Mevlanayı doğru anlamak

Mevlâna Celâleddin-i Rumî fitnelerin çoğaldığı bir asrın müceddidi olmuştu.

Mevlânâ'nın ismi daha küçükken çevrede fazilet ve irfanı sâyesinde "istikbâlin büyük insanı" intibaını uyandırmıştı. Konya'ya yerleşmesi de ilhâmî bir hâdiseye dayanır. Sultan Alâaddin onu bir medreseye yerleştirdi. Orada çevresine ilim ışıkları saçtı.

Mevlâna Fazilet Sahibi Bir Zattı

Mevlâna'yı "hümanist bir ozan" şeklinde takdim etmek, Mevlânâ'nın Kur'an'a, Resûlüllah’a (a.s.m.) dayanan manevî fazilet menba'larını gözardı etmektir. Hümanistliğin özünde bulunan inkârcı fikirler, Mevlânâ'nın hayatında ve tefekkür dünyasında asla yoktur.

Orta Asya'nın Türkistan bölgesinin (Bugün Afganistan sınırlan içerisinde) Belh şehrinde (Hicri 672, Miladi 1207) tarihinde dünyaya gelen Mevlânâ'nın asıl ismini babası ve devrin en büyük âlimlerinden olan Sultanül Ülemâ Baha Veled, "Muhammed Celâleddin" olarak koyar.

Geleceğin büyük Mevlânası, küçük Celâleddin böylece fazıl ve âlim bir babanın ikinci oğlu olarak annesinin ve yetişkin müridlerin terbiyesi altında büyüyor ve "İnsan-ı Kamil" mertebesine yükselmek için gayret gösteriyordu.

Belh şehrinin büyük âlimlerinden olan Fahreddin-i Râzî ile bir îtikad meselesinden dolayı arası açılan Baha Veled Belh'ten ayrılmaya karar verir. Kendisinin de nereye yerleşeceğini bilmediği halde Belh şehrinden ailesi ile birlikte ayrılır. Baha Veled'in Belh'ten ayrılırken son sözü şöyle olmuştu: "Ben gidiyorum... Benim ardımdan çekirge sürüsü gibi dünyaya yayılan Moğol askerleri, Horasan ülkesini zapdedecek, Belh halkına ne yazık ki ölümün acı hakikatını tattıracaktır." Ve Baha Veled'in göçünden kısa bir müddet sonra Horasan ülkesi 1214 yılında Cengiz'in vicdan, merhamet nedir bilmeyen çapulcu sürüsü tarafından yakılıp yıkılmış, halkı ise merhametsiz bir şeklide vahşice kılıçtan geçirilmiştir.

Sultan Baha Veled'in kafilesi yola çıkmış ağır ağır yol alarak menzile ulaşmaya çalışıyordu. "Bu kervan ki, yükü ne altın, ne gümüş, ne dünya nimetlerini, ne Hind'in amberini, ne de Çin'in ipeklisini taşıyordu. Bu kervan; ilim, kitap ve nur yüklüydü. Ne muhafızı, ne silâhı ve ne de kılavuzu vardı. Muhafızı Allah, kılıcı iman, kılavuzu ilimdi."

Kafilenin İlk durağı Nişabur şehri olmuştu. Bir iki günlük dinlenmeden sonra kafile tekrar yola koyulmuş, kervan Bağdat'a doğru yol alıyordu. Kafilenin Bağdat'a yaklaştığını anlayan Bağdat Halifesi Sühreverdi Baha Veled'in dizini öpmüş ve kendi konağına davet etmişti. Baha Veled imamlara medrese daha münasiptir, diye bu daveti kabul etmedi ve Bağdat’ın büyük camilerinden birine bir kaç günlüğüne yerleşti. Bu zaman zarfı içerisinde Bağdat halkına çeşitli vaazlar vermiş ve onları coşturmuştu. Kafile tekrar yola koyulur, önce Kûfe şehrine oradan da Mekke'ye hareket eder.

