Muhakemat için

Yüzyıl önce, İslam’ın doğru anlaşılması için yazılan bu metodoloji kitabı, 20. asrın bin bir helaket ve felaketi yüzünden tesirini icra edemediği gibi; kendisini basanlar hatta tercüme edenler tarafından bile tam anlaşılamadığı anlaşılıyor.

Daha önce bu değerli usul kitabının ana mesajının anlaşılması için ona genel bir çerçeve çizdim. Numune olarak da yedi kaideyi bugünün üslubu ile anlattım. Kitabın içerdiği 300 küsur kaideden seçerek…

Bu 300 küsur kaidenin tamamının ortak hedefi, din ile bilimin çatıştığını zanneden dindar çevreler ile dinden bî-haber çevrelere cevap oluşturmaktır. Seçtiğim yedi kuralın da ortak noktası bu idi. Ve o yedi kuralın birincisi, Akıl ile nakil çelişirse akıl esas alınır. Nakil tevil edilir. Fakat o akıl, akıl olsa gerek, kaidesi idi.

İşte bu yazı bazılarını endişelendirdi. Din elden gidiyor, diye karşı söylemler geliştirdiler. Tıpkı yüz yıl önce fen bilimleri toplumda yayılınca bazılarının din elden gidiyor, zannetmeleri gibi...

Akıl ile nakil çelişirse akıl esas alınır. Nakil tevil edilir. Fakat o akıl, akıl olsa gerek, kaidesinin anlaşılması için 4-5 noktaya değineceğim. Sonra Muhakemat’ın biraz daha fazla anlaşılması için yine 4-5 kuralını uygulamalı olarak yazacağım. İşte:

1) Muhakemat’ın Arapçaya tercümesi Arabî olarak en güzel bir üslup ile yazılmıştır. Fakat Muhakemat’ın Türkçesinin anlaşılmadan çevrildiği kanaatindeyim. Çünkü birçok yanlış noktayı tespit ettim. İnşaallah müsait bir zamanda bunların tashih listesini çıkaracağım. Fakat şimdilik şu üç misal ile yetinelim:

Birinci Nokta: Nur-u nazar (düşünce ışığı) ile ilel-i müterettibe-i mütesilsilenin (zincirleme ve birbirini netice veren sebeplerin) meyanında (arasında) olan terettübü (etkileşimi) keşf ederek umum kemalat-ı insaniyenin (insanlık dünyasındaki bütün gelişmelerin) tohumu hükmünde olan; mürekkebatı (birleşik ve komplike şeyleri) besaite (sade ve basit durumlara) tahlil (çözümleme) ve irca etmek (bir daha onları birleşik hale getirmek) ile hasıl olan kabiliyet-i ilim… (öğrenme yeteneği…)”[1]

İnsanı hayvandan ayıran üç temel özelliğin birincisini anlatan bu önemli parça, Arapçaya şöyle çevrilmiş:

Birinci Nokta: İnsanın eşyadaki sıralamayı idrak ve keşfetmesidir. O sıralama ki hilkatteki zincirleme ve birbirini doğuran sebeplerden kaynaklanıyor. Ve bir de insanın ilmi ve terkibi yeteneği ve bilgisidir ki; insanlığın kemalatının tohumlarının mürekkebatını (birleşiklerini) basit şeylere tahlil etmesinden ve onları aslına irca etmekten hâsıl oluyor.”[2]

Burada çok önemli bir noktaya dikkat etmek gerekir: Üstadın ifadesinde anlatılan hakikat, insanın bütün kemalatının tohumları, insanın tahlil ve terkip yapabilmesidir. Bu tahlil ve terkip becerisi, insanın bütün gelişmelerinin ilk tohumları olmasıdır. Arapça tercümesinde ise, insanın kemalatının (gelişmelerinin) tohumları, birleşik şeylerden ibaret olarak anlatılmıştır. Bu durumda anlatılmak istenen hakikat kaybolduğu gibi; mürekkebatın insanın kemalatının tohumları olması da havada ve anlamsız kalır.

