Mevlana Hümanist Bir Şair midir?

Mevlana Hümanist Bir Şair midir?

Nurullah Çetin'in yazısı....

Yerli ve yabancı olmak üzere yazar, edebiyatçı, siyasetçi, oryantalist, sıradan vatandaş birçok kişi, büyük Türk düşünürü Mevlâna’yı eserlerinde sıklıkla vurguladığı insan sevgisi yüzünden bilerek ya da bilmeyerek, bilinçli olarak ya da ağız alışkanlığıyla ve yüzeysel anlamıyla hümanist bir şair, düşünür ve filozof olarak nitelendirmektedir. Bir kısım oryantalistler ve ideoloji taraftarları bilinçli olarak Mevlâna’yı “Hümanist” olarak nitelerken; bir kısım insanlar da hümanizmin ne olduğunu bilmeden son derece basit ve yüzeysel anlamıyla “insan sever”, “insancıl” anlamlarıyla Mevlâna’yı hümanist olarak nitelendirmektedirler.

Biz bu yazımızda hümanizmin ne olduğunu ve zannedildiği gibi Mevlâna’nın hümanist bir şair olmadığını tespit etmeye ve irdelemeye çalışacağız

Hümanizm Nedir?: Hümanizm tek bir anlama gelmiyor. Çok farklı anlamları var. Herkes kendine göre bir hümanizm anlayışına ve tarifine sahip. Kimisi için bir düşünce ve yaklaşım biçimi, kimisi için bir tavır alış şekli, kimisi için salt bir insan ve insanlık sevgisi, kimisi için de bir din. Batıda birçok insan hümanizmi kendisi için bir din olarak kabul ediyor. Dolayısıyla hümanizmin felsefî, edebî, ferdî, dinî, ideolojik bir çok boyutu ve algılanma biçimi var. Muhafazakâr Katoliklerin, Marksistlerin, Liberallerin, Egzistansiyalistlerin ve daha değişik kesimlerin kendilerince bir hümanizm anlayışı var. Hümanizm, bazen Hristiyan inancıyla bağdaştırılmış ise de çoğunlukla Hristiyanlığa ve genelde dine karşı bir hareket olarak yaygınlaşmıştır

“Hümanizm” kelimesi, her ne kadar 1539 yılında kullanılmışsa da kavramsal içeriğiyle çok eski zamanlara kadar gider.

Hümanizm muhteva, kavram, anlam ve anlayış olarak Batı tarihinin hemen her döneminde var. Antik çağlarda Protagoras: “İnsan her şeyin ölçüsüdür.” diyerek kendince bir hümanizm anlayışını dillendirmiştir. Ancak dünya tarihinde yaygın olarak hümanizm denince Ortaçağ (476-1453) dan sonra 15. yüzyılda İtalya’da başlayıp daha sonra tüm Avrupa’ya yayılan bilim, düşünce, kültür ve sanatta yenilenme anlamındaki Rönesans, Aydınlama ve Pozitivizm gibi hareketlere bağlı olarak gelişen ve Batı dünyasında yaygınlaşan bir felsefe ve edebiyat hareketi olarak anlaşılıyor. Hümanizm genel, yüzeysel ve sıradan algılayışla “insanseverlik”, “insancıllık” anlamında kullanılmakla birlikte esas itibariyle, felsefî ve ideolojik içeriğiyle, “insancılık, insancılık felsefesi” anlamındadır. Felsefî anlamıyla hümanizm, tanrı-insan mücadelesinde tanrıya karşı insanın tanrılaştırılması, kutsanması, değer belirleyen birincil kaynak olarak alınmasıdır.

Eski Yunan Dönemi: Batıda hümanizm, tarihî süreç içinde hep düalizm (ikicilik)e dayanır. Bu düalizm, özü itibariyle Eski Yunan Mitolojisinde tanrılar-insan karşıtlığı, gök-yer çatışması şeklinde karşımıza çıkar. O dönem insanlarının kafalarında ürettikleri sanal tanrılar, insanın amansız düşmanı olarak algılanmış. Bilimsel ve gerçekçi olarak açıklayamadıkları insanın iç dünyasındaki ve dış dünyadaki olay, olgu, durum ve özellikleri efsaneler hâline getirip bunlarla ilgili simgesel olarak tanrılar uydurmuşlar.

