Monşerlere güle güle

Asrın başında Bediüzzaman Hazretlerinin; Osmanlı’nın değişim ve gelişim hamlesini acilen başlatması ve Avrupa medeniyetinin İslâm topraklarında bir an önce uygulanması, özellikle klasik medrese eğitim modelinin fonksiyonunu kaybetmesinden dolayı yeniden bilgi çağına uygun modern bir eğitim modelinin derhal uygulanmasının kaçınılmaz olduğu ile ilgili uzunca bir makalesinin 23 MART 1909 da Volkan Gazetesi’nde yayınlandığını görüyoruz.

Hazret, bilhassa Osmanlı’nın geri kalma sebepleri ve tedavi yollarını göstermek için ilk Said döneminde büyük bir gayret içersisindedir. Müslümanların içine düştüğü tedenni hastalığı ile ilgili teşhis ve tedavi çareleri üzerinde ısrarla durmuş; bir çok makale, kitap, nutuk, ilmi sohbet ve münazaralarda yüksek düşünce ve fikirlerini zamanın yöneticilerine, ilim ve din adamlarına, halka ve köylülere yani avam-havas, cahil-alim demeden her kesime, her platformda yüksek sesle ifade etmiştir. Gerçi hakikatlerin net ve çıplak söylenmesine tahammül edemeyen zamanın etkili ve yetkili insanları yine onun tabiriyle “tımarhaneye, tevkifhaneye ve işkenceli hapishaneye” attırarak dünyanın hızlı değişim ve dönüşümüne gözlerini kapatarak şatafatlı yaşamlarını sürdürmüşler. Gündüzün ortasında halklarına geceyi yaşatmaya ve bunun da kaçınılmaz bir kader olduğunu beyinlere işlemeye devam ettirmişlerdir..

O dönemdeki yöneticiler (ki, zaman zaman benzer sözlere hala muhatap oluyoruz) Batıdan ne gelirse gelsin, bunun bir kâfir âdeti olduğunu ileri sürerek Müslüman coğrafyayı fen, bilim, sanat ve medeniyet nimetlerinden mahrum bir sefil hayata mahkum etmişlerdir.

Evet onlara göre:
“Hürriyetün Harriyetün Bin Nar,
Lienneha Tahtassu Bil Küffar.”
Yani Hürriyet cehenneme layıktır. Çünkü hürriyet kâfirlere mahsustur.(Hizanlı Şeyh Selim)

Halbuki:
“Hürriyet ün Atiyyet ür Rahman,
 İz Enneha Hasiyet ül İman.”

Oysa gerçek hürriyet, Rahman olan Allah’ın bir hediyesidir. Çünkü O imanın özelliğidir.
19. ve 20.Asır’da Asya ve Avrupa kıtalarında büyük değişim hareketleri ile batıdaki ceberut ve diktatör yöneticiler ve yönetimler bir bir yıkılırken, Müslüman dünyasında yaprak bile kımıldamamış. “Ulema ve umera”ya bahşiş nevinden önlerine atılan cazip ve aynı zamanda nefsi okşayan nimetlerle Şarktaki  “tek görüş” ve “tek adamcılık” dikta yönetimler, gerilememize neden olmuş uygulamalar devam etmiştir.

Münazarat’ta madem ki, istibdad bu kadar fena bir şey iken, niçin herkes bir çeşit ile onu irtikab ederdi? diye Üstada sorulan bir soruya:

“İçinde tefer’unun lezzet-i menhusesi ve tahakküm ve tehevvüs-ü nemrudane vardı.” diye cevap veriyor.

Evet, hakikaten yukarıdan hükmetmenin, emir vermenin, ağızdan çıkan sözün kanun gibi geçerli olduğu bir yetki insanın egosuna bir haz ve menhus bir lezzet, nefse de zevk ve heves verdiğinden kişiler kolay kolay ellerindeki bu yetkiyi ve imtiyazı kaybetmek istemezler. Onun için muhalefette iken halka verilen sözler iktidar olunduğunda hükümetler tarafından bütün bu vaatler savsaklanmış, ipe un serilmiştir. “Muhalefette ayrı söyler, iktidarda ayrı çalar” sözü darb-ı mesel haline gelmiştir. Niçin? İşte o imtiyaz nimetlerinin kişiye sunduğu “menhus haz ve lezzetlerden” dolayıdır. Tabii ki, bu iktidar nimetleri bürokrasi ile beraber paylaşıldığı için bürokratlarda hep daim bu pastayı sıkı bir koruma altına almışlardır. Bu nedenle “bürokrasi” her zaman yetki ve imtiyazı savunmuş ve kaybetmemek için her türlü mukavemeti göstermiştir. Özellikle ülkemizdeki Demokrasiye karşı verilen mücadeleleri bu perspektiften değerlendirirsek muhalefet edenlerin amacını daha net anlamış oluruz.

