Meyve Risalesi üzerine notlar

Bediüzzaman Meyve Risalesi’ni Denizli Hapsinde iki Cuma gününün mahsülü olarak tanımlar. Gariptir Meyve Risalesi ve Bediüzzaman’ın hapishanelerde yazılan eserleri Ankara’da batı klasikleri ülkenin yeni kültürü olarak ilan edildiği bir döneme rastlar. Cumhuriyeti kuranlar, camileri yasaklayıp, ezanı susturup, Kur’an’ı hurfe-i nisyana attıkları, Osmanlı kültürünü, tarihini, muhtelif milletleri bir potada eriten kültürü bir kenara koyup, Osmanlıcayı, Osmanlı edebiyatını, Divan edebiyatını suçlu ilan ettikleri ve yerine Avrupa edebiyatının eserlerini yeni bir köksüz millet oluşturmak için zorla topluma iteledikleri bir dönemde Bediüzzaman bir cumhuriyetçi olarak içi boş cumhuriyetin içini doldurmak için bir milleti Avrupa ortalarına, Asya Bozkırlarına, Afrika’ya koşturan felsefenin temel  dayanağı olan imani ve İslami öğretiyi haplar şeklinde, kompirmeler şeklinde yazarak o olumsuz şartlarda hiç  kimsenin yapmadığı ve yapamadığı ve yapamayacağı bir büyük iş yapmıştır. 

Namık Kemal için Süleyman Nazif’in babası “Millet dedi, millet dedi, millet dedi gitti” der. Millet ihtilal hevesi ile Hogo, Monteskiyo, Ruso hayranlığı ile elde edilemezdi. Türkçüler sadece Türk dediler, millet dediler ama milletin önüne büyük, milleti büyük yapan şeyleri koymadılar, sadece millet demekle millet inşa edilemezdi. Bediüzzaman “Millet eski haşmetine ancak bu eserlerle varabilir” dedi. Ömer Seyfettin, Başını Vermeyen Şehit’te bir harika kahraman anlatır, ama o kahramanın nasıl ortaya çıkması gerektiği konusunda bir şey söylemez. Tanpınar A. Şinasi Hisar, Selim İleri kaybettiklerimize ağlarlar, Bediüzzaman ağlamaz, en zor şartlarda başkasının günahına ağlar. Biz kendi günahımıza bile ağlamazken o Eskişehir hapishanesinde oynayan kızların yıllar sonraki manevi sefaletini görünce ağlar, bizim için ağlamış bir adam, ne adam değil mi? Nasıl bu adamın hayranı olunmaz ki? Ama hayran olmak yetmez hayran edilmesi gereken bir adam.

Hapishaneler acil servisler gibidir, acil servise gelen insanlara edebiyat yapılmaz, acele ihtiyacı olan tedavi gerekir, acele ilacı ve müdahalesi gerekir. Yoksa mekanı tebdil olur. Bediüzzaman kaderin sevki ile hapishanelere düşmüştür. O büyük insanı hapishanelere çürütmek için atan felsefeye bak; cumhuriyet  felsefesi. Kant’ın mezarı nakledilirken kemiklerini çalarlar hatıra olsun diye, şu Bediüzzaman onlarla kıyaslanabilir mi? Onlar ehli kemali başlarının üstünde dolaştırırken biz ölsün diye merdiven altlarına, hapishanenin en olumsuz örneklerine atmışız, ama “bir şema ki Mevla yaka üflemekle sönmez…” Allah’ın dinini, ataları asırlarca hak dini dünyaya taşımış bir milletin çocuklarını kitapsız, Kur’ansız bırakmaz. Bediüzzaman da dirilen milyonlarca hak için ölmüş başların kafalarındaki imandır, aksiyondur.