İnsan-tanrı zıtlaşmasını, mücadelesini, insan kafasının ürünü olan sanal, uydurma, mevhum tanrıların insana zulmetmesi durumunu Prometheus efsanesinde açıkça görmek mümkündür. Prometheus, kutsal ateşi, tanrıların ateşini yani tanrılara özgü kutsal bilgiyi, gücü, faydayı gizlice çalıp insana verdiği yani insanı kurtuluşa erdirmek istediği için tanrılar tarafından cezaya çarptırılır. Eski Yunan mitolojisinde deniz tanrısı, fırtına tanrısı, deprem, hastalık, aşk tanrısı vs. bir sürü sanal tanrı vardır ve bunlar, insana düşmandır, insanın kötülüğünü ister, insana zulmeder.

İlkel insan, gerçek nedenlerini açıklayamadığı olaylar için efsane uydurup, sanal ve olağanüstü güçler vehmetmiş ve bunlara tanrılar izafe etmiştir. Denizi geçmeye yeterli teknik donanımı olmadığı, suyun değişik özellik ve kanunlarını bilimsel olarak açıklayamadığı ve gerekli tedbirleri alamayıp boğulduğunda denizler âlemi denilen bir dünyada insana kötülük eden, onun iyiliğini istemeyen mevhum bir güç tasavvur etmiş ve “Poseidon” diye adlandırdıkları sanal bir tanrı üretmişler. Bunun gibi diğer tanrılarla insan arasında böyle bir çatışma vehmedilir. İnsanın bu tanrılara karşı mücadelesi, bir bakıma dünyayı kendisi için daha kolay yaşanabilir bir duruma getirme mücadelesinin de adıdır. Tabiatın, tabiî güçlerin, doğal yapı ve zorlukların en üst düzeyde temsilcisi olan Zeus’a savaş açmak, aynı zamanda tabiatı hâkimiyeti altına alarak kolay yaşama imkânlarını ele geçirme mücadelesidir. Öte yandan bu mücadele, insanın tanrının yerini alması mücadelesidir. O dönemde hümanizm, görüldüğü gibi tanrıların zulmü altında ezilen insanın kurtarılması, tanrılara üstün gelmesi ve hatta onların yerine geçmesi mücadelesidir.

Ortaçağ Dönemi: Daha sonraki Ortaçağ döneminde Zeus’un yerine muharref (aslından saptırılmış, papazların elinde başka bir şekle sokulmuş, ilahî olmaktan çıkarılıp beşerîleştirilmiş) Hristiyanlığın ürettiği zorba, baskıcı tanrı geçer. Bu dönemde de yine düalizm, tanrı-insan kavgası şeklinde devam eder. Muharref Hristiyanlık tanrısı yani beşer üretimi olan bir tanrı tasavvuru, insanı Zeus gibi ezmeye devam eder. Onun özgürce bilim, sanat ve düşünce üretmesine izin vermez. Ortaçağ Katolisizmi, eski Yunan ve Roma döneminin tanrı anlayışını, Zeus’un bir başka türevini devam ettirmiştir. Her şeyden önce insanı doğuştan günahkâr ilân etmeleri, baştan insan karşıtlığı tavırlarını ortaya koyar. Engizisyon uygulamaları vb. insan üzerindeki binbir türlü zulüm ve baskı, insan-tanrı çatışmasının değişik şekillerde devamıdır.

Ortaçağlarda bilim olarak sadeceHümanizm Dönemi:

