Modernliğe meydan okuma olarak Said Nursi'nin tavrı

Modernliğe meydan okuma olarak Said Nursi'nin tavrı

Said Nursî'nin "ilk önce iman gelir" diyerek yolunu açtığı tartışmaya girişmek istiyorum.

Wolf D. Ahmed Aries'in yazısı
 
Modernliğe meydan okuma olarak Said Nursî'nin tavrı
 
Batıda insanlar sık sık İslâm'ın modern zamanlarda mü'minin kolayca yönelebil­diği bir felsefî ve teolojik sistem geliştirmediğinden yakınırlar. Bu görüş-ister dün­yevîleşmiş olsun, ister olmasın-İslâm toplumlarındaki tüm vaziyeti yansıtmaz. Bu noktada teknik gelişme, tıbbî standartlar, bilimler, sendikalar, sosyal güvenlik vs. gibi sözümonda Batılı meydan okumalar üzerinde yoğunlaşan geniş bir söylem söz­konusudur. Geri planda yatan asıl mesele, Melik Faysal'ın formüle ettiği üzere, İs­lâm ülkelerinin bu standartları Batılı ulusların geçmişte ödedikleri vehalen ödüyor oldukları bedeli ödemeye zorlanmaksızın adapte etmelerinin mümkün olup olma­dığıdır.
 
Hiç şüphesiz bu tartışmalar Batı için olduğu kadar, Doğu için de gereklidir.
 
Fakat, üzerinde kafa yormamız gereken diğer bir düzey daha mevcuttur. Bu, manevî düzeydir. Laiklik veya sekülarizmi kasdetmiyorum. Bu bağlamda, Batı Av­rupa'nın bir Hıristiyan problemine ilişkin olarak bulduğu her iki çözüm, meseleye sadece yüzeysel biçimde temas etmektedir.
 
Said Nursî'nin "ilk önce iman gelir" diyerek yolunu açtığı tartışmaya girişmek istiyorum.
 
Onun mücahedesini gelecekte de muhafaza etmek için, gelecek nesillerin onun eserini devam ettirmeleri zaruridir. Ve bu yalnız Risale-i Nur'ları yayınlamak de­ğildir; onun tavrına, hayat tarzına ve beşerî düşünüşün meydan okumalarını karşı­lama yönündeki sarsılmaz cesaretine  bakılması da gerekmektedir. Eseri ve hayatı birlikte ele alınmalıdır. Onlar hâlâ bir meydan okuma mahiyeti taşıyan bir bütünlük, bir birlik oluştururlar; çünkü dünyevî olayların veya bizatihî dünyanın tahminedile­bilir, tatbik edilebilir veya değiştirilebilir oluşuna ilişkin imkânların büyüsüne kapılmış değildi. Bir Müslüman olarak onların peşinde yorulmadı; çünkü biliyordu ki, izah edilebilir de kalsalar, tümü Allah'ın yaratışıdır.
 
Buna karşılık, ne bilim, ne siyaset herhangi bir izah edilebilirdiğin ardındaki de­ğerleri tarif ve tasvir edemiyor.
 
Burası modern, postmodern toplumların yapısı üzerine bir söylemle başlamanın yeri olmadığından, konuyla ilgili literatürde bulunabilen bazı hususiyetleri özetleme arzusundayım. Bu noktada beş perspektif seçmiş bulunuyorum. Bunlardan ilki, si­yasî olanıdır.
 
Peki, (post-)modernlik içinde siyasî perspektif neler teşkil ediyor?
 
1. İnsanın antropolojik müteal açıklığına kendisiyle cevap bulduğu şey, her ne olursa olsun, kişinin tamamen kendi tercihi ve kendi kararıdır.
 
2. İktidarın ve yönetimin her tür uygulaması aklî temellere dayanma durumun­dadır.
 
3. Zorunlu sosyal işbirliği insan haklarıyla temsil olunan bir asgarî kurallar bütünü üzerine bina edilmelidir.
 
4. Siyasî iktidar halkın hâkimiyeti kaydı altındadır.
 
Kültürel perspektif aşağıdaki veçhelerle tarif edilebilir:
 
5. Deneysel bilimler sürekli bir öğrenim süreci geçirdi.
 
6. Bütün ahlâkî ve hukukî söylemlerde dikkat edilecek husus, sosyal eylemler ve hayat için genel kabul görmüş gerekçeler bulmaktır.
 