Bediüzzaman Meyve Risalesinde üslub endişelerini bir kenara bırakır, çünkü  hayatını karartmış insanlara imdada gönderilmiştir, onlara bir dost gibi, bir arkadaş gibi konuşur. Şimdi şu Birinci Mesele’nin girişini okuyalım o gözle. Konuşmada sürekli biz zamiri kullanılır. Biz kim? Yazar ve hapishanedeki öğrencileri. Bu kısa metinde en çok tekrar edilen biz ve ona bağlı fiillerdir. Onlarla uhrevi bir sohbet yapar.

“Her gün yirmidört saat sermaye-i hayatı  Halıkımız bize ihsan ediyor, ta ki  iki hayatımıza  lazım şeyler  o sermaye ile alınsın. Biz kısacık hayat-ı dünyeviyeye  yirmi üç saati sarfedip beş farz namaza kafi gelen  bir saati  pek çok uzun olan hayat-ı uhreviyemize    sarfetmezsek, ne kadar hilaf-ı akıl  bir hata  ve o hatanın cezası olarak  hem kalbi, hem ruhi sıkıntıları  çekmek ve o sıkıntılar yüzünden  ahlakımızı bozmak ve meyusane hayatını geçirmek  sebebiyle  değil terbiye almak belki terbiyenin aksine  gitmekle  ne derece hasaret ederiz, kıyas edilsin.” (Ş, 165)

Ne kadar dramatik değil mi, bir hükümdar her sabah yirmidört altın veriyor, çok insan o yirmidört altını teneke bile etmeyen derecede ucuz işlerde sarfediyor veya ediyoruz. Fatih’in bir saati kaç altındır, ya Bediüzzaman’ın, ya Allah Resülünün (asm) bir saati kaç altındır? Ya seninki kaç altın? Hangimiz sabahları bana ihsan ettiğin yirmi dört altını Rabbim bugün senin için en ideal, en muktesidane kullanacağım, paraları ne yaptın hitabına maruz kalıp utanmayacağım diyoruz. Böyle düşünerek yaşıyor muyuz, ben yaşamıyorum yaşayana helal, binlerce helal olsun. Ne kadar akla aykırı bir hatadır, buna vurgu yapıyor, ne kadar hilafı akıl. Dedikodular uğruna siyasi toplum mühendisliği yaptığımız bu günlerde altınlar paslı tenekelere dönmüş. Leitmotif yapalım Kur’an‘da “keziban”ın tekrarı gibi, paslı  teneke, paslı teneke, paslı teneke... Bediüzzaman namaz konusunda Sözler’deki Dördüncü Sözü burada kısaca hülasa etmiştir. Burada mahpusların zihinlerine daha seri bir şekilde daha sade bir şekilde anlatmıştır.

Öyle sarsıcı ki Meyve Risalesinin üslubu, hiç maneviyat dersi almayıp hapse düşmüş insanlara  fersude binaları yıkıp yerine yeni binaları yapmak gibi, yıkıyor yıkıntının içinden yeni bir insan çıkıyor.

“Ölüm o kadar  kati ve zahirdir ki bugünün gecesi  ve bu güzün kışı gelmesi gibi  ölüm başımıza gelecek.” Ne kadar dramatik, bugün şu içinde yaşadığımız gün nasıl gece olacak o katiyette ölüm gelecek. Demek her gün hayat her gece ölüm. Zaten ölümü Dokuzuncu Sözde geceye benzetiyor. Bir de geceyi gençliğe benzetiyor. Nasıl geceleyin insan etrafı seçemezse gençlikte de seçemez sağı solu önü arkayı. Ne kadar harika bir benzetmeler dünyası var. Hayatla bağlantılı ölüm dersi, güz ve kış, güz ihtiyarlık kış ölüm. Güzü gören kışın geleceğini görür. Her benzetme bir sinema. Meyve Risalesi harika bir  tiyatro ve sinema veya resimli roman. İlahiyat, imam hatip, hacı hoca, nerde? Sanat okuyan yok ki. Bediüzzaman’ın nasıl bir dramatürji dersi verdiğini nerden çıkarsınlar, her hakikat onun dilinde birden plastik bir madde gibi bir tiyatro sahnesine dönüyor.