Ortaçağdan sonra Rönesans, Aydınlanma, Pozitivizm gibi hareketlere bağlı olarak gelişen süreç, insanın gerçek anlamda semavî, ilahî değil; tamamen beşer üretimi olan sanal tanrı kavramına karşı mücadelesinde başarılı olduğu, tanrının yerini aldığı bir dönemdir. Voltaire, Diderot, Marx, Sartre, Camus gibi değişik eğilim ve dönemlerin temsilcilerinin ortak özellikleri hümanist olmalarıdır, yani insanı öne almaları, tanrı yerine insanı ikame etmeleridir. İnsanın gücünü birincil ve belirleyici güç olarak almalarıdır. Hümanistler, Zeus’la muharref Hristiyanlığın beşer üretimi olan tanrısını aynı görmüşlerdir. Bu konuda bir bakıma haklıdırlar. Çünkü her iki tanrı kavramı da insana kötülük eden bir tanrıdır. Sadece muharref Hristiyanlığın tanrı anlayışına karşı çıksalardı haklı olacaklardı. Ama bu durumu genelleyip bütün din ve semavî tanrı anlayışına toptan karşı çıktıklarında yanıldılar. Çünkü İslâm tanrısı olan Allah, insan düşmanı değil, tam tersine insana iyilik, yardım ve rahmet elini uzatan sahih bir tanrıdır. Prometheus’un tanrıların elinden çaldığı kutsal ateş, bir bakıma İslâm’da Hz. Muhammed eliyle vahiy olarak getirilir. Yani Allah kutsal ateşini gizlemez, tam tersine insana sunar, insanın bundan yararlanmasını ister. İnsan karşısında kıskanç ve ona düşman değildir. Onun için İslâm’da düalizm, teslis, ikilik, ikili çatışma, tanrının üçe bölünmesi vs yok, tevhid vardır. Yani birlik ve bütünlük.

Hümanistler toptancı bir yaklaşımla insan dışındaki bütün tanrılara savaş açtılar, reddettiler, onların yerine insanı koydular, insan merkezli bir dünya kurguladılar. Vahiyden, maneviyattan, soyut değerlerden yoksun bir anlayış içinde hümanist düşünce değişik adlar altında hep pozitivist, materyalist bir yapı kazandı. Marx, “din afyondur.” diyerek toplumun kurtuluşunu bir insan kümesi olan proleteryanın insiyatif kullanmasına dayandırdı. Marksist ideolojiyi kuran bir insandır yani kendisidir, bir vahye veya peygambere dayanmaz, tamamen beşer kaynaklıdır, bu ideolojiyi pratiğe dökecek olan da yine insandır yani proleterya. Marks’ın hümanizminde insanın tanrılaştırılması, tanrısal gücün, “proleter insan”a verilmesiyle ortaya çıkar. Bunun semavî, ilâhî bir ilişiği yoktur.

Hümanist olduğunu söyleyen bir başka akım Egzistansiyalizm de kaynak olarak insanı alır. Onlar da kurtuluşu insan iradesinin bağımsız olarak kullanılmasında görürler. Yani insan, varoluşunu ancak iradesini özgürce, vahiy gibi dış etkenlerden uzak olarak kullandığı takdirde gerçekleştirecektir. Varoluşçuların hümanizmi de insan “iradesi”nin tanrılaştırılması, belirleyici tek kaynak ve güç olarak kabul edilmesiyle belirir.

Türkiye’de Hümanizm: : Türkiye’de hümanizm, daha çok Cumhuriyetin ilk yıllarında yoğun olarak gündeme gelmiştir. Yücel (1940’lardan sonra) ve Yeni Ufuklar gibi dergilerde hümanist düşüncenin yayılma çabalarını görüyoruz. Başlıca hümanist yazarlar olarak da Kâzım Nami Duru, Orhan Burian, Celaleddin Ezine, Yavuz Abadan, Selahattin Batu, Hasan Âli Yücel, Hilmi Ziya Ülken, Suat Sinanoğlu, Suat Baydur, Nurullah Ataç, Vedat Günyol, Sabahattin Eyüboğlu, Füruzan Hüsrev Tökin gibi kişilerden söz edebiliriz.

Önce Türk düşünce ve edebiyat hayatında bu konu üzerinde duran bazı hümanist yazarların hümanizmi nasıl algıladıklarını gösteren örnekler sunalım:

“Batılı insanlar, bir zamanlar izbeler içinde haşereler gibi yaşıyorlardı. Kolera, veba, çiçek hastalığı, din ve mezhep kavgaları, taassubun sıtmasına tutulanların insanları diri diri yakmaları, engizisyon mezalimi, bedbaht Avrupalıların sosyal hayatlarını dolduran olaylardı.