Halbuki bu önemli nokta, kitabın yüz yıl önce kaleme alınan Arapça orijinalinde şöyle ifade edilmiştir:

“İnsan üç şey ile hayvaniyetten çıkıp terakki etmiştir: Hilkatte var olan zincirleme ve birbirini netice veren sebeplerin terettübünü (etkileşim sırasını) idrak etmekle ve o sebepleri tahlil ve açmakla hayvanlardan farklı olmuştur. Bu tahlil ve açma, beşeriyete ilim (öğrenme) kabiliyetini verdiği gibi; insanın o tahlil ve açıklanmış şeyleri bir daha bir araya getirmesi (terkip) ise, insanlığa sanat kabiliyetini vermiştir.”[3]

Yine aynı meselenin sonucu dahi yanlış çevrilmiştir:

“Cihet-i ülada (birinci yöne) dikkat et! Bak nasıl sevkul-insaniyet (insanlığın gelişme dürtüsü) ve meyl-i tabiinin (doğal gelişme eğiliminin) adem-i kifayeti (yetersizliği) ve nazarın (insan düşüncesinin) kusuru (eksikliği) ve tarik-i akıldaki (akıl yolundaki) evhamın (akla) ihtilatı (karışması) insan nevini bir mürşide bir muallime eşedd-i ihtiyaç ile muhtaç eder. O mürşid (de) (ancak) peygamberdir.”[4]

Metinde aynen böyle olan bu parça şöyle çevrilmiştir:

“İlk cihete dikkat ile bak! İnsanın tabii meyli ve insaniyetinin sevki, yeterli olmayınca.. Ve bakışının kısalığı ve aklının yolunda vehimlerin karışması..Beşer şiddetli bir ihtiyaç ile bir mürşid ve muallime muhtaç olmuştur. O mürşid de peygamberdir.”[5]

Buradaki yanlış, metni anlamamaktan dolayı cümlenin kurulamayışı yani gramer açısından dağınık kalmasıdır. Fiil ve şart cümlesi içine iki habersiz özneyi (mübtedayı) koymak gibi bir yanlış, ara cümleleri ve fikir zincirlemesini birbirinden koparmıştır. Hâlbuki ilk Arapça aslında her üçü de fiil cümlesi olarak ve şart edatının tekrarı ile yazılmıştır. Ve gayet net olarak anlaşılıyor.

Benim yazıma gelen itirazlar içinde: Aklın delaleti ikidir.. Aklın kat’i delaleti ve zanni delaleti, deniliyor. Evvela, terim olarak zanna, vehme akıl denilmediği gibi; Üstadın cümlesi de böyle bir ilaveden münezzehtir. Çünkü Üstad burada akıl deyince, insan nevinin hasseleri ve duyguları olan fenlerin tespitini kast ediyor. Onun için o akıl, akıl olsa gerek, diyor.

Ayrıca eğer aklın ve naklin delaleti zanni ise, o zaman zaten asla tearuz olmaz. Çünkü tearuz matematiksel ve net konularda olur. Eğer mesele zanni ise, neden kendimizi zorlayalım da kutsal metnimizi tevil edelim.

Evvela: Aklın delaleti her zaman kat’idir. Eğer bir bilgi zanni ise ona akıl ve ilim denilmez. Onun ismi teori ve nazariyedir.. Muhkemat olan yani asla tevil imkânı olmayan dini ahkâm ile

ilgili literatürün (müstehap, sünnet, vacip gibi tabirlerin) zamanın ve ilimlerin gelişmesi ile ancak anlaşılabilen müteşabihata (varlık ve yaratılış ile ilgili ve bir derece kapalı metinlere) uygulanması, A’yı B sanmak ve Fıkıh ilmi, Fizik ilminin bizzat kendisidir, demek kadar Muhakemat kitabına ve muhakeme kabiliyetine aykırıdır.