“Bu hapishane nasıl ki  mütemadiyen çıkanlar ve girenler için  muvakkat bir misafirhanedir, öyle de bu zemin yüzü dahi acele hareket eden kafilelerin  yollarında bir gecelik konmak ve göçmek için bir handır.” Cümleye bak. Dünya ne imiş bir gecelik konmak ve göçmek için bir han. Bir gecelik han. Hem konacaksın hem de göçeceksin. Konmak bir sorun göçmek de bir sorun. Ne örnekler düşününce mana ortaya çıkıyor. Bir geceye sığdırılmış ne emellerimiz var, hepsi bir gece yarısı gelmek yarısı da göçmek için, hazırlık ile.  Dünya misafirhane ama muvakkat geçici misafirhane. Bir de “acele hareket eden kafileler.” Hem acele hareket eden, hem bir gecelik, hem konmak hem de göçmek. Gel de bu kararsız kelimelerle kararlı yaşa. Anladığımı iddia ediyorum.

Ondan sonraki cümle daha trajik, korkutucu. “Her bir şehri yüz defa mezaristana boşaltan ölüm elbette hayattan ziyade bir istediği var.” Bunu nasıl hayal etmiş ölüm bir şehri götürmüş mezarlığa boşaltmış bir daha gelmiş boşaltmış , yüz kere böyle boşaltmış. Tabut onun küreği, mezarcının küreğinden farksız. Hayal et mezarlığa giden tabutları, arkasından insanlar, mezarcı, toprak ve defin. Sonra ağlayarak eve dönen ve dünyayı parlatmaya çalışan ve yolda yine siyasi mimari dehalarının konuşmaları.

Üçüncü mesele, sinema üslubu ile kaleme alınmış ömrün dini anlamda sorumlu geçmesini anlatan dramatik bir anlatımdır. Eskişehir hapishanesinde bir hatırasından hareket eder. Lise mektebinin büyük kızlarını hapishane penceresinden görmüş onların geleceklerini okumuştur. “Birden manevi bir sinema ile elli sene sonraki vaziyetleri bana göründü. Ve gördüm ki o elli altmış kızlardan ve talebelerden kırk ellisi kabirde toprak oluyorlar, azap çekiyorlar. Ve on tanesi yetmiş seksen yaşında çirkinleşmiş, gençliğinde iffetini muhafaza etmediğinden sevmek beklediği nazarlardan nefret görüyorlar. Kat’i müşahade ettim. Onların o acınacak hallerine ağladım.”

Bu cümlede dikkat çekilmek istenen çok öğe var. Bir imaj “gençliğinde iffetini muhafaza etmemek”tir. En değerli tarafı olan kızlığını, kadınlığını sakınmadan yaşamak, haramdan, haram davranışlardan sakınmamaktır. Bugün de iffetsiz yaşamak dikkat edilmeyen bir davranıştır. Dindarlar bile ilişkilerinde Allah’tan korkmadan kendini sakınmadan ne konuşmasına ne de davranışlarına dikkat etmeden yaşıyorsa iffetini korumak bir sorun olmaktan büyük oranda çıkmış. Adeta iffetini koruyarak yaşayan çok az insan var desek yerindedir. Bir başka ifade kabirde toprak olmak ve azap çekmektir, vücut bir taraftan toprağa dönüşürken diğer yandan azap çekmek nasıl bir tesbit, etkileyici. Sevmek beklediğini nazarlardan nefret görmek, bu da günahın sosyal etkileri sınıfına giriyor. Allah’tan korkmayan insanların ayıplamalarına ilgisizliklerine maruz kalıyor. Bir cümleye ne kadar dramatik ve etkileyici temalar yüklemiş, kabir, toprak olmak, iffet ve onu muhafaza edememek, azap çekmek. Bu bahiste Bediüzzaman bir şahısla dialoga girer o şahıs “sefahet ve dalaleti terviç  eden bir şahs-ı manevi, insi bir şeytan”dır. Onun dalalet fikirlerini çürütmek için konuşur. Buradaki önemli cümlelerden biri “lezzet ve zevk için ölümü hatıra getirmemektir.” Lezzet ve zevk için ölümü hatıra getirmemek bu da bugün kalıp bir davranışa dönüşmüştür. Ölümü hatıra getirerek yaşamak sorumlu bir yaşama tarzıdır.