Bu insanları bu müthiş kabustan kim kurtardı? Peygamberler mi? Azizler mi? Devlet adamları mı? Hayır!. Sadece kendilerini ilim, felsefe, sanat ve edebiyat çalışmalarına veren ve Antik Çağın eserlerinden çeviriler yapan adsız-sansız “Humanist” adı verilen bir takım aydın kişilerdi. Bunların gün yüzüne çıkardıkları eski kitaplarda, insanların insanlaşmış sırrı bir mucize gibi meydana çıkıverdi.

Klasik kültürü ile bu tanışmalar, kilise baskısı altında yaşayan insana kilise dışında bambaşka ve gerçek bir hayatın varlığını öğretti. Batılılar kendilerini bir anda kilisenin, manastırın dışında buldular ve din hayatından başka yepyeni bir hayat olduğunu gördüler. Araya Allah girmeden düşünmek, yaşamak, öğrenmek mümkün olduğu anlaşıldı. Büyük bir uyanışa varan bu insanlar, Orta Çağ görüş ve anlayışına karşı savaşta en kuvvetli silahları buldular. Bu suretle ilim, fikir, sanat dinin dışında gelişmeye ve olgunlaşmaya başladı.

Klasik kültür hazinelerinden çeviriler, aktarmalar yapan ve bunlar üzerinde çalışan hümanistler, sadece bir fikir, sanat ve edebiyatı temsil etmiyorlardı. Hümanizma, aynı zamanda insanlığı Orta Çağın karanlık ruh çemberinden kurtarmak, din değerleri yerine dünya değerleri getirmek, aklın egemenliğini kurmak, insanın hür gelişmesini sağlamak, hak üstünlüğünü tanıtmak istiyordu. Hümanizma, yeni bir toplumun hayat kavrayışını getiriyordu. Bütün Rönesans, bu Hümanist temel üzerine kuruldu.”

“14. asır zarfında bilhassa İtalya’da eski eserleri okumaya karşı büyük bir alâka uyandı: Bahse mevzu olan eserler Yunanca ve Latince yazılmış olanlardı. Hümanistler yeni bir zihniyete yol açtılar ki kalıp fikirlerin tazyikinden sıyrılmak ve kazanılan nefis itimadıyla bütün tabiat ve tabiat ötesi hadiselerini tetkike girişmek suretinde tezahür eden bu zihniyet Avrupa medeniyetinin doğmasında ve yaşayışa gelmesinde âmil olan hümanist zihniyettir. Bu tarzda düşünmeye başlayan insan artık kilisenin telkinini tekrarlayıp ”Ben bir hiçim; onun için duygularımı, düşüncelerimi, ihtiraslarımı boğmalıyım; nefsimi inkâr etmeliyim. Yegâne vazifem: Kâinatı yaratan, onu idare eden Allah’ın iradesine hizmetkâr olup adını tebcil etmektir. Herhâlde esrâr-ı ilâhiyyeye nüfûz etmek bana düşmez” demeyecektir. Kısaca denilebilir ki Ortaçağ kâinat hakkında Allah’ın fikrini dinlemişti. Hümanisma “Bu hususta insanın da bir fikri olabilir” diyor ve ona şüpheyle bakanlara “nasıl ki Yunanlıların ve Latinlerin de vardı.” Diye misal gösteriyor.

Bu anlamda hümanist bir cereyanın başlamasıyla Avrupa’ya iki ana fikir girmiş oldu:

1. İnsan, Allah’ın bir avuç balçığı diye küçük görülmeyip insan olarak ehemmiyetle telâkki edilmelidir.

2. Tabiat, Allah’ın sanatının bir eseri olarak seyredilmeyip insan muhiti olarak tetkik edilmelidir.”

“İnsanla başlıyor ve insanla bitecek her şey, iyisi kötüsü, güzeli çirkiniyle her şey, şu milyarlarca yıl yaşamış, belki bir o kadar yaşayacak olan dünyamızda. (…) Benim için dünyada tek gerçek insandı ve insanın insan gibi yaşamasına önem veren, insanın insan tarafından sömürülmesine karşı çıkan bir düzendi kurulmasını istediğim ve dilediğim. Bu bakımdan hümanizmaya bağlandım, zamanla gücünü ve değerini yitirebilecek “izm”lerden sıyırdım kendimi.”