6. Sanatlar özerktirler.
 
Sosyal perspektif buna ek olarak üç veçheye sahiptir:
 
8. Kapitalist teşebbüs aklî hesap vermeye dayalıdır.
 
9. Bürokratik devlet yönetimi güvenilir hukukî kararlar ve idarî yapılar üzerine kurulmalıdır.
 
10. Toplumlar ulus-devletler oluştururlar.
 
Felsefî perspektif:
 
11. Her gelenek ve norm sorgulanmaya açık olmalıdır ve kendisini açık bir sos­yal tartışma zemininde aklî delillerle savunmak zorundadır.
 
12. Grup normları evrensel normlarla tasdik ve teyid olunmalıdır.
 
13. Bir kişiliğin sosyalleşmesi, bireyin içinde büyüdüğü sosyal yapılar soyut bir benliğe (ego-personality) yol açar.
 
Değişik veçheler:
 
14. Bireyin imtisal etmek istediği her ne şey varsa onu imtisal etme, ve bu şeyleri mezcetme iradesi vardır.
 
15. Toplumların çok-kültürlü yapılarına ilişkin tüm evrensel-olmayan normlar nisbî ve izafîdir. Farklı gruplar arasında bir değişim gerçekleştiren, yani grubunu değiştiren birey yalnız bağlandığı merciyi değiştirmekle kalmaz, normatif referans­lar çerçevesini de değiştirir.
 
16. Zorunlu radikal açıklık temel bir güvensizliğe ve belirsizliğe yol açar.
 
17. Birey yalnız toplumun ondan talep ettiği davranışın yanında yer alacaktır.
 
Yoruma hiç gerek yok, bu senaryo, Risale-i Nur'u yazarken Said Nursî'nin zih­ninde mevcut senaryodan tamamen farklıdır. Onun düşünüşü, teknoloji ve din ara­sındaki zıtlığın, uygulanabilirlik (fizibilite) ile yaratılış arasındaki çelişkinin yol açtığı meydan okumaya muhatap olmuştur. Cevaplarından biri, düşündüğü üzere, bilgi­nin,ilmin asla imana karşı duramayacağını öğrenmesiydi. Bugün bu sorudan vaz­geçilmiştir. Modernite dikkat etmez. Hâlihazır dünayın yaratılmış olabileceği ihtima­lini tamamen görmezden gelir. Araştırmacılar kadar, toplumlar da kalkınma gibi, aklî gerekçelerletartışılan herhangi bir mesele veya konuyu tartışır, ama bunu  tartışmazlar. İnsanlar hakikati değil, birşeyler elde etmeyi başarma peşindedir. Bu yüzden, iman veya ateizm meselesi tamamen konu dışıdır. Genel kabul görmüş varsayım, insanın müteâl boyuta atıfta bulunmaksızın karar verip fiiliyata girişebile­ceğidir.
 
Düşünürümüzün cevabını bulmak için yalnız eserine değil, hayatına ve 1920'li ve 30'lu yıllardaki sosyolojik gelişmelere bakmamız gerekmektedir. Bu dönemde, resmen dünyevî bir ulus-devlete dönüşme politikası uygulandı. Said Nursî bu genel eğilime karşı sadece aklen itiraza kalkışmadı; bilakis-öyle yapmaya zorlanmış olsun olmasın-alternatif bir hayat yaşadı. Daha "Birinci Söz"ünü şu giriş cümlesiyle ya­zarken, antropolojik müteal açıklığa yöneldi: "Bismillah, her hayrın başıdır." Böyle yaparak, toplumun umumî hayat tarzının alternatifi olan aksiyomu yaşadı.
 
Bu iki alternatif aksiyom şunlardır:
 
(a) Beşerî idrakin sınırlarının ötesinde hiçbir varlık yoktur.
 
(b) Vahiyle kendini bildiren bir Varlık vardır ve benim Yaratıcım Odur.
 
Ne ilk, ne de ikinci cümle aklî biçimde isbat edilemez; yalnızca, fert biri lehine karar verebilir ve böylece antropolojik açıklığa "yaklaşır."
 