İkinci Olarak: Sarf-Nahiv, Belagat ve Mantık bilenler, bilirler ki; üç çeşit delalet yanında o üç çeşidin türevleri ve onlara benzer delalet çeşitleri vardır. Unsurul-Belagatta 6. Meselede on çeşit delalet izah edilmiştir. Buna rağmen gelen itirazlar içinde, delaletin, Bir sözcüğün okunduğu veya söylendiği zaman beyninde canlanan anlam, diye tarif edilmesi, son derece mükellef ve harika bir sofrayı, kuru ekmek seviyesine indirmek gibi bir şeydir.

Üçüncü Olarak: Aklın delalet-i kat’isi ile naklin delaleti kat’isi hiçbir zaman çatışmaz ifade ediliyor. İşte bu kural başta Üstadın o söylediği kural ile çelişiyor. Çünkü eğer böyle bir yol olsaydı; Üstadın ve eski muhakkik ulemanın o kuralı dile getirmesi, anlamsız olurdu.

Ayrıca, naklin delalet-i katisi, ancak hukuk ve şeriatın metinleri demek olan muhkematta olur, müteşabihatta olamaz. Çünkü müteşabihat birbirine benzer birçok manaya gelir. Ve birçok mana söz konusu olunca o zaman kat’ilikten çıkar. Ancak zamanla kesin ilmi bir bilgi gelir, beraberinde nazm-ı maani ve başka onlarca karine kullanılır. O zaman mana kat’i olur. Ve sözün muhtemel manaları dışarıda bırakılır.

Hulasa: Ahkâm tevil edilmez. Olsa olsa ve zaman kat’i olarak zorlasa, ahkâm askıya alınır veya onlara sınır konulur. Müteşabihatın konusu olan hak mana ise, asla askıya alınmayı ve sınırlandırılmayı kabul etmez.

Ve mesela bir yanlış çeviri daha: Muhakemat’ta geçen: Allah’ın varlığına ve birliğine açık delillerden (burhanlardan) biri peygamberlik müessesesidir. Bu burhanın suğrası (küçük önermesi) mutlak (umumi) peygamberliktir. Kübrası da (büyük önermesi de) Hz. Muhammed’in Peygamberliğidir, cümlesi şöyle çevrilmiştir:

“Dediğimi dinle; işte küçükten başlayalım ki, o mutlak nübüvvet burhanıdır. Sonra büyüğü Hz. Muhammed (a.s.m)’ın peygamberliğidir.”

Hâlbuki eğer burhan (kıyas-i kat’i) küçük önerme ve büyük önerme tabirlerinin mantık literatürü olduğu nazara alınsaydı, böyle çevrilmezdi.

İşte bu gibi konularda bize sermeşk olacak beş uygulamalı kural:

1)Dünya öküz ve balık üstündedir, mealindeki hadis, mütevatir ve kat’iyül-metin (dinin ve peygamberin gerçek sözü) olsa da kat’iyüd- delalet değildir, yani mecaz olma ihtimali var. Onun için zahiri manası kesin değildir. Fennin dünyanın yuvarlaklığını tesbit etmesinden başka bu hadisin şu üç ayrı manaya haml edilmesi için dini ve ilmi üç karine vardır. (Muhakemat, 2. Meselede Sh. 52-57 anlatıldığı gibi.)

İşte Muhakemat kitabı böyle diyor. Hâlbuki kelimelerin ilk olarak beyinde canlandırdığı mana zahiri bir öküz ve zahiri bir balıktır.

2) Bu Muhakemat kitabı üç makale ve üç kitaptan ibaret olacak idi. Mukaddime olarak üç makale yazıldı. Fakat kitaplar yazılamadı. Birinci makale hakikati yani dini metinlerin doğru manasını öğretiyor. Bu da genelde onlarca usul ve metodu, özellikle dil özelliklerini bildikten sonra ancak elde edilebilir. İkinci makale belagat ilmini yani yüksek dil seviyelerini öğretiyor. Üçüncü makale iman rükünlerinden ulûhiyet ve nübüvvetin hakikatini anlatıyor. Kitaplar ise ilm’ül-arz, ilm’üs-sema ve ilm’ül-beşer hakkında olacak imiş.