Dördüncü mesele, öncekilere oranla farklılık gösterir. Dünya savaşı sırasında kendini savaş haberlerine kaptıran insan tiplerini ikaz için yazılmıştır. Her devirde bir ülkede insanın kendini boşu boşuna kaptırdığı meseleler vardır. Türkiye bir sahne sahneden hiçbir zaman oyunlar eksik değil, insanlar oyunun kalitesine bakıp sahneden ayrılacağına herkes kalitesiz oyunları seyrederek ömrünü heba ediyor. O gün savaştı bugün de iki şahsın ve onları temsil eden zihniyetlerin savaşı. Bu bahsin odak cümlesi can alıcı cümlesi şudur: “Evet bu cihan harbinden daha büyük  bir hadise ve bu zemin yüzündeki  hakimiyet-i amme davasından  daha ehemmiyetli bir dava, herkesin ve bilhassa Müslümanların başına öyle bir hadise öyle bir dava açılmış ki  her adam eğer Alman ve İngiliz kadar kuvveti ve serveti olsa aklı da varsa, o tek davayı kazanmak  için bilatereddüd sarfedecek.”

Burada hukuki bir dava açılmış insan ise o kendini ilgilendiren davadan haberi yok. Hakkınızda dünya hakimiyetinden daha büyük bir dava açılmış sizin veya benim o davadan haberim yok, Hazreti Peygambere “ey elbisesine bürünmüş adam kalk ve hakkı tebliğ et” denince Hazreti Hatice artık bundan sonra bize rahat yok, der. Mücahadesiz bir yaşama tarzı rahat bir durumdur. Bu yönden bakınca islamı tebliğ ve yaşamak sorun olmaktan çıkmışsa insanlar rahattır ama rahat değildir, çünkü rahat zahmettedir, halbuki zahmetsiz hayat rahat olarak algılanır, insanlar birbirine “nasılsın, rahat mısın, çok rahatım Allah’a şükür“ derler. Bediüzzaman “fıtraten müteheyyic olan insanın rahatı say ve cidaldedir” sözü ile rahatın say ve cidale olduğunu söyler, neredeyiz herkes kendine baksın. Say ve cidal nerede dünya için  dünyevi istekler için say ve cidal. Din ise bir dekor gibi. Asıl oyun din iken din bir fon durumuna dekor durumuna düşmüş.

Beşinci mesele gençlik hakkındadır. Bahsin girişi tam bir sahneleme metodu ile kaleme alınmıştır. Ölüm bahsini anlattığı ikinci meselede kullandığı bir cümleyi burada gençlik konusunda kullanır. Orada “bugünün gecesi ve bu güzün kışı gelmesi gibi ölüm başımıza gelecek.” Ölüme değişimden hareketle gider, bugün değişir gece olur, bahar yaz ve kışa döner, ölüm de bu değişme ve dönüşme gibidir. Beşinci meselede yine ayrı görsel tekniği kullanır: “Gençlik hiç şüphe yok gidecek. Yaz güze  ve kışa yer vermesi ve gündüz akşama ve geceye değişmesi katiyetinde gençlik dahi ihtiyarlığa ve ölüme değişecek.” Gençlik ihtiyarlığa değişecek, ihtiyarlık da ölüme değişecek. Ne kadar ikaz edici hergün bu sözlerden birini okuyup hayata atılmak. Yazın güze, sonbahara değişmesi katiyetinde, yaz illa sonbahar olacaktır, ondan kaçmak mümkün değilse, ihtiyarlık ve ölümden de kaçmak imkansızdır. Burada gençlik için iki kelime kullanır. İffet ve istikamet. Meyve Risalesinde hapislere söylemlerinde dikkat ettiği bir şey hapishane penceresinden gördüğü kızlardaki iffet konusu ve gençlerdeki iffet konusu. Gençliğe şükür iffet ve istikamettir.