Mevlana ve babası derin bir huşu içerisinde Kâbe’yi tavaf etmiş, her Müslümana farz olan hac borcunu da böylece eda etmişlerdi. Mekke'den Medine’ye geldiler. Burada peygamberimizin türbesini ziyaretten sonra kona göçe Kudüs'e geldiler.

Medine'den Karaman'a…

Yolculuk aylarca sürmüş, kızgın çöller sabır ve sükûnet içerisinde aşılarak, Şam şehrine gelinmişti. Burada kendisine yapılan bütün ısrarlara rağmen, "Allah yurdumuzun Anadolu topraklarından olmasını buyuruyor. Bizim durağımız Konya şehri olacaktır" diyerek kafile tekrar yola koyuldu. Halep, Malatya, Erzincan, Sivas, Kayseri, Niğde yoluyla Karaman'a geldiler. Karaman'da da bir müddet kaldılar.

Bundan sonra Mevlâna, önce annesini bir müddet sonra da ağabeyini kaybetti. Bu hadiseler Mevlâna'yı can evinden vurmuştu. Ancak O bu ayrılığın geçici bir ayrılık olduğunun şuurundaydı. Bir müddet sonra kendisinin de onlara kavuşacağını biliyordu. Ölümü, sevgiliye ve sevdiklerine bir kavuşma olduğunu bildiği için bütün gücüyle kendisini iman hizmetine adadı.

Mevlâna'mn gün geçtikçe ismi etrafa yayılıyor, herkes ondan ders almaya başladı. Bu haberi duyan Selçuklu Sultam I. Alâaddin Keykubat Mevlâna'yı Konya'ya davet etmiş ve Mevlâna da bu daveti kabul ederek Konya'ya yerleşmek üzere hareket eder. Konya halkı büyük bir heyecan ve kalabalıkla Mevlâna'yı karşılarlar. Sultan Alâaddin Mevlânâ'nın arzusu üzerine onu bir medreseye yerleştirir. Artık Mevlana millete vaazlar vererek ümit ve yaşama sevincini aşılar.

Günlerden bir gün Mevlâna camilerden birinden vaazdan dönerken aniden eline iki çıplak kolun yapıştığın hissederek ve daldığı mütefekkir düşünceden silkinerek uyanır. Mevlânâ'nın aniden yolunu kesen bu kişi, yıllar önce Şam'da gördüğü ve Bir daha görmeyi istediği halde kendisinden haber alamadığı Şems-i Tebrizî'dir. Artık iki deniz birbirine kavuşmuştur.

Mevlânâ'nın devamlı Şems'le meşgul olması müridleri arasında huzursuzluğa sebep oldu. Bu durumdan müteessir olan Şems, bir sır olup ortalıktan birden kayboldu. Bu aniden kayboluş Mevlâna'ya çok dokunmuş acı ve hasret dolu şiirler söyletmiştir. Artık ayrılığa dayanamayan Mevlâna, oğlu Sultan Veled'i Şems'i bulup tekrar Konya'ya getirmesi için yola çıkarır. Veled Çelebi uzun ve yorucu bir yolculuktan sonra Şems-i Tebriziyi Şam'da bularak Konya'ya getirir. Şems'in Konya'ya gelişi ve Mevlâna'yla tekrar buluşması bir hadise olur. Artık Mevlâna coşuyor ve bu cezbeyle eşsiz şiirler söylüyordu. İki dostun yine birbirine olan sevgisini çekemeyen bazı kişiler Şems'i bir gece "ziyaretçin var diyerek dışarı çağırır ve onu öldürürler. Ancak bu hadise kaynaklarda ihtilaflıdır. Asıl bilinen olay, Şems'in ortadan aniden kaybolmasıdır. Artık orada mı veya başka bir yerde mi öldüğü meçhulümüzdür.