Bu tertipten anlıyoruz ki; yeryüzü, gökyüzü ve insanlık ile ilgili bütün fenleri bildikten sonra ve onları o üç makale kuralları ile algıladıktan sonra ancak dini metinler sağlıklı olarak anlaşılabilir.

Üstad Hazretleri, bu üç kitabı yazamadı. Fakat onların yerine Risale-i Nurları yazdı. Risale-i Nurlarda birinci planda avam-ı mümininin imanını kurtarmak esas ise de ikinci planda o üç ilim alanı ile ilgili çok önemli ipuçları veriyor. Mesela 12. Mukaddimenin 4. Meselesinde anlatılan Zülkarneyn için Kur’anın zaruri ve kat’i olarak delalet ettiği hükmü şudur, denilir:

“Zülkarneyn Allah tarafından destek almış bir şahıstır. Onun yönlendirmesi ile iki dağ arasında bir sed inşa edilmiş; onunla zalimlerin ve barbarların saldırıları önlenmiştir.”

Bu kadarı Kur’andan kesin olarak anlaşılıyor, diyor. Hemen devamında; buradaki özne ve yüklemlerin diğer niteliklerinin hiçbiri metinden kati olarak anlaşılmaz. Onlar başka bir içtihad ve araştırmanın sonucu olarak ancak anlaşılabilir, diyor.

İşte bu iki izahatı nazara aldığımızda ve Risale-i Nurda geçen Kur’an kıssaları birer kanun-u külli-i meşhuttur, kaidesi ile ve mehdi ile deccalin birer şahs-ı manevi olduklarını anlatan kural ile diyebiliriz ki: Kur’an sadece tarihi bir olayı anlatmıyor ki Paleontoloji ve Arkeoloji ilimleri, Kur’anın bu gibi evrensel ilkelerine karşı gelsin..

Belki deriz ki: Kur’an burada artı ve eksi kuvvetlerin gerçekliği kadar gerçek ve her zaman var olan medeniyet ile vahşetin çatışması kanununu anlatıyor. Ve insanlık ancak dindar olan krallar, veliler ve peygamberler ile vahşeti ve barbarlığı yendiğini; dolayısıyla din ve imanın insanlık için ekmek ve sudan daha önemli bir ihtiyaç olduğunu vurguluyor.

Benim araştırdığım kadarı ile Kur’anda anlatılan 28 peygamberin hiçbirinin tarihi yönü anlatılmıyor. Sadece onların şahs-ı manevileri ve Batılıların arketip dediği ruhanî ve gaybî boyutları anlatılıyor. Yani peygamberler tarihte olmuş bitmiş varlıklar değil de, kâinatın ve hayatın ana damarları gibi her birisi bir kavramın, bir evrensel hakikatin ifadesi olarak anlatılıyor. Mesela Lokman tıp hakikatinin, Âdem dil ve medeniyet hakikatinin ifadesidirler vs.. Ki bu boyutları ile bunlar her zaman ve her yerde birer evrensel (küllî) ve meşhud (gözle görünen) gerçekler olarak vardır. Dolayısıyla Arkeolojik ve Antropolojik araştırmalar, değil Kur’ana itiraz etmek, o konularda Kur’anın anlattığı o genişlik ve yüksekliğe henüz erişmiş değildir.