Said Nursî ilk aksiyomun anlam taşıyıp taşımadığına dair herhangi bir tartışmaya girişmedi. Onun yerine, hayatıyla ve yazdıklarıyla dünyaya bir Yaratıcının yaratışı olarak bakmanın onu nasıl da anlamlı kıldığını gösterdi. Risale-i Nur, Said Nursî'nin içinde yaşadığı olaylara dayanan, ve bilimsel sonuçlar ile beşerî tecrübenin bera­berce tek bir delil teşkil ettiği örneklerle doludur. Müteal açıklığa, anlamlı bir bi­çimde deliller yoluyla yaklaşılabilir.
 
Bu bakımdan, yukarıda iktibas ettiğim kısa cümlenin, aşağıdaki şekilde gelmek­tedir: "...Şu mübarek kelime İslâm nişanı olduğu gibi, bütün mevcudatın lisan-ı hâ­liyle vird-i zebânıdır..."
 
Bir Müslüman olarak Said Nursî'nin yapmaya kâbil olduğu en önemli şey, dün­yasına gelen soru ve ilhamları gözardı etmemesiydi. İslâmî dilde, bu noktada şu söylenecektir: O, Kur'an'ı hayat ve dünya vasıtasıyla sırat-ı müstakîm olarak seç­miştir. Modern bir bakış açısından, bu dikkate değer karar böylesi bir hareketen ni­çin vuku bulabildiğini düşünmeye sevkeder. Bu ise, kişinin hayat boyu gelişimine ilişkin psikoloji disiplinine götürür. Gelişim psikolojisinedair araştırmalar, ergenlik dönemini bireyin açıklığının farklı tezahürleri üzerinde bir karara varması gereken dönem olarak tanımlar. Bir dizi meydan okuma, kişiyi kendi hayatını organize edip planlayacağı kendine özgü bir görüş noktası aramaya sevkeder.Bu meydan oku­malar, esasen şu temel sorulardır: "Ben kimim? Neciyim, neden buradayım, ne ola­cağım?" Bu geniş sorular dizisi içinde, insan bir an müteal açıklığa ulaşır: "Aklımın ve idrak kabiliyetimin sınırları ötesinde bir Varlık var mıdır?"
 
Biliyoruz ki, bunu sorgulamak veya hissetmek zorunlu değildir. İnsan müteal açıklığı gerçeğinden gaflet edebilir. Fakat eğer birey bunu kobul eder ve bu nok­tada karar kılar ise, kişiliğinin sabiteleri bundan etkilenecektir. Böylesi bir Varlığı ka­bul etmenin-ilahiyatçıların diliyle, "iman"ın-sonucu, bir Yaratıcının, bir yaratılışın tasdiki, ve İslâm dairesi içerisinde bu Yaratıcının vahidiyet ve ehadiyetinin kabulü­dür. Düşünürümüz, bu yüzden "‘Lâilâheillallah' ile imanı yenilemek" istemiştir. Bu imana dayanarak, birey dünyada öyle bir yer edinir ki, kişiliği soyut bir benlik geli­şimi yönüne yönelmez. Bilakis, İslâmî vazifeler sistemi, yer edinmemeye karşı mu­kavemet eden bir yapı oluşturur. Said Nursî'nin hapishanelerdeki hayatını hatırlat­mak istiyorum. O ibadet etmiş, ve sair mahpusları öyle yapmaya yöneltmiştir. John Lifton, beyin-yıkama sürecine ilişkin araştırmasında bir insanın kendi müteal kararına dönmesini saldırılar karşısında bir duvar örmek anlamına geldiğini göstermiştir.
 
Post-modern sosyal gelişim sürecinde, birey kimlik dairelerini saatler,günler veya haftalar içerisinde değiştirir. Bunlardan bazıları tamamen farklı kültürlere ait bile olabilir; fakat eğer birey Tevhid aksiyomu üzerinde karar kılmışsa, bu karar (idrake ilişkin) bir dayanak noktası gibiişler. Bütün mevcutlar, Onun ismini zikreder­ler.
 