Altıncı mesele ilimlerden Allah’a giden yolları anlatır. Risale-i Nur’un temel argümanlarından biridir. İlimleri Allah’tan bağımsız kullanan batı düşüncesine göre bakmaktayız. Okullarımızda ilim Allah ile bağlantılı anlatılmıyor. Allah ile bağlantılı olmayan anlatımlardan rahatsız  talebeler Bediüzzaman’a şikayet de bulunurlar. “Bize Halıkımızı tanıttır, muallimlerimiz Allah’tan bahsetmiyorlar.” Bediüzzaman ilim tarihinin bu büyük yanılgısını büyük bir cümle ile ortaya koyar. Halide Edip milli mücadelenin önemli bir uzvu iken yeni devletin yapılanmasında kendisine söz hakkı telakkilerine önem atfedilmeyince Avrupa’ya kaçmak zorunda kalır, tıpkı Bediüzzaman’ın Van’a gitmesi gibi, Avrupa’da çok sıkıntılar çekerler. Eşine, Adnan Adıvar’a orada bir meşguliyet bulur o da “Tarih Boyunca İlim ve Din” isimli kitabını yazar. Çok etraflı bir konu.

Bediüzzaman da ilim ve din konusu çok önemli kendinden önceki din müceddidlerinin hiçbirisi böyle bir sorunla karşılaşmamıştır. Bediüzzaman ilim ve din, din ve felsefe, kelam ve felsefe, felsefe ve düşünce konularında azametli bir yorumcudur. Bunların her biri önemli bahislerdir. Bediüzzaman’ın sözü şu “Sizin okuduğunuz fenlerden her bir fen kendi lisanı mahsusu ile mütemadiyen Allah’tan bahsedip Halık’ı tanıttırıyorlar, Muallimleri değil onları dinleyiniz.” Biz bu şablonu hala ilkokul lise ve üniversitede kullanamıyoruz, halbuki Bediüzzaman’ın eğitim projesinin en önemli ayağı budur. Gizli ateizm sınıflarına ilahi bakış açısı ile bakmak. Burada eczane, fabrika, depo ve iaşe anbarı, ordu tanzimi, şehirde elektrik lambalarının tevzii, dağıtımı, bir kitap ve yazarı, konularında örnekler verir ve şu sonuca varır.

“İşte bu fenlere kıyasen yüzer fünundan her bir fen geniş mikyasiyle ve hususi aynasıyla ve dürbinli gözüyle ve ibretli nazarlarıyla bu kainatın Halık-ı Zülcelal’ini  esmasıyla bildirir, sıfatını, kemalatını tanıttırır.” Fen için şu cümleleri kullanır. “Geniş mikyas, hususi ayna, dürbünlü göz, ibretli nazar.” Bütün nurlardaki fenni ve ilmi bahislerde bu dört şey uygulanmıştır. En çok Allah’a açılan kapıları olan bir ilim Astronomidir, Bediüzzaman birçok yerde bu ilimden Allah’a giden kapıları gösterir. Hazreti Peygamberin gökyüzü ve yıldızları seyrine Hazreti Hatice dikkat eder, dalıp gittiğini söyler.

Kur’an da hep arz ve semaya, yıldızlara dikkati sürekli tekrar eder. Bediüzzaman da bütün hayatı özellikle Barla yıllarında hep semaya nazır oturur özellikle Barla’daki ağaç bir rasathanedir. Oradan dürbin yani dur uzak demek bin gösteren dürbin uzağı gösteren demek o rasathaneden bütün aleme bakar.  Bilimin geniş mikyasını, hususi aynasını, dürbinli gözünü ve ibretli nazarını görmüş ve eserlerine uygulamıştır.