Bu açıklamalara göre hümanizm, Avrupa’da Ortaçağ sonrasında Reform ve Rönesans hareketleriyle birlikte eski Yunan ve Latin kültürüne dayalı olarak gelişen bir insan, tanrı, dünya ve hayat görüşüdür. Ortaçağda muharref (aslından saptırılmış) Hristiyanlığın insanlar üzerindeki tanrı adına ortaya koydukları zulüm ve baskılara karşı bir tepki olarak doğmuştur. Ortaçağ Hristiyanlığı insanı ezen, onun fikir ve sanat üretimine izin vermeyen bir tanrı kavramı sunuyordu. Hümanist düşünce, buna tepki olarak tanrıyı yok sayan, reddeden “yüce insan”, hatta “tanrı insan” kavramını getirdi. Bu, bir anlamda insan adına tanrıdan öc alma hareketiydi. Muharref Hristiyanlık, hayatı, dünyayı, toplumu vahiy adına tanzim ediyordu. Fakat bu gerçek vahiy değil, insan eliyle, papazlar eliyle yeniden şekillenmiş yani beşerîleştirilmiş bir dinin vahyi idi.

Hümanizm, bundan böyle hayatı vahiy yerine insan aklının ve onun ürünü olan bilimin tanzim etmesini istedi. Sonuç olarak hümanizm, belirleyici, yön gösterici tek kaynak olarak Tanrı yerine insanı, insan aklını ve din yerine insan aklının üretimi olan müspet bilimi, ahiret yerine dünyayı, maneviyat yerine maddiyatı esas alır.

Dolayısıyla hümanizm, batıda ve bizde dine, tanrıya, maneviyata, ahirete karşı gelişen bir tepki hareketidir. Batı dünyasında kendi tarihsel şartları içinde onlar açısından böyle bir tepki, çıkış noktası olabilir. Ancak İslâm dünyasının tarihsel süreci ve şartları Avrupa’nınkinden farklıdır. İslâm, bozulmamış sahih bir din olduğu için insanı hiçbir zaman ezmedi, baskı altında tutmadı, onun fikir, bilim ve sanat üretmesine engel olmadı, tam tersine imkân sağladı. İnsana “düşman bir tanrı” anlayışı değil, “dost Allah” anlayışını, Allah’ın insana rahmet, lütuf ve yardımı anlayışını getirdi. Sadece maneviyata ve ahirete değil, aynı zamanda maddeye ve dünyaya da önem verdi. Dolayısıyla İslâm dünyasında hümanist içeriğe uygun bir tepki ortaya çıkmadı. Çünkü zemini yoktu. Sonradan zorlamayla ve başka maksatlarla kasıtlı olarak sun’î biçimde propaganda edilmeye, yayılmaya çalışıldı ama tutmadı. Dolayısıyla İslâm dünyasında hümanizm düşüncesi, boşta kalan, zemini olmayan, Batıya özgü bir felsefe ve bir yaklaşım biçimidir.

Mevlâna’ya Hümanist Yakıştırmaları: Mevlâna’ya yurdumuzda ve yurtdışında hümanist diyen birçok kişi var. Ancak ben burada hepsini zikretmeyeceğim, sadece birkaç örnek vermekle yetineceğim. Radi Fiş adında bir Rus oryantalisti, Mevlâna’yı “Bir Mutasavvıf, Bir Ahi Hümanisti, Celaleddin Rumi Mevlâna” olarak nitelendirir.

Bizden bir siyaset adamı, 18 Mayıs 2002 tarihinde New York’taki “Türk Günü”nde bir konuşma yapan Turizm Bakanı Mustafa Taşar, konuşmasının sonunda şöyle der: “Büyük hümanist Mevlâna’nın bu sözlerini Türk halkının da ABD halkıyla paylaştığını belirtmek isterim.”

Bir başka kişi de “Benim de her anlamda etkilendiğim isimlerden biri eşsiz hümanist Mevlâna Celadeddin Rumî, diğeri de ünlü İranlı şair Ömer Hayyam’dır.” der.