Şemsin ortadan kaybolmasından sonra Meviâna dalgın dalgın Konya çarşısında dolanırken Kuyumcular Çarşısında Selâhaddin Zerkûbi adından bir kuyumcunun çırakları altınları ince levha haline getiriyorlardı. Bu levhalardan ahenkli bir ses işiten Mevlâna bu sesi duyar duymaz hemen kendinden geçmiş ve semâ'a başlamıştı. Ona göre Selâhaddin çıraklarına hiç ara vermeden çekiçleri vurmalarım söyler. Ve kendisi de Mevlâna ile birlikte dönmeye başlar. Mevlâna Şems'i kaybetmiş ama Selâhaddin'i bulmuştu. Fakat Selâhaddin Zerkûbi de kısa bir müddet sonra bu dünyadan göç eyledi.

Artık Mevlâna bu ayrılıklara şiirler söylüyor, bu şiirlerden Mesneviler, Divan-ı Kebirler meydana geliyordu. Herkesin başına geleceği ölüm Mevlâ-na'nın da başına gelecekti. Günden güne sararıp solan Mevlâna senelerdir aşkıyla yanıp tutuştuğu ebedi arzusuna kavuşuyordu. O ölümden hiç bir zaman korkmamış ve ölümü gülerek karşılamıştı.

Mevlâna'nın felsefesine göre “ölüm, idam değil, hiçlik değil, fena değil, inkiraz değil, ebedi bir ayrılık değil, yokluk değil, tesadüf değil, belki bir Fâil-i Hâkim-i Rahim tarafından bir terhistir, bir tebdil-i mekândır. Asıl vatanına bir sevkiyattır. Bütün ahbabların bulunduğu berzah âlemine bir kavuşma kapısısıdır.”  Mevlâna buna inanmıştı ve 17 Aralık 1273 tarihinde o da inandığı vatan-ı aslisine ve sevdiklerine kavuştu.

mevlana.jpgMevlâna bütün dünya tarafından sevilmiş ve sayılmıştır. Fakat bazı bozuk ve sapık fikirliler, Mevlânayı kendi batıl felsefelerine alet ederek Onu "Hümanist" olarak tanıtmaya çalışmışlar. Tek kelime ile Mevlâna hümanist değildir. Hümanist kelimesinin sözlükte karşılığı aynen şöyledir.

Edebiyattaki manası: İslâmiyet’e ters düşen ve aykırı olan bir akım olup Yunan ve Latin edebiyatının taraftarlığını yapmak anlamına gelmektedir. Felsefdeki manası ise: İnsanın menfaatini hayatta değer ölçüsü kabul eden ve dine tabii olmayan insana aşırı hâkimiyet vermek isteyen materyalist bir akım ve ve sapık bir nazariyedir.

Bu tarifin, ışığı altında Mevlâna'yı Hümanist olarak tanımak büyük bir cahillik ve vicdansızlık olur. Hümanizma fikrine ilk olarak Yunanlılar, çıkmış daha sonra da materyalistler sahiplenmişler. Hümanizma fikrine göre bütün insanlar sevilmeliymiş! Evet, biz Yunus'un dediği gibi sadece insanı değil, bütün varlıkları Allah'ın harika birer sanat eseri ve Onun isimlerini yansıtan birer ayna olduğu için severiz.

“Elif okuduk ötürü, Pazar eyledik götürü. Yaratılanı hoş gördük, Yaradandan ötürü...”

Evet, Meviâna Hümanist değildi. O hiç bir zaman Kur’an ve Sünnetin çizgisinden çıkmadı. Zira O sevmediklerine de acımış ve şefkatle yaklaşmıştır.

Mevlâna, imanı tam, gönlü geniş, Allah aşkıyla kendinden geçen ve Peygamberimize sonsuz sevgisi olan dört başı mamur bir Müslümandı. Mutlak hakikate ulaşabilmek için aşk ve vecdle, Allah'ı seven O'na hamdeden mütefekkir bir sûfiydi. Bütün eserleri bu aşk, vecd ve ham -dü senadan başka bir şey değildi. Mevlâna kendisini yanlış tanıtmak niyetinde olanlara seneler öncesinden şöyle sesleniyordu:

“Men bende-i Kur’ânem eger cân dârem.

