Mîzâh-ı Nefs / Mîzân-ı Nefs

Hayâta hep aynı açıdan bakmak, bâzen insanı körleştiriyor. Bu sitedeki köşeye mîzâh yazarak başlamıştım. Arada bir ciddî bir mevzûa temâs etmek fenâ olmuyor. Evet, istenirse en ciddî bir vak’adan bile gülünebilecek bir hisse çıkartmak her zaman için mümkindir. Ama bu pek de hakîkat mesleğine uymuyor. Kalendervârî bir düşünce ve görüş, insanı haktan uzaklaştırabiliyor.

Aslında en büyük mizâh insanın kendi nefsindeki ayıpları görüp onlara gülebilmesidir. Ayıbın neresine gülünür? “Sen kendine emânet edilen bunca mühim âlet ve cihâzâtı nasıl olur da böyle basît işlerde kullanırsın? Bu kadar ahmaklık olur mu?” diye nefsi hesâba çekerek, yaptığı aptallığa istihzâ ile bakmak, ona gülmektir. Dikkat edilirse, insanı güldüren husûslar, kendisinin değil, başkalarının yaptıkları hatâlar, düşüncesizlikler, aptallıklardır.

Nefsin eksikliklerine, hatâlarına, belâhatlerine gülmek onu şımartıp işi palyaçoluğa dökmesine de sebep olabilir. Bu gülüşün bir tasvîb ve hoş görmekden değil, kınamak ve alay etmekten ileri geldiğini belirtip kafasına vurmak lâzımdır ki, kendine gelebilsin… Hani bâzı komedi san’atçıları seyircilerini güldürebilmek için çeşitli numaralar yaparlar; bol alkış alınca yerlere kadar eğilirler ya! İşte kendini halka mudhîke yapan nefsin kafasına vurmanın en kolay yolu, onu alkışlamamaktır. Yaptığı akılsızlıkların gülünç olduğunu, takdîre şâyân bulunmadığını anlatmaktır.

Kim kendini insaf ile incelese, bir yığın kusûr ve yanlışlık bulacaktır. Eğer içinde bu hâlleri avukat gibi müdâfaa eden bir ses duyarsa, bilsin ki doğru yere parmak basmış demektir. Çünki, nefis kendini hiçbir zaman hatâlı görmez ve suçlanmak istemez; öyle bir savunmaya girer ki, en cerbezeli hukùk adamına taş çıkartır.

Hele bir de bu eksikliklerini tesbît ederek kendisini îkàz eden bir başka âdemoğlu ise, bu müdâfaa Sokrat’ın savunmasını bile geride bırakır. Sokrat, haklı olduğu bir konuda kendini savunmuştu. Nefisin yaptığı ise bile bile lâdestir. Yalnızca savunmakla kalsa; o da iyidir. Bakarsınız ki, kendi kalesini hücûmdan korumak için, aslanlar gibi karşı hücûma geçer. Kendisini uyaranı bin pişmân etmeden de durmak bilmez.

Şeytân-ı cinnîden aldığı telkîn ve öğrendiği taktiklerle işlediği amellerle öyle bir derekeye iner ki, artık Cenâb-ı Hakk’ın inâyetinden başka onu düzeltebilecek bir güç kalmaz. İnsanın rûh ve aklı, ona bu fırsatı vermeden; tâbir yerinde ise “yılan küçükken başını ezmek” lâzımdır. Daha çocuk yaşlarda iken, İslâmî emirlere uyması için teşviklerde bulunan büyükleri, nefsi gemlemeye alıştırmalıdır. Günahlara ve isyâna alışmayan bir nefis, zaman içinde aklın ve kudsî duyguların tavsiyelerine uymakta zorlanmaz. Yoksa tamâmen başıboş ve istediği her şeyi elde ederek yetiştirildiğinde, aklın ve rûhun tâlimâtlarını pek kaale almayacaktır.

Bilhassa gençlik çağı, hissiyât galebe çaldığından nefsin en galeyanda olduğu bir zamandır. Bu tehlikeli zamanı, âile ve cem’iyetin elbirliği ile göstereceği gayretle atlatmakta ona yardımcı olmak gerektir. Temiz, itâatkâr, inançların gölgesinde büyüyen bir çocuk, çevresinde kendisi gibi yetişenlerin bulunduğu bir vasatta, Allahu Teâlâ’nın izni ile kolay kolay kötü yollara düşmeyecektir. Bâzen ayağı sürçse de basît îkàzlarla çabuk aklını başına alacaktır.

Âilede anne ve babanın çocuklara davranışı Resûlullâh’ın (sav) sünneti üzere olsa, iş, başından düzgün gideceği için büyük bir mes’ele meydana gelmez. Ancak, şefkatin kötüye kullanılması netîcesinde, maalesef, çocuklarımıza gereken İslâmî terbiyeyi veremediğimiz gibi, elimizle bir takım fitne odaklarına teslîm ettiğimiz de inkâr edilemez.

Daha iyi eğitim, daha serbest bir hayât, daha fazla mahâret, daha geniş maîşet filan derken, ciğerpâresini insî şeytânların eline verip, nefislerinin fir’avnlaşmasına sebebiyet verenler, çoğunlukla âilelerdir. Maalesef, devlet müesseseleri de yalnızca dünyâyı düşünüp, çocukların mânevî tarafını ihmâlde bir beis görmeyen kimselerin elinde olduğundan, âilenin yapamadığını devlet hiç yapmamakta; hattâ elinden geleni esirgemeyerek yavrucukları tamâmen din dışı bir yola sevk etmektedir.

Günahsız çağında nefsinin isteklerinin hiç reddedilmeden yerine gelmesine alışan, gençlik çılgınlığında hayvânî hissiyâtın te’sîri altında kalan insan; orta yaşlarda ne günahtan, ne haramdan, ne ayıptan haberdâr olmadan yaşayacak ve Allah korusun, bu hâliyle ihtiyârlıktan mezâra yuvarlanacaktır.

Nefis, hatâlarını son nefesini verirken bilse de, artık yapılacak hiçbir şey kalmadığından, son pişmanlık fayda vermeyecektir…

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.