Yedinci mesele Haşir risalesi, Lasiyyemalar, 29 Söz’ün kısa ve sade bir hülasasıdır.Bediüzzaman sorgulama tarzı ile ahireti burada yeni bir üslupla anlatır. “Ahiretimizi  başta o bildiğimiz Rabbimizden, sonra Peygamberimizden, sonra Kur’an’ımızdan, sonra sair peygamberler ve mukaddes kitaplardan sonra melaikelerden, sonra kainattan soracağız.” Sorular kimden sorulacak
Rabbimizden,
Peygamberimizden
Kur’an’ımızdan
Sair peygamberlerden
Mukaddes kitaplardan
Melaikelerden
Kainattan.

Yedi sorgulama kalıbı var burada, eserlerdeki bütün sorgulamalar bu yedi şey üzerine cereyan eder. Allah’tan sorunca şöyle cevap alır “Evet ahiret vardır ve sizi oraya sevkediyorum, ferman ediyor.” Özellikle Onuncu Söz burada özetlenmiştir daha sade bir dille. Allah neye dayanarak bize ahiretin varlığını anlatır. Elçileri, fermanları, isimleri ve sıfatlarıyla, bu şablon Bediüzzaman’ın ahiret konusundaki bahislerinin anahtarıdır. Elçi, ferman, isim, sıfat. O kadar canlı bir sorgulamadır.
Sekizinci mesele, öldükten sonra dirilme hakikatinin günlük hayatın evrelerine bakan şekilde izahıdır. İnsan, çocuklar, ihtiyarlar, gençler, hastalar, mazlumlar, müsibetzedeler, aile, hane, şehir ve memleket üzerindeki tesirler anlatılır. Meyve Risalesinin anlatım teknikleri çok zade ve özetleyici ve özel tasniflerden, programlardan oluşmuştur.

Denizli şehri bu eser ile övünebilir, Denizli’den dine ve Allah’a bir deniz değil koca bir okyanus açmıştır Bediüzzaman. Anadolu şehirleri onunla nurlanmış ve parlamıştır. Hep İstanbul demişiz kültürümüzün odağında o şehir, Bediüzzaman sürgün yıllarında Anadolu şehirlerini dolaşmış ve önemli eserler yazmış ve sadece İstanbul olmadığımızı anlatmıştır. Barla-Isparta, Denizli, Eskişehir, Afyon, Kastamonu  milli mücadele coğrafyasıdır, o mücadelenin eksiği dini mücadeledir, istiklalin kabuğu inşa edilmiş Bediüzzaman bu kabuğun içini doldurmuştur. Sakarya savaşı kadar daha da öte Haşir ve Ayetül Kübra savaşları vardır, küfrü mutlaka karşı savaş.
Dokuzuncu mesele, iman hakikatleri arasındaki ilişkiyi anlatır. “İman altı rüknünden çıkan öyle bir vahdani hakikattir ki  tefrik kabul etmez, ve öyle bir küllidir ki tecezzi kaldırmaz. Ve öyle bir küldür ki kabil-i inkısam olmazlar. Çünkü her bir rüknü imani  kendini isbat eden  hüccetleriyle sair erkanı imaniyeyi isbat eder. Herbiri her birisine gayet kuvvetli bir hüccet-i azam olur.”

Onuncu mesele, Kur’an‘daki tekrarata cevap veren bir bahistir, şeytan ile yapılmış bir büyük meydan savaşıdır. Onbirinci mesele Cebrail, Mikail, İsrafil, Azrail gibi büyük meleklerden hareketle meleklere iman rüknünü tatlı ve mantıklı bir kıvamda anlatır.
Meyve risalesi kıyamete kadar meyveleri yenilecek meyvedar bir ağaçtır. Nice insanlar onun meyvelerini yiyerek ahirete aç biilaç değil imani bir doygunlukla, mümince bir tatminle gitmişlerdir ve gideceklerdir. Allah bizi bu meyvelerden gaflet ettirmeye.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
1 Yorum