Bu mülahazalar siyasî bir veçheye de atıfta bulunur. Bugün, liberal devletin kendisinin üzerine bina edildiği esasları, aksiyomları isbat edemediğini biliyoruz. Da­hası, liberal toplum, kendi liberalizmini güvence altına almak için, üyelerini, onun aksiyomlarını kendi şahsî hayatları için temel olarak alacakları kararını vermeye ikna etmek zorundadır. İstikrarlı bir düzen şansı ancak böyle bir taahhüd sonucunda bü­yür. Evrensel normlar ve grup normlarının birçoğu tamamen icra edilemezler; devletler arasında, siyasî olayların gösterdiği gibi, böyle birşeyi yapabilecek hiçbir güç yoktur. Kimin umurunda? Said Nursî'nin cevabı, onun ilk "Söz"lerinde ele al­dığı biri olacaktır: âhiret. Lem'alar adlı eserinde şöyleyazmaktadır:
 
"Nasıl ki küçük kabahatleri işleyenlerin, nahiyelerde cezaları verilir. Büyük ka­bahatleri de büyük mahkemelere gönderilir. Öyle de: Ehl-i imanın ve has dostla­rın hükmen küçük hataları, çabuk onları temizlemek için kısmen dünyada ve sür­'aten verilir. Ehl-i dalâletin cinayetleri, o kadar büyüktür ki; kısacak hayat-ı dün­yeviyeye cezaları sığışmadığından, muktezâ-yı adalet olarak Âlem-i Bekadaki Mahkeme-i Kübrâya havale edildiği için, ekseriyetle burada cezaya çarpılmıyor­lar."
 
Bu, dünyevî kurumlar herhangi bir yargılama yapmasalar veya yapmaya niyetli olmasalar bile, kişinin yine hesap verme mevkiinde kaldığı anlamına gelir. Müteal bir Varlık aksiyomuna dayalı "âhiret" terimi insan ömrüne halel vermeyen, fakat onu bir konuyu çevreleyen bir zarf konumuna yerleştiren bir zaman boyutunu ön­görür. Said Nursî'nin terimi kullandığı bağlamlarla bakacak olursak, onun bundan diğer tüm konumları safdışı bırakan bir strateji ürettiğini görmemiz gerekir. Post­modern vaziyet alışlar bile, bu sınırlar içerisinde tutulur. Herhangi bir referans ol­maksızın birşeyi imtisal edemezsiniz.
 
Şayet bu çizgiyi sürdürürseniz, bir sanatçının özerkliğinin sınırlara sahip bulun­duğu sonucuna ulaşırsınız. Entellektüel ve pratik açıdan bakılırsa, sınırlar hakkında kimler karar verecek? Bu sınırlar sabit mi,  değişken midir? Üzerlerinde değişiklik yapılabilir mi?
 
Bu sorular bizi modern gelişimin temel bir terimine ulaştırır: öğrenim.
 
Bilimin sürekli bir öğrenim süreci geçirmekte olduğu sözü, doğru veya yanlış, hiçbir öngörünün ciddiye alınabilir durumda olmadığını ima eder. Popper'ın söyle­diği gibi; bir araştırmacı bir hipotezi ancak yanlışlayabilir. Bu yüzden, bilginler da­ima bir hükmü tashihe veya geliştirmeye hazır olmalıdırlar. Bununla birlikte, birçok araştırma, bugün hakikat namına yapılmamış; bilakis, önerdiği hipotezin daha ileri endüstriyel kullanım için öngörülebilir bir kontrol imkânı tanıyan başarılı bir manipü­asyona yol açıp açmadığı perspektifiyle ele alınmıştır. Görebildiğim kadarıyla, Said Nursî bu tavrı teşviketmemiştir, çünkü öğrenimin ve sonuçlarının asla imana karşı herhangi bir tezat getirmediğine hükmetmektedir. Bir Müslüman olarak, o Kur'anî referanslar çerçevesinin ortadan kaldırıldığı bir sözü tahayyül edemezdi.
 
Durum değişirse, insana, sosyal bilimlerin yaptığı gibi, tıpkı bir doğal bilim ko­nusu ile aynı tarzda muamele edilir. Ahlâkî sınırlara ilişkin olarak, sosyal bilimciler bunu harfiyyen yapmazlar. Bununla birlikte, onların kurallara uyma tavrı bu istika­mete yöneliktir. Bu madalyonun bir yüzüdür;diğer yüzünde ise, insanın kendisini suya akseden görüntüsünü seyredip kendisine aşık olan Yunanlı Narcissos gibi göz­lemlediği bir durumu tasvir edebiliriz. Bu kendisini gözlemleyen insanın sonsuz al­çalışı, tedennisidir. Video-sanatçıları bu yapıyı ikitelevizyonu birbirine bakar bir şekilde yerleştirerek taklit etmişlerdir.
 