İşte yüzlerce ayetin ve onlarca dilbilgisinin ve onlarca insanî fenlerin tespitine dayanan böyle bir yorum, Kur’anın delaletini bozuyor, diye birçok dindar, belki beni tekfir edebilir. Hâlbuki binlerce delile dayanan böyle bir yorum Kur’ana asla aykırı değildir. Olsa olsa meal-i zahiriye aykırı olur. Fakat ne yapalım ki; dindarlar meal-i zahiriyi esas alıyorlar. Hâlbuki Risale-i Nur, lafız, meale; meal manaya, mana harici (dışta ve gerçekte var olan) manaya engeldir, diye bizi uyarıyor. (Osmanlıca Lemeat)

3) İkinci Mukaddimeden: Tahakkuk etmiştir: (Kesin olarak tespit edilmiştir:) Âlemde (kâinatta) meylül-istikmal (mükemmelleşme eğilimi) vardır. O meyil ile âlemin yaradılışı kanun-u tekâmüle tabidir. İnsan ise âlemin semerat (meyvelerinden biri) ve eczasından (ondan bir parça) olduğundan insanda dahi meyl’ül-istikmalden bir meyl’üt-terakki (soyut değerlerde yükselme eğilimi) mevcuttur.

Burada üç anahtar kavram var: İstikmal, mükemmelleşme isteği demektir. Bu kalıp talep ve istek kalıbıdır. Yani her varlıkta bu istek mutlaka vardır. Çünkü varlık kudret, ilim ve iradeden oluşuyor. Kudret bir şeye vücud-u harici (somut varlığı) verdiği gibi; ilim de ona karakter, form ve suret verir; irade ise, o şeyi gelişme sürecine sokar.

Tekâmül ise karşılıklı etkileşim sonucu olarak mükemmelleşme demektir. Bu kalıpta müşareket yani karşılıklı etkileşim manası var. Bu iki kelime bütün yaradılış sürecini bize, Fizik, Kimya ve Biyolojinin izah ettiği üzere açıklıyor. Bilimin anlattığı yaratılış süreci ile dinin çelişmediğini gösteriyor. Bu takdirde anlıyoruz ki; istikmal ve tekâmül kelimeleri fizikî, kimyevî ve biyolojik evrimin ifadesidirler. Zaten Muhakemat’ın yazıldığı dönemde kesin olarak biliyoruz ki; bu kelimeler evrim manasında kullanılıyordu.

İnsan varlık sürecinde soyut algıyı beceren tek varlıktır. Onun için ve de insanlık tarihinin diğer biyolojik sürece oranla çok kısa olmasından, insanda biyolojik tekâmül yerine, onda sosyolojik ve psikolojik evrim oluyor. İşte Üstad bu sosyolojik ve psikolojik evrimi bu sefer, tekâmül kelimesi ile değil de terakki (kalkınma) kelimesi ile ifade ediyor. Ki o gün için sosyolojik gelişmelere tekâmül değil de terakki (kalkınma) denilirdi.

Demek kelimelerin yerini ve birbirinden farkını bilmemek; metnin manasını anlamamak demektir. Onun için bazı kardeşlerimiz, “Efendim tekâmül vardır” deyip sonra “Her şey mucizevî olarak yaratıldı,” deyince Biyoloji ve benzeri ilimleri okuyanları ister istemez küfre itiyorlar.

4) Müslümanlar ilim ve din dilini bilmedikleri için veya fen ilimlerine göre bir varlık algısını ve dünya görüşünü oluşturamadıkları için, dinin yayılması için başka çarelere başvuruyorlar. Mesela: Üstadımız çok büyüktür, liderimiz çok büyüktür; şeyhimiz çok harikadır; ondan büyüğü yoktur, diyerek asla aşılmaz ve izlerinde gidilmez devler yaratıyorlar. Haliyle sistem tıkandığında kendi duygusal hislerini bu sefer başka yöntemler ile başkalarına dayatmaya kalkışıyorlar. Neticede olan dine oluyor.

Üstad, Muhakemat’ın Dördüncü Mukaddimesinde bu hastalığa değiniyor. Ve bu hastalığın getirdiği iflas noktasını şöyle özetliyor:

Geçmiş büyük âlimleri insanların gözünde aşılmaz devler olarak anlatan bu Dördüncü Mukaddimeye dikkat et, zira hurafelerin kapısı buradan açılıyor. Tahkik ve doğru bilgi edinme kapısı bundan dolayı kapanıyor. Ayrıca şu üç sermayeyi de çorak toprağa döküyor:

1) Kıssadan hisse alınamıyor. Yani o geçmiş büyüklerin hayatlarından hisse ve ders alınıp uygulanabilecek bir şey kalmıyor.