Zaman zaman konjonktür gereği ortaya çıkan bazı sesleri ve istekleri tehlikeli görerek (çünkü değişim istekleri başladığında kartopu gibi istek ve hak taleplerinin büyüyerek gelişeceğini bildiklerinden) anında önünü kesmişlerdir. Halkın insani hak taleplerini, gerici ayaklanması, irtica, laiklik ve cumhuriyet gibi bazı tersyüz ettikleri terimlerle acımasızca önlerini kesmişlerdir. (hatta bir türlü bulanamayan-buldurulmayan- fail-i meçhuler de bu çerçevede mütalaa edilmelidir)
Bin dokuzlu yıllardan İki binli yıllara kadar birikmiş zulüm ve istibdata karşı mazlum Müslüman halk, uygun zamanı ve zemini bulduktan sonra adeta yer altı fayları gibi harekete geçerek başta Türkiye olmak üzere Arap ülkelerini bir bir tetiklemiş, sonunda İslâm coğrafyasındaki bugünkü hadiseler meydana gelmiştir. ümit ederim ki, bu şok sarsıntılar geçtikten sonra boğazlarını sıkan, fikir ve düşüncelere pranga vuran diktatörler ve yönetimler mazinin utanç verici karanlıklarına gömüleceklerdir. Halkımız da; üzerlerindeki baskı, şiddet ve istibdat perdesi kalktıktan sonra olayların içyüzünü, gerçekleri daha net görecek ve kimlerin vatanperver, kimlerin de mideperver, nefisperver, menfaatperver ve hatta vatan haini olduklarını anlayacaktır. Dayatılan resmi tarihler ve görüşler yerle bir olacaktır. “Evet hiçbir müfsid ben müfsidim demez, daima sûret-i haktan görünür. Kimse demez “Ayranım ekşidir.” Fakat siz mihenge (tartıya) vurmadan almayınız.” (Münazarat-49)

Ama ne yazık ki, hala içte ve dışta oynanan oyunları, olayları ve dünyanın değişimini, dönüşümünü doğru okuyamayanların olduğunu dün olduğu gibi bugün de görüyoruz. Yukarıda bahsettiğim pozisyonunu kaybetmek istemeyen kesimler tarafından pompalanan propagandalardan etkilendikleri bir vakıa. Ajitasyona ve fikir kirliliğine maruz kalmış bu insanlar evhamlarından ve endişelerinden dolayı “medeniyet açılımlarına” şiddetle karşı çıkmaktadırlar. Gaflet ve dalaletlerinden dolayı büyük fetihlere ve istikbaldeki müjdelenen ikbale mani olmaktadırlar. Ben bunları günümüzün ‘Cibalî Babalarına ‘ benzetiyorum. Hani rivayet ederler ki, Fatih Sultan Mehmet döktürdüğü uzun namlulu toplarla Bizans surlarının ardını döverken, surların içinde, Rumların arasında keramet sahibi bir zat bulunuyormuş. Fatihin fırlattığı top mermilerini havada tutuyor ve aman bu gavurcuklarıma bir şey olmasın diye kanat geriyormuş… aynen bu zat gibi hissi ve indi nedenlerle, dar ve kısır düşüncelerle yahut ta yanlış bir içtihattan dolayı belki de son yüz eli yıldır ilk defa milletimizin monşer olmayan ve kendi içinden çıkmış insanlara iktidarı ve yönetimi emanet etme iradesine bu  “Cibali Babalar” set çekmeye, engel olmaya çalışmaktadırlar. Belki geçmişte de milletimiz iktidarı muhafazakar ve demokrat partilere, görüşlere vermiş diyebilirsiniz. Ama unutmayalım ki; elit, aristokrat, Kemalist tabaka muktedir olma yetkisini hep elinde tutmuştur. (Bu ülkede iktidar olabilirsiniz ama muktedir olamazsınız. Yüzde yüz halkın oyları ile gelseniz bile anayasaya dokundurtmayız, değiştirilmesi teklif bile edilemez demokrasi ile bağdaşmayan sözleri çok duymuştuk.)

Her seçim arifesinde olduğu gibi bugüne kadar “muktediriyeti” elinde bulunduran aristokrat sınıflar ve devletten beslenen yandaşlar “riyakârlık, ikiyüzlülük” üzerine oturtulmuş bütün yalan ve hilelerini birleştirerek ortalığı bulandırmaya, milletin kafasını ve aklını karıştırmaya, bütün kin, şer ve garazlarını kusmaya devam edecekler.

Emin olunuz ki, bütün bunlar beyhude çırpınışlardır. Zira; “ âlemin harekât ve sekenâtını tanzim eden, sıfat-ı iradeden gelen şeriat-ı Kübrâ-i fıtriye denilen evamir-i tekviniyenin kuralları kesin olarak işlemektedir. Fıtrat yalan söylemez. Bir çekirdekteki büyüme meyli der: ‘ Ben sünbülleneceğim, meyve vereceğim.’ Doğru söyler. Yumurtada bir meyelan-ı hayat var; der: ‘ben piliç olacağım.’ Biiznillah olur. Doğru söyler. Bir avuç su, donma meyli ile der: ‘Fazla yer tutacağım.’ Metin demir onu yalan çıkaramaz; sözünün doğruluğu demiri parçalar. Şu meyelanlar, Allah’ın İrâde sıfatından gelen tekvini emirlerin tecellileridir, cilveleridir.

Zulme ve baskıya karşı sabrederek verilen uzun mücadelenin sonucu da zaferdir. Mükâfatı da; “mütevekkilane, saburane yani tevekkül ederek ve sabrederek uzun yıllar tuttuğumuz ramazan-ı orucun (söz ve fikir orucunun) sevabıdır ki, azapsız cennet-i terakki (yükselme ve ilerlemenin cennet gibi nimetlerini) ve medeniyet kapılarını bize açacaktır. Milletin Hakim olduğu, son sözün millette olduğu güzel ve müreffeh günler bizi bekliyor.

Her gecenin bir sabahı ve her kışın bir baharı olduğu muhakkaktır. Zira Allah’ın Sünnetullah kanunları, tekvini kanunları böyle işliyor. İstibdatın “ya leyteni kuntu türaba” dediği günlere doğru gidiyoruz.
 

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
7 Yorum