Metin KARABAŞOĞLU

Metin KARABAŞOĞLU

‘Müsbet Hareket’ nedir, ne değildir? (2)

—Karşılaştırmalı bir analiz

Bu girizgâhtan sonra, ‘müsbet hareket’in ne olduğuna gelirsek:

1. Müsbet hareketin birinci esası, ‘müsbet ihtilaf’tır:

Uhuvvet Risalesi: “Hadîsteki ihtilâf ise, müsbet ihtilâftır. Yani, her biri ken­di mesleğinin tamir ve revâcına sa’y eder. Başkasının tahrip ve iptaline değil, belki tekmil ve ıslahına çalışır. Amma menfi ihtilâf ise—ki garazkârâne, adâvet­kârâne birbirinin tahribine çalışmaktır—hadîsin nazarında merduttur. Çünkü bir­biriyle boğuşanlar müsbet hareket edemezler.”

Birinci İhlas Risalesi: “Müsbet hareket etmektir ki, yani, kendi mesleğinin muhabbetiyle hareket etmek. Başka mesleklerin adâveti ve başkalarının tenkîsi, onun fikrine ve ilmine müdahale etmesin, onlarla meşgul olmasın.”

Kastamonu Lâhikası, 156. Mektup: "Mesleğimiz, müsbet hareket etmektir. Değil mübareze, belki başkaları düşünmeye de mesleğimiz müsaade etmiyor.”

2. Müsbet hareketin ikinci esası, siyasetten istiaze ve içtinabdır. Bu esas, bugünkü iman hizmetini yarına ait bir siyasî hedefe basamak görmemeyi, tasarlamamayı ve yapmamayı gerektirir.

Çünkü bu;
- “Amelinizde rıza-yı ilâhî olmalı” ihlas düsturunu zedeler.

- Yapılan dinî hizmetin bir siyasî eğilime eklemlenmesi ve onun elinde araçsallaşması sonucunu üretir; dahası dini siyasete âlet etme riskini getirir.

- Siyaset adına adalet-i mahzâ ilkesinden taviz vermeye ve siyaset adına zulmü işlemeye veya savunmaya sevkeder.

- Yapılan hizmetin safiyetini bozar, inandırıcılığını zedeler, etkisini kırar.

- Siyaset tarafgirliği içinde, muhalif siyasî görüşe dinin tebliği imkânını zedeler; oysa iman hizmetinin kapsama alanı bütün insanlardır; toplumun yüzde yüzüdür.

Ondördüncü Şua:

“Risale-i Nur şakirtlerinin, mümkün olduğu kadar siyasete ve ida­re işine ve hükümetin icraatına karışmamak bir düstur-u esasîleridir. Çünkü

(i) hâ­li­sâne hizmet-i Kur’âniye, onlara herşeye bedel, kâfi geliyor.

(ii) Hem şimdi hükmeden öyle kuvvetli cereyanlar içinde siyasete girenlerden hiçbir kimse, istiklâliyetini ve ihlâsını muhafaza edemez. Herhalde bir cereyan onun hareketini kendi hesabına alacak, dünyevî maksadına âlet edecek, o hiz­metin kudsiyetini bozacak.

(iii) Hem maddî mübarezede şu asrın bir düsturu olan eşedd-i zulüm ve eşedd-i istibdat ile, birinin hatâsıyla onun mâsum çok taraftarlarını ezmek lâzım gelecek. Yoksa, mağlûp düşecek.

(iv) Hem dünya için dinini bırakan veya âlet edenlerin nazarlarında Kur’ân’ın hiçbir şeye âlet olmayan kud­sî hakikatleri, bir propaganda-i siyasette âlet olmuş tevehhüm edilecek.

(v) Hem mil­le­­tin her tabakası, muvafıkı ve muhalifi, memuru ve âmisinin o hakikatler­de his­se­­leri var ve onlara muhtaçtırlar. Risale-i Nur şakirtleri, tam bîtarafane kal­mak için siyaseti ve maddî mübarezeyi tam bırakmak ve hiç karışmamak lâ­zım gel­miş.”