Vedat Günyol ise Mevlâna’yı şöyle bir mutasavvıf olarak görür.

“Dost bana nazar kıldı / Tâze civân oldum ben” diyor dost canlısı, insan yüzünden gelen mutlulukların en tazesini, en yücesini uydurma ahret mutluluklarına değişmeyen Mevlâna. Bu dost yüzüne, bu insan yüzüne duyulan özlem değil mi büyük sanat eserlerine can katan?”

Vedat Günyol, İslâm’ın ahiretine inanmayan dinsiz, salt insana tapan garip bir hümanist Mevlâna figürü üretiyor. Buradaki yargısı tashih edilmeye değmeyecek kadar komik yanlışlarla dolu. Bir defa Günyol’un tasavvuf bilgisinden haberi yok. Tasavvufta yaradılanda yaratanı görmek, insanda ve diğer mahlûkatta Allah’ın isim ve sıfatlarının tecellilerini görmek, buradan yola çıkarak Allah’a ulaşmak, yani eserden müessire, sanattan sânie gitmek, insanın, insan kalbinin bir vâhid-i kıyasî olarak Allah’ı bir mahzar, memerr ve ma’kes olarak yansıtması gibi bir çok durum var. Mevlâna Şems-i Tebrizî ile karşılaştığında, Şems ona bir bakışla bir nazarla, nazar edince gönül zenginliklerini açtı, içinde gizli bir hazine hâlinde duran büyük aşk volkanını, yanardağını kıvılcımladı, ilâhî aşk ve şevk neşesini coşturdu, onu deli divane eyledi. Mevlâna ondan sonra bambaşka bir adam oldu. Ruhen, kalben birden gençleşti. Mevlâna onda ilâhî aşk ve iman idealini, Allah’ın isimlerinin tecellilerini çok kuvvetle sezdi, ondan ilham aldı ve ondan sonra ilâhî aşk şevkini kuvvetle hissedip hareketleriyle, yaşantısıyla, şiirleriyle dışarıya aksettirdi. Yoksa onun yüzünde yani insanda tanrılık vasfı, özelliği ve gücü görmedi. Böyle bir şey mümkün değildir. İnsana bakıp onda tanrıya ait yansımalar, izler görmek başka, bizzat tanrılığın kendisini görmek, böylece insanı tanrı bilmek, başka bir şeydir. Şems, Mevlâna’yı somut bilgiden, ilimden alıp ruhanî vecdin uçsuz bucaksız derinliklerine attı.

Yukarıdaki beyitte Mevlâna’nın “dost (yani Şems veya kendine tasavvufî anlamda mürşid edindiği bir başka kimse. Selahaddin-i Zerkubî de olabilir, fark etmez.) bana nazar edince birden taze bir genç oluverdim” demesi, onun verdiği telkin ve ilhamla birden ruh ve kalp dünyasında yepyeni bir kişilik kazandığını, ruhsal ve kalbî bir uyanış aşamasına geldiğini söylemek istiyor ki bu tasavvufî anlamda Allah aşkının çok derin ve çok başka bir boyutudur. Bir başka ifadeyle ilâhî aşkta bir başka derinlik katmanına geçiverme hâlidir. Vedat Günyol’un yorumladığı gibi Mevlâna ne ahiret mutluluklarını uydurma görüyor yani cenneti inkâr ediyor ne de insanı tanrılaştır

Mevlâna Hümanist Değil, Müslüman Bir Mutasavvıftır: Mevlâna, hümanist bir düşünür olabilir mi? Hemen söyleyelim, hayır. Çünkü Mevlâna, her şeyden önce Müslüman bir Türk şair ve düşünürüdür. Mevlâna, insana değer verirken, insan sevgisini ön plana çıkarırken İslâm’ın insan anlayışını dillendirmiştir sadece. İslâm’a göre insan yaratılışı, yapısı, donanımı, işlevi bakımından saygıdeğerdir, büyüktür, önemlidir, eşref-i mahlûkattır, halife-i rûy-ı zemindir. İnsan, Allah’ın dünyada, varlıklarda isim ve sıfatlarının tecellilerini, yansımalarını, iş görürlüklerini bilen, anlayan, farkına varan, takdir eden, fikreden ve şükreden tek yaratıktır. Âdem, şeytandan üstün tutulmuştur. En üst makama yani alâ-yı illiyyîne çıkabilme ve en alt mertebeye yani esfel-i safilîne düşebilme kabiliyetine sahip olan tek varlık insandır. Bu bakımdan insan, taşıdığı bu potansiyel bakımından meleklerden bile üstündür.