Aynı zamanda herkes insan davranışının sistematik gözlemininkendi fıtratımıza, yapımıza, yetişmemize, referanslarımıza ve sosyal bağlarımıza ilişkin bazı kayda de­ğer sonuçlar ortaya çıkardığını teslime zorlanmaktadır. Görebildiğim kadarıyla, Said Nursî böylesi bir araştırma yapılmasını asla reddetmezdi. Fakat, bütün sonuçlarını, insanın varoluşunun O, yani Allah tarafından konulmuş hangi şartlara bağlandığının işaretleri olarak yorumlardı. Meselâ, "Bütün mevcudatın asıl mahiyeti bir ayna hükmündedir. Hepsi, Allah'ın ezelî kudretiyle yaratmasına tâbidirler" derdi.
 
Ki bu, Kur'ân'ın "Ve hüve alâ külli şey'in kadîr/O herşeye kâdirdir" âyetine atıfta bulunmaktadır.
 
Sonuç, sosyal bilimlerleilgili her ne araştırma yapılırsa yapılsın, bunun bize Onun yaratışında muhakkak anlamlı bir cihet olduğunu göstereceğidir.
 
Düşünürümüzün bu tavrı, sık sık beşerî düşünüşe ilişkin aksiyomlara atıfta bulu­nur ve herkese bunların düşünme, davranış, eylem vs.ye ilişkin sonuçlarını hatırlatır. Onun "İman en önce gelir" cümlesi bu yüzden antropolojik yapılar içerisinde bir yer teşkil eden antropolojik açıklığı kabullenmeyi reddeden modern veya postmo­dern düşünürlere karşı daimî bir meydan okuma hükmündedir.
 
Bazı insanlar bu sözü laiklik veya sekülarizme karşı bir saldırı olarak ele alırlar. Fakat, bu sözü modern veya postmodern mantıkla reddetmek de, cismanî-ruhanî ayrımı içinde ruhanîliğe arka çıkan bir söz olarak görmek de, aslında aynı probleme tamaman farklı çözümler sunuyor gözükseler de ikisi de aynı şekilde yanlış iki tavrı temsil eder. Sözkonusu iki tavır, çöken Roma imparatorluğuna kimin halef olacağı, yerini kimin alacağı meselesiyle birlikte günyüzüne çıkmıştır. Aynı zamanda, bu mesele, siyasî veya ruhanî liderin meşru halefinin kim olacağı meselesiydi: İmpara­tor, yani Cermen kralı mı, yoksa  pontifex maximus, yani Papa mı? Kavga asırlar boyu sürdü ve sonunda Batı Avrupa iki ayrı çözümle yüzyüze kaldı:
 
(a) Roman-Katolikler şu cevabı verdiler: Siyasî kurumların ruhanî kurumlara hâ­kim olması zorunludur. Zaman geçtikçe, bu biçim, bugünkü devlet ve kilise ortak­lığı sonucunu getirdi; fakat, devletin açık bir şekilde hâkim konumda olduğu bir or­taklık idi bu. Ve, bu ortaklık içinde, iş başka herhangi bir manevî hayat tarzının katı bir şekilde bastırılmasına kadar vardırıldı.
 
(b) Lutheran-Protestan Alman bölgeleri sözde "idarî hoşgörü"yü (Toleranz von oben) geliştirdiler. Ondokuzuncu yüzyıl boyunca, nihayet 1945'ten sonra karşılıklı yardımlaşmaya dönüşen bir dizi değişim geçirdi.
 
Ortada her ikisi de güç ve iradeyi ifade edecek açık hiyerarşiler ile apaçık yapı formlarına sahip iki ayrı organizasyon mevcut olduğundan, her iki çözüm de olası durumdaydı. İslâm toplumları asla, Hıristiyanlığın meselâ Alman Federal Cumhuri­yetinde olduğu üzere kamu hukukuna tâbi yaklaşık otuz kilise türünden kurumlara kapı açacak bir yapı oluşturmadığı gibi, bağımsız bir kiliseye de ihtiyaç duymamıştır.
 