Onüçüncü Mektup:

Hayat-ı beşeriye bir yolculuktur. Şu zamanda, Kur’ân’ın nuruyla gördüm ki, o yol bir bataklığa girdi. Mülevves ve ufûnetli bir çamur içinde, kàfile-i beşer dü­şe kalka gidiyor. Bir kısmı selâmetli bir yolda gider. Bir kısmı mümkün olduğu ka­dar çamurdan, bataklıktan kurtulmak için bazı vasıtaları bulmuş. Bir kısm-ı ek­se­ri, o ufûnetli, pis, çamurlu bataklık içinde, karanlıkta gidiyor. Yüzde yirmi­si, sar­hoşluk sebebiyle, o pis çamuru misk ü amber zannederek yüzüne gözüne bu­laştırıyor; düşerek, kalkarak gider, tâ boğulur. Yüzde sekseni ise, bataklığı anlar, ufûnetli, pis olduğunu hisseder; fakat mütehayyirdirler, selâmetli yolu gö­remiyorlar. İşte bunlara karşı iki çare var:

Birisi, topuzla o sarhoş yirmisini ayıltmaktır.

İkincisi, bir nur göstermekle mütehayyirlere selâmet yolunu irâe etmektir.

Ben bakıyorum ki, yirmiye karşı seksen adam, elinde topuz tutuyor. Halbuki, o biçare ve mütehayyir olan seksene karşı hakkıyla nur gösterilmiyor. Gösteril­se de, bir elinde hem sopa, hem nur olduğu için, emniyetsiz oluyor. Mütehayyir adam, “Acaba nurla beni celb edip topuzla dövmek mi istiyor?” diye telâş eder. Hem de bazan arızalarla topuz kırıldığı vakit, nur dahi uçar veya söner. 

İşte, o bataklık ise, gafletkârâne ve dalâlet-pîşe olan sefîhâne hayat-ı içtimai­ye-i beşeriyedir. O sarhoşlar, dalâletle telezzüz eden mütemerridlerdir. O müte­hayyir olanlar, dalâletten nefret edenlerdir, fakat çıkamıyorlar; kurtulmak isti­yorlar, yol bulamıyorlar, mütehayyir insanlardır. O topuzlar ise siyaset cereyan­larıdır. O nurlar ise hakaik-i Kur’âniyedir. Nura karşı kavga edilmez, ona karşı adâvet edilmez. Sırf şeytan-ı racîmden başka ondan nefret eden olmaz.

İşte, ben de, nur-u Kur’ân’ı elde tutmak için,اَعُوذُ بِاللّٰهِ مِنَ الشَّيْطَانِ وَالسِّيَاسَةِ [1] de­yip, siyaset topuzunu atarak, iki elimle nura sarıldım. Gördüm ki, siyaset ce­re­yanlarında, hem muvafıkta, hem muhalif­te o nurların âşıkları var. Bütün siya­set cereyanlarının ve tarafgirliklerin çok fevkinde ve onların garazkâ­râne telâk­ki­yatlarından müberrâ ve sâfi olan bir ma­kamda verilen ders-i Kur’ân ve göste­ri­len envâr-ı Kur’âniyeden hiçbir taraf ve hiçbir kısım çekinmemek ve ittiham et­­memek gerektir—meğer dinsizliği ve zındı­kayı siyaset zannedip ona ta­rafgir­lik eden insan suretinde şeytanlar ola veya be­şer kıyafetinde hayvanlar ola!

Elhamdülillâh, siyasetten tecerrüd sebebiyle, Kur’ân’ın elmas gibi hakikatle­ri­ni propaganda-i siyaset ittihamı altında cam parçalarının kıymetine indirme­dim. Belki, gittikçe o elmaslar kıymetlerini her taifenin nazarında parlak bir tarz­da zi­ya­deleştiriyor.”