Men Hâk-i Reh-i Muhammed Muhtârem,

Eğer nakl küned cüz in kes ez güftarem,

Bizârem ez u, vez ân suhen bizârem.”

Yani: Benden can olduğu (varolduğum) müddetçe Kur'anın kölesiyim. Ben Hz. Muhammed Muhtarın yolunun toprağıyım.

Birisi benim sözlerimden bundan başka bir söz naklederse

O Kimseden de o sözden de bizarım.

Yine Mevlâna’ya mal edilen şu mısralar:

“Yine de gel! Yine de gel. Ne isen öyle gel.

İster kâfir, ister Mecusi, ister putperest ol yine de gel!

Bizim dergâhımız ümitsizlik dergâhı değildir.

Yüz kere tövbeni bozmuş olsan yine de gel!”

İfadeleri de bazı kaynaklarda ona ait olmadığı söylenmektedir. Ziya Paşa Harabat adlı eserinde bu rubainin Mevlâna'dan çok önce söylenmiş olduğunu bildirirken İranlı Prof. Fruzanfer ve Mevlâna'nın soyundan gelen Veled İzbudakın hazırladıkları Mevlâna'nın rubaiyatlarında bu dörtlüklere rastlanılmamaktadır.

Ölümünden Bunca Asır Geçtiği Halde Mevlâna Gerçeği Tam Anlatılamadı Ve Anlaşılamadı.

Mevlâna, tefekkür âleminde bir kutuptur.

MEDHİYELER/Pakistan'ın millî şairi Muhammed İkbâl, Mevlâna hakkında şâheser ifadeler sarfederek şöyle diyordu: 'Ey içi nur dolu mürşid, 'Aş ve iman kervanının lideri', Ahlâksızlık çirkefinin bir bir tûfân halinde her tarafa taşınıp uzana­rak her fazileti boğmaya koyulduğu kara günler­de senin feyzinden kuvvet alıyoruz!.."

Büyük ruh mimarı, manâ ve ruh âleminin büyük mütefekkiri Hz. Mevlâna hakkında yedi asırdır, doğudan batıdan dost dilinden düşman dilinden çok şeyler söylendi. Daha da söylenecektir.

Sonsuz aşkın, ulvi mukaddes inancın büyük kılavuzu, büyük mütefekkir, büyük şair Mevlâna İslâm düşüncesiyle dopdolu olarak, asırlardan beri bütün, İnsanlığı en büyük hakikat olan Allah'ın birliğine vecd içinde çağırmaktadır.

Âşıkların gözyaşını dindiren,

Susamış kalplere suyu indiren

Aşkı ruha ışık gibi sindiren...

Mevlâna ilahî sevgiyi gönül potasında sabır sabır yoğuran İslâm inacına sımsıkı bağlı olarak, yaşama saadetine geniş bir şekil, yeni bir ruh kazandıran heyecanını, aşkını ve bütün gayretini insanlığın saadeti yolunda sebil eden ölümsüz aşk eri ve ölümsüz aşk piridir.

14 asırdır. Haçlı zihniyetiyle o menhus sömürgecilik anlayışıyla âlem-i İslâmı ve Kur'an nurunu söndürmek isteyen batıl ve batmış batının içerisinden çıkanlar dahi Mevlânâ'yı takdir etmekten kendilerini alamamışlardır. Onun hakkında çok şeyler yazdı, çok şeyler söylediler. ”Evet, Fazilet odur ki düşmanlar dahi onu tasdik ve takdir etmeye mecbur kalsın.” Alman şairi Hanns duygularını şöyle dile getiriyor;

“Aşkımın ateşiyle tutuşmuş sanki

Türbende yanan kandilim.

Semâın âlemde döndüğü müddetçe,

Ruhunda, kendisini bulan ruhum Mevlânâ!”