[Bence bugünkü Hıristiyanların da, Müslümanların da, Kemalistlerin de pratiklerdeki iflasları bundandır. Çünkü kendi büyüklerini tanrı gibi görüyorlar. Ve normal insanın böyle harika olma şansı olmadığından, icraat ve uygulama tamamen tıkanıyor.]

2) Tekâmül kanunu gereği, o öncülerin yaptıklarını temel yapıp, o temel üzere artık hiçbir şey bina edilemiyor. Dolayısıyla toplum subasman seviyesini aşamıyor.

3) O eski büyüklerin miraslarını kullanıp, onda herhangi bir ziyade ve tasarruf yapılamıyor. Dolayısıyla insanlığın mirası ve birikimi, tarihin derin dehlizlerinde kaybolup gidiyor.

Mesela; bu kardeşiniz Risalelerdeki binlerce hakikati; hem de esas ve temel hakikatleri kendine prensip ve esas yaptığı halde; Üstadın farklı maksatlar için ve farklı manalarda –yani şakirtlerin anladığı manada asla değil- kullandığı bazı teferruatta farklı düşünmeyi bile hoş karşılamıyorlar.

İşte bu gibi tıkanmalar için size Muhakemat’tan 5. bir kural:

5) 12. Mukaddimenin Birinci Meselesinden: Bir insan; ilmen sabit olmuş kati bir meseleyi, dini bilgilere aykırı görmesi, onun ahmaklığına ve aklını kullanmadığına işaret ettiği gibi; imanının da zayıf olduğunu ve henüz iman etmemiş bilinmezcilerden olduğunu bildirir.

Çünkü burhan-ı kat’i (kesin veriler ile) sabit olan bir şeyin, hak ve hakikat olan dine aykırı olduğuna ihtimal veren ve dine zarar gelecek diye korkan kişinin, beyninde ya bir bilinmezci gizlenmiş, kafasını karıştırıyor. Veya bir vesveseci kalbine kadar inebilmiş, kalbini kaydırıyor; ruhunu bozuyor. Veya kendisi dine yeniden müşteri olmuş, tenkit ile bakmak isteyen bir yabancıdır.

Hulasa:

Bu Muhakemat kitabının Arabî aslının ismi, Reçetetül-Ulemadır. Bu ise bu asrın âlimlerinin din algısının hasta olduğu manasına gelir. Ve tek çıkar yolda bu kitaptaki 300 küsur kuralı birden göz önünde bulundurup onları istimal etmektir.

Bu 300 kuralın içinde en önceliklisi de, Kim söylemiş, kime söylemiş, ne söylemiş, ne ortamda ve ne maksat ile söylemiş, kuralıdır. Çünkü neticede bu kitap da yüz yıl önce yazılmıştır. Ondan sonra Fizikte ve Biyolojide birkaç yeni mesele keşfedildi. Bununla beraber birkaç küçük teferruat istisna edilirse, bu değerli ve yaşlanmaz usul kitabı, sanki bu yıl yazılmıştır, diyebiliriz.

Demek küçük bir kuralı daha hatırlamamız gerekiyor: Esasatı ve teferruatı bir görmemek... İşte Muhakemat kitabının Birinci Mukaddimesinin esas maksadı bu kuralı yerleştirmektir. Ve bunu, Kur’anın anlaşılmasında birinci derecede tutmaktır.

[1]Muhakemat, Zehra Yay. Sh. 117

[2]Saykalül-İslam, Sözler Y. Sh. 136

[3] Asar-ı Bediiyye, Envar Y. Sh.470

[4]Muhakemat, Sh. 119

[5]Saykalül-İslam, Sözler Y. Sh. 137

BS

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
5 Yorum