Rüyada Bir Hitabe:

“…umumun mâl-ı mukaddesi olan dini, inhisar zihniyetiyle kendi meslektaşlarına daha ziyade has göstermekle, ka­vî bir ekseriyette dine aleyhdarlık meyli uyandırmakla nazardan düşürmek ise, muharriki tarafgirliktir.”

Onikinci Şua:
“Bu defaki küçük müdafaatımda demiştim:

“Risale-i Nur’daki şefkat, vicdan hakikat, hak, bizi siyasetten men etmiş. Çün­kü mâ­sumlar belâya düşerler; onlara zulmetmiş oluruz.” Bazı zâtlar bunun iza­hını is­tediler. Ben de dedim:

Şimdiki fırtınalı asırda gaddar medeniyetten neş’et eden hodgâmlık ve asabi­yet-i unsuriye ve umumî harpten gelen istibdadat-ı askeriye ve dalâletten çıkan merhametsizlik cihetinde öyle bir eşedd-i zulüm ve eşedd-i istibdadat meydan almış ki, ehl-i hak, hakkını kuvvet-i maddiye ile müdafaa etse, ya eşedd-i zu­lüm ile, tarafgirlik bahanesiyle çok bîçareleri yakacak; o hâlette o da azlem ola­cak ve mağlûp kalacak. Çünkü, mezkûr hissiyatla hareket ve taarruz eden in­sanlar, bir iki adamın hatasıyla yirmi otuz adamı, âdi bahanelerle vurur, peri­şan eder. Eğer ehl-i hak, hak ve adalet yolunda yalnız vuranı vursa, otuz za­yi­a­ta mukàbil yalnız biri kazanır, mağlûp vaziyetinde kalır. Eğer mukabele-i bilmi­sil kaide-i zâlimânesiyle, o ehl-i hak dahi bir ikinin hatasıyla yirmi otuz biçare­le­ri ezseler, o vakit, hak namına dehşetli bir haksızlık ederler.

İşte, Kur’ân’ın emriyle, gayet şiddetle ve nefretle siyasetten ve idareye karış­maktan kaçındığımızın hakikî hikmeti ve sebebi budur. Yoksa bizde öyle bir hak kuvveti var ki, hakkımızı tam ve mükemmel müdafaa edebilirdik.

Hem madem herşey geçici ve fânidir ve ölüm ölmüyor ve kabir kapısı kapan­mıyor. Ve zahmet ise rahmete kalb oluyor. Elbette biz sabır ve şükürle tevekkül edip sükût ederiz. Zarar ile, icbar ile sükûtumuzu bozdurmak ise, insafa, adale­te, gayret-i vataniyeye ve hamiyet-i milliyeye bütün bütün zıttır, muhaliftir.

Hülâsa-i kelâm: Ehl-i hükûmetin ve ehl-i siyasetin ve ehl-i idarenin ve inziba­tın ve adliye ve zabıtanın bizimle uğraşacak hiçbir işleri yoktur. Olsa olsa, dün­yada hiçbir hükûmetin müdafaa edemediği ve aklı başında hiçbir insanın hoş­lanmadığı küfr-ü mutlak ve dehşetli bir tâun-u beşerî ve maddiyunluktan gelen zındıkanın taassubuyla, bir kısım gizli zındıklar şeytanetiyle bazı resmî memur­ları aldatarak evhamlandırıp, aleyhimize sevk etmek var. Biz de deriz:

Değil böyle bir kaç vehhamı, belki dünyayı aleyhimize sevk etseler, Kur’ân’ın kuvvetiyle, Allah’ın inâyetiyle kaçmayız. O irtidatkâr küfr-ü mutlaka ve o zındı­kaya teslim-i silâh etmeyiz!”