Pakistan'ın Milli şairi Muhammed İkbâl de duygularını şöyle dile getiriyordu:

"Ey içi nur dolu mürşit: Aşk ve İman kervanının lideri, ahlâksızlık şirketinin bir bütün tufan halinde her istikâmete taşıp uzanarak her fazileti boğmaya koyulduğu kara günlerde: Senin feyzinden, senin nurundan kuvvet alıyoruz! Ey gönüllerin sultanı! Sensiz insanlık öksüz (yetim)” diyordu.

Evet, Mevlâna gemlenmez bir küheylândı. Sonsuz bir sefere çıktı. Bir daha göremedik... Hep zafer haberleri, hep fetih mektupları geldi onu dinledik. Onu okuduk.

İşte güney Afrikalı Rezzak da şöyle diyor... “Türkiye'nin yaşayan kahramanı, gönüllerin sultanı büyük Mevlana’nın samimi şahsiyeti zengin manevî telkinleri cihanşümuldur.

O, her zaman için insanlığa mânevî bir ışık tutmuştur. Bugün insanlık, mânevî gıda için haykırmakta ve ondan medet beklemektedir.”

Bugün bile Hz. Mevlânâ'yı tanıyan, onun eserlerini okuyan gayr-ı müslimler, İslamiyet’le şeref bulmakta ve onu bir kurtarıcı olarak bilmektedirler.

Dine sadece Müslümanların değil, bütün insanlığın sonsuz ve ebedî ihtiyacı vardır. Artık bütün insanlığı kardeş yaparak yemyeşil cennetlerin nurlu ufuklarından esen saadet, huzur ve asayiş rüzgârıyla dalgalanan âlemşümul bir bayrak altında toplayacak olan yegâne kuvvet İslâm’dır.

İnsanlık İman nuru sayesinde birden bire tutuşan bir alev gibi gittikçe parlamakta, gittikçe genişlemektedir. Kalplerdeki bu iman aşkı ebediyete kadar sönmeyecek devam edecektir.

Bu hususta Amerikalı Prof. Dr. (ermeri) duygularını şöyle dile getiriyor:

"Medeniyete ruhsuz, ilme ve fenne tapan batılı insan Mevlâna’nın üstlendiği neyin sesine kulak vermeli. Çünkü O insanlığı ilâhi güneşe sevk ediyor. Huzura götürüyor. Allah'a götürüyor" diyordu.

Kalpten gelen bu samimi sese... Doğulu batılı herkese diyoruz: "Asırlardır yattığınız yeter Kur’an’ın sabahında uyanınız!.

Yoksa Kur'anın güneşinden gözlerinizi kapatarak gaflet sahrasında yatmakta vahşet ve gaflet sizi yağma edip perişan edecektir.

Ey asırlardan beri Kur’an’ın bayraktarlığı vazifesiyle cihanda en mukaddes ve muhterem bir mevki-i muallâyı ihraz etmiş olan ecdadın evlâd ve torunları! Uyanınız!

Âlem-i İslâmın fecri sâdıkında gaflette bulunmak, katiyyen akıl kârı değil!”

Yine Âlem-i İslam’a rehber olmak arkadaş kardeş olmak için Kur'ânın ve imanın nuruyla münevver olarak İslâmiyetin terbiyesiyle terbiye olmuş.

Anadolunun ufuklarından öyle bir iman güneşi doğuyor ki; Onu bütün insanlık hürmetle selamlayacak ibretle seyredecek. Bu güneş idealsiz kalan şaşkın ve perişan insanlığa ebedi hakikati gerçek saadeti getirecek... inşallah!

"Evet, evet, ümitvar olunuz istikbâl inkılabı içinde en yüksek gür seda İslâm’ın sedası olacaktır, inşallah..."

Ebediyet âlemine göçüşünden 735 sene geçmiş olduğu halde bütün çalışma, araştırma ve incelemelere rağmen hâlâ Mevlâna gerçeği bütünüyle ortaya konulabilmiş değildir. Çünkü O'nun gerçeği doğrudan doğruya Kur'anın, İslâmın hakikatı idi. İslâmın gerçeği ise Hz. Âdem’den (a.s.) sonra son Peygamber (a.s.m.) a kadar bin bir türlü kader mecralarıyla gelmiş; sonra da müceddiler eliyle kıyamete kadar devam edecek olan nurunu neşre başlamıştır.