İslâm kendi içerisinde bir ruhban sınıfı ve ruhbanlık işlevine izin verecek her­hangi bir teolojik imkân ve yetki tanımaz. Müslümanlar onlar namına araya girip şefaat edecek bir teolojik kuruma ihtiyaç duymazlar. Bunun antropolojik sonucu ise, mü'minin her zaman bizatihî ve doğrudan doğruya ilâhî emirler dizisiyle yüz­yüze olmasıdır.
 
Şayet Batı Avrupalı entellektüeller Said Nursî'nin tavrını ve vaziyet alışını anla­mak isterlerse, bu dikkate değel duruma geri gitmemiz gerekir. O, conditio hu­mana islamica, yani bir İslâm insanının durumudur. Böylesi bir perspektif altında, bir hapishanenin cüz'ü olan bir duvarın, muhteşem biçimde yapılmış bir caminin, veya beşerî varoluşun önünde eğilsin, hiçbir teolojik farklılık sözkonusu değildir. Bu insan tavır ve hareketini müteal açıklığa vereceği cevabı zihninde taşıyarak icra eder; yani, İslâmîterimlerle konuşursak, ibadet ve zikrini bu şuurla yapar. Said Nursî'nin sürekli yaptığı şey budur. O, iman ve dünya ayrımına karşı İslâmî alterna­tifi yaşamıştır. Bu noktada, onun hakkında, Erikson'ın Martin Luther hakkında bir çalışma yayınlaması gibi,psiko-analitik bakış açısından bizim tasarrufumuzda yazılmış bir biyografiye sahip olamayışımıza çok üzülüyorum.
 
Müslümanlar kadar Batılılar da çoğu kez kilisesiz bir topluluğun ortaya koyduğu sonuçlara bakarlar. Bir sonuç olarak, bu inananlar iman, gelenek, davranış, vs.yi nesilden nesile aktaracak başka bir tarz organize etmek sorundadır. Bu noktada aileye ve diğerlerine bakan bir şık, tarih kadar normları ve yorumları da özümseyen öğreticinin sunduğu ilk-örneğe atıfta bulunur. Böylesi daha içe yönelik şahsiyetler kritik olayların vuku bulduğu veya bir toplumun (post-)modern toplumların yaptığı gibi daha dışa yönelik hale gelme eğiliminde olduğu devirlerde, sosyal dayanaklar olarak iş görürler. Said Nursî'nin yaşadığı savaşların herşeyi altüst ettiği; o güne dek yapılagelen davranışları değiştirme zaruretinin belirdiği; ve hariçten gelen görülen ve görülmeyen entellektüel sömürgeciliğin, saldırıların, gelişmelerin ağır kayıplar verdirdiği bir dönemde, yoğun biçimde içe yönelik bir şahsiyet kolayca bir sembol kişilik, bir timsal haline gelir. Eğer bu kişi-dikkate değer düşünürümüzün olduğu gibi-eşi az bulunur bir akıl, karakter ve belagat ile donanmışsa, sıradışı, seçkin bir şahsiyet haline gelecektir. Böyle bir daha içe yönelik karaktere soyut bir benliğin (ego-personality) (post-)modern bakış açısına karşı bir denge unsuru, bir karşı-ağır­lık olarak bakılabilir.
 
Düşüncelerimi şu şekilde özetleyebilirim: Bediüzzaman Said Nursî, bizatihî, yal­nız yaşadığı dönemin meydan okumalarına karşı değil, aynı zamanda müstakbel meydan okumalara karşı İslâmî bir cevap hükmündedir.
 
WOLF D. AHMED ARİES
1938 yılında Almanya'da doğdu. 1953 yılında İslâmla şereflendi.  Psikoloji tahsili yaptı. Ha­len yetişkinlerin eğitildiği bir kolejin müdürüdür. Sağlık eğitimi ile ilgili araştırmalar yaptı ve yayın faaliyetlerinde bulundu. 1972'den bu yana Almanya'da İslâmî faaliyetlere katılıyor. Halen Federal Almanya İslâm Konseyi üyesi ve Almanca Mozlemize Reuue dergisinde yazılar yazıyor. Ayrıca Paderborn Üniversitesinde İslâmî konularda öğretim üyeliği yapıyor.
 
2 Şükran Vahide, Biography, s. 258.
 

HABERE YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.