaki o şuh ve fettan bakışları, hüzünlü akşamlar da eski bir kilisenin önünden geçerken direkten yansıyan ölgün ışığın hüzmeleri içinde beliren rahip ve keşiş silüetleri, insanın içine, zamanla ruhunun dehlizlerine gömdüğü en gizli mahremini bile ifşa etme cesareti veren hatta bunu haykırmasını telkin eden, şehrin melenkoli kokan havaları, kışın erken gelen akşamüstleri, rüzgarda titreyen yapraksız ağaçları, yarı karanlık sokaklardan ellerinde siyah poşet hızla evlerine dönen insanları, sisli, dumanlı sabahları, evlerden sokaklara top namlusu gibi uzanıp kirli bir dumanı üfleyen soba boruları, artık kendiliğinden yıkılan derme çatma dükkanları, kederli işsizlerle dolu küçük mahalle kahveleri, sokak aralarında korkunç naralar savuran sarhoşları, berduşları, insanın içinde kaçma isteği ve suçluluk duyguları uyandıran karanlık izbe köşeleri, ara mahalledeki titrek bir lambanın havaya bıraktığı bulanık izler, gölgeler, kavisler… Bunlardı yolumu kesen, bana izin vermeyen.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
6 Yorum