“Her asrın başında Hadisle geleceği müjdelenen dinin yüksek hâdimleri dini meselelerde mübtedi değil müttebidirler. Yani; kendilerinden ve yeniden bir şey çıkarmazlar, ahkâm getirmezler. Esaslarda ve dini hükümlerde sünnet-i Muhammediyeye (a.s.) harfiyen ittiba ederler. Bu yolla dini tahkim ve dinin asliyetini izhar, onu karıştırılmak istenilen batıl meseleleri red ve dine vâkî hücûmları imha ederler. Ancak tavr-ı esası-yı bozmadan ve ruh-u aslîyi rencide etmeden yeni izah tarzlarıyla zamanın fehmine uygun yeni iknâ usulleriyle ve yeni tevcihat ve tafsilâtla îfây-ı vazife ederler.”

İşte Mevlâna bunlardan bilidir.

Mevlânâ'ya ait bütün menkıbelerde bunu görmek mümkündür. Alçak gönüllülük, selâm verme, halkı kayırma, çocukların ve başka dinden olanların hatırlarını sayma, onlara alçak gönüllülükle muamele etme meziyetleriyle övündüğünü görmekteyiz.

Mevlânanın babadan kalma ve ısrarla uyduğu prensibi dâima medreselerde kalmaktı, özel evi yoktu. "Padişahlar sarayda, âlimler medresede oturur" diyordu.

Sultan İzzettin Paşa bir gün ziyaretine gelmişti. Sultan, Mevlâna Hazretlerine nasihat etmesini talep eder. Mevlâna şöyle der: "Ne diyeyim... Sana çoban ol demişler, kurt oluyorsun. Bekçi ol demişler hırsızlığa kalkıyorsun. Rahman olan Allah seni Sultan yapmış, sen tutup şeytana uyuyorsun..." Bu tesirli sözler sultanın uyanmasına vesile olmuş. Mevlânanın ayaklarına kapanmış.

Sultan kendisini saraya davet edince de;

"Ey kudretli sultan! Maksadınızı anlıyorum. Fakat imamlara medrese, şeyhlere hangâh, emirlere saray, tüccarlara han, gariplere kervansaraylar münâsiptir. Müsaade buyurunuz da biz medresede kalalım" dedi...

Mevlâna’nın büyük şahsiyet olarak ortaya çıkışı büyük mütefekkir, büyük şair, büyük kutup oluşu babası Baheddin Veled’in vefatıyla başlamıştır. Ancak Mevlâna’nın asıl şahsiyetini kazanmasında Tebrizli Şems'in büyük bir hizmeti vardır.

Şems devamlı gezen kendisi için manevi bir derya arayan ve bunu Mevlâna'da bulan bir mutasavvıftır. Tasavvufta birçok makamları aşmış Hak aşığı ve mânâ eri olarak ömründe Mevlânadan başka kimseye değer vermemiş, sözünü sakınmaz, hattâ alaycı ve kuru bir mizaç sahibidir.

Eflâkî onun Bağdat'da Evhaeddin Kirmâniye sert çıkışını şöyle anlatır; Şems 0’na "Ne âlemdesin?" diye sormuş. O'da;

"Leğendeki suda ayın on dördünü seyretmekteyim" deyince; Şems:

"Ensende çıban mı var ki başını kaldırıp göğe bakmıyorsun?" demiştir.

İşte Mevlâna için büyük bir dost olan Tebrizli Şems de böyle bir Allah dostu ve hak aşığı idi.

Mevlâna Celâleddin-i Rûmî Hz. Şems ile öyle dost olmuşlardı ki, Şemsin bir müddet kaybolmasının verdiği ızdıraba dayanamıyordu. Bir gün Mevlânâ Hazretlerine biri yalandan "Şems geliyor" diye müjde verir. Mevlânâ da bu müjdenin sevinci ile varını yoğunu fakir fukaraya tasadduk eder.