3. Müsbet hareketin üçüncü esası, ‘manevî cihad’dır; şiddet kullanımının ve devrimci-ihtilâlci tutumların reddidir.

Onbirinci Şua:

“… o tarihte, dini, dünyadan tefrik ile dinde ikraha ve icbara ve müca­hede-i diniyeye ve din için silâhla cihada muarız olan hürriyet-i vicdan, hükü­metlerde bir kanun-u esasî, bir düstur-u siyasî oluyor ve hükümet, lâik cum­hu­ri­­yete dö­ner. Fakat ona mukàbil mânevî bir cihad-ı dinî, iman-ı tahkikî kılıcıyla ola­cak. Çünkü, dindeki rüşd-ü irşad ve hak ve hakikati gözlere gösterecek dere­ce­de kuv­vetli burhanları izhar edip tebyin ve tebeyyün eden bir nur Kur’ân’dan çı­­ka­cak diye haber verip bir lem’a-i i’caz gösterir.

Hem, tâ [2] خَالِدُونَ kelimesine kadar, Risale-i Nur’daki bütün muvazenelerin aslı, menbaı olarak aynen o muvazeneler gibi mükerreren nur ve zulümat ve iman ve karanlıkları karşılaştırmasıyla gizli bir emaredir ki, o tarihte bulunan ci­had-ı mânevî mübarezesinde büyük bir kahraman “Nur” namında Risale-i Nur’­dur ki, dinde bulunan yüzer tılsımları keşfeden onun mânevî elmas kılıcı, maddî kılıçlara ihtiyaç bırakmıyor.

Evet, hadsiz şükürler olsun ki, yirmi senedir Risale-i Nur bu ihbar-ı gaybı ve lem’a-ı i’câzı bilfiil göstermiştir. Ve bu sırr-ı azîm içindir ki, Risale-i Nur şa­kirtleri dünya siyasetine ve cereyanlarına ve maddî mücadelelerine karışmıyor­lar ve ehemmiyet vermiyorlar ve tenezzül etmiyorlar.”

Onaltıncı Lem’a:

“Bu iki ay zarfında heyecanlı bir vaziyet-i siyasiye karşısında bana, hem alâka­dar olduğum çok kardeşlerime kavî bir ihtimalle ferec verecek bir teşebbüs et­mek lâzımken, o vaziyete hiç ehemmiyet vermeyerek, bilâkis, beni tazyik eden ehl-i dünyanın lehinde olarak bir fikirde bulundum. Bazı zatlar hayret içinde hayrette kaldılar. Dediler ki: “Sana işkence eden bu mübtedi’ ve kısmen müna­fık baştaki insanların takip ettikleri siyaseti nasıl görüyorsun ki ilişmiyorsun?” Verdiğim cevabın muhtasarı şudur ki:

Bu zamanda ehl-i İslâmın en mühim tehlikesi, fen ve felsefeden gelen bir da­lâ­letle kalblerin bozulması ve imanın zedelenmesidir. Bunun çare-i yegânesi nur­dur, nur göstermektir ki, kalbler ıslah olsun, imanlar kurtulsun. Eğer siyaset to­puzuyla hareket edilse, galebe çalınsa, o kâfirler münafık derecesine iner. Mü­­nafık, kâfirden daha fenadır. Demek, topuz böyle bir zamanda kalbi ıslah et­mez. O vakit küfür kalbe girer, saklanır, nifaka inkılâp eder. Hem nur, hem to­puz-iki­sini, bu zamanda benim gibi bir âciz yapamaz. Onun için, bütün kuv­ve­tim­le nu­ra sarılmaya mecbur olduğumdan, siyaset topuzu ne şekilde olursa ol­sun bak­mamak lâzım geliyor.

Amma maddî cihadın muktezası ise, o vazife şimdilik bizde değildir. Evet, eh­li­ne göre kâfirin veya mürtedin tecavüzatına sed çekmek için topuz lâzımdır. Fa­kat iki elimiz var. Eğer yüz elimiz de olsa, ancak nura kâfi gelir. Topuzu tuta­cak elimiz yok.”

[1] Şeytanın ve siyasetin şerrinden Allah’a sığınırım.

[2] “Ebediyen kalıcıdırlar.” Bakara Sûresi, 2:257.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
1 Yorum