Bunun üzerine Mevlâna’ya sorarlar:

"Siz yanlış bir haber üzerine sevincinizden her şeyinizi verdiniz. Ya gelmiş olsaydı neyinizi verecektiniz" derler Mevlâna şöyle cevap verir."

"Canımı veririm..." Bir defasında Şeyh Sadreddin Konevi'nin evinde yapılan toplantıya Mevlâna ve devrin ileri gelenleri ve bilginleri de çağrılmıştı. Davetliler konuşma sırasındayken Emin Kemâlettin Mevlâna için şöyle demişti:

"Mevlânanın etrafındakiler genellikle halktan ve orta tabakadan kimselerdi.  Esnaf, fazilet ve bilgi sahibi kimseler yanına uğramıyor gibi bir şey... Nerede bir çulha, nerede bir bakkal, nerede bir terzi varsa, onun müridi olmuş."

O her zaman halkın arasındaydı.

Bu söz Mevlânayı incitmişti ama cevabını da vermişti.

"Öyledir zahir... Hallac-ı Mansur da bir "Hallaç" değil miydi? Hepimizin bildiği Buharalı mutasavvıf bez dokumaz mıydı? Bir başkası camcıydı; söyler misiniz, sanatların irfanlarına ne zararı dokundu?

Bu yolla bir söz daha gelmişti. Mevlânanın kulağına... Diyorlardı ki,

"Mevlâna eşsiz bir sultan, misli görülmemiş bir insan O'na sözümüz yok. Ama etrafındaki kötü kişilere ne demeli?

"Mevlâna bu tarize de karşılık vermiş susturmuştu.

"Eğer onlar iyi olsalardı, ben onların müridi olurdum.”

Mevlâna bu cevâbıyla, kendisinin dışarıda câhil, kaba saba gibi görünen gerçekten bir özü, cevheri bulunan hem insanları yetiştirmekle, olgunlaştırmakla, onları feyzinin bir peyki yapmak ve onlara yol göstericilik etmekte olduğunu söylüyordu. Yine bir gün Emir Süleyman Pervâne, Mevlânadan kendisine nasihat vermesi için ricâda bulunmuştu. Mevlâna bir müddet düşündükten sonra

"Emin Pervâne Kur'an-ı ezberlediğini duyuyorum. Doğru mu?" dedi. Pervâne: "Evet"

"Ayrıca, Şeyh Sadreddin'den Hadis ilmi okuduğunu da duydum."

"Evet, doğrudur." Bunun Üzerine Mevlâna şöyle buyurdu.

"Mâdem ki, Allah'ın kitabını ve onun Resülünün sözlerini okuyorsun. O sözlerden ders almıyorsun benim nasihatimi nasıl dinler ve ona uyarsın?"

Pervâne bu sözler üzerine ağlıyarak dışarı çıkmıştı.

Mevlâna mesnevisinde şöyle buyuruyor:

"Dünyâ sevgisi külhane benzer. Zira onun sıcaklığıyla takvâ hamamı ısıtılır. İşte dünya sevgisiyle karışık olanlar, o külhan içinde huzursuz ve rahatsızdırlar."

Takva sahipleri ise; takvâ ve safa hamamın da oldukları için o külhanın kirinden, dumanından uzak olarak safa sürerler:

Yine Mevlâna bir gün Papazla konuşurken sordu:

"Sen mi büyüksün, yoksa sakalın mı?" Papaz cevap verdi: "Ben sakalımdan yirmi yaş büyüğüm."

Mevlâna bunun üzerine papaza:

"Senden yirmi yaş küçük olan sakalın ağarmış ta sen hâlâ karanlıklar içerisindesin;"

Papaz bu söz üzerine Müslümanlığı kabul etmişti.

Cenab-ı Hak Mevlan’nın ve Mevlanaların ruhaniyatlarını ve dualarını özerimizde eksiltmesin. Bizleri onların şefaatine nail eylesin. Âmin…

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
2 Yorum