Dolayısıyla Mevlâna’nın insan sevgisi, insana değer ve önem atfetmesi sadece bu bağlamdadır. Yoksa hümanistler gibi insanı hiçbir zaman Allah’a rakip olarak çıkarmamıştır. Allah’ı devre dışı bırakıp kurtuluşu, mutluluğu, çareyi, çözümü sadece insandan, insan aklından, düşünce ve biliminden beklememiştir. Yani Mevlâna insanı tanrılaştırmamıştır.

Mevlâna, Müslüman bir şairdir. Bunu uzun uzun açıklamaya bile gerek yok. Hayatı ve eserleri ortadadır. İnsan olarak kendisini özele alıp bir rübaisinde şöyle der:
“Men bende-i Kur’ân’em eğer ki cân dârem
Men hâk-i reh-i Muhammed Muhtârem
Eğer nakl küned cüz in kes ez güftârem
Bîzârem ez ü ve’z an suhen bîzârem”
 
“Canım tenimde oldukça Kur’an’ın kölesiyim. Ben Allah’ın seçkin peygamberi Muhammed’in yolunun toprağıyım. Her kim bundan başka benden bir söz naklederse ona çok üzülür ve o sözden de çok üzüntü duyarım.”

Görüldüğü gibi onun düşüncesinin iki temel kaynağı vardır: Kur’an ve hadis. Mesnevi’de bu durumu şöyle belirtir: “Vahiyden olmayan söz, heva ve hevestendir. Ahmed neyi söylerse hakikatte o söz hakikat denizidir.”

Buna göre Mevlâna, felsefî anlamda din ve Tanrı karşıtı ve insanı yüceltip ilâhlaştıran bir hümanizm anlayışıyla bağdaştırılamaz. Mevlâna, bu kadar açık ve net konuşurken ona nasıl hümanist denilebilir?

Hümanizm ile Mevlâna arasındaki farkı biraz daha belirginleştirelim.

Hümanizmin “Tanrı-insan” Anlayışı ve Mevlâna’nın “İnsân-ı kâmil” Anlayışı Arasındaki

Karşıtlık:

Hümanizmin “Tanrılaştırılmış insan”ına karşı genelde İslâm tasavvufunun, tabiî özelde Mevlâna’nın “insan-ı kâmil” anlayışı vardır. Her iki kavram da insana değer verir, ancak bu iki kavram temelde birbirinden farklıdır.

İnsân-ı kâmil kavramı İslâm’da Kur’an’ın şu ayetlerinden mülhemdir: “Biz insanı en güzel biçimde (ahsen-i takvim) yarattık” Burada insan, tanrı değil yaratılmış bir varlıktır. Yaratıcı değil, yaratılanların en güzel suretlisidir. Bu en güzel surete sahip oluşu da Allah’ın bazı isim ve sıfatlarının tecellisine mazhar olmasıyla sağlamıştır. Bir başka ayette de şöyle der: “Onu düzenleyip insan şekline koyduğum ve ona ruhumdan üflediğim zaman hemen ona secde edin.” Bir hadis-i şerifte de bu durum, “Allah Âdem’i kendi suretinde yarattı” şeklinde belirtilir.

Allah’ın değişik isim ve sıfatları vardır. Ama bunlar kendi başlarına soyutturlar. Bunlar ancak varlıklar üzerinde tecelli edince somutlaşırlar. Dolayısıyla insan da bu tecelli alanlarının en güzel örneklerinden biridir. İnsan gayr-i iradî özellik, sıfat ve fiilleriyle istese de istemese de Allah’ın sıfat ve isimlerine mazhardır. Suret olarak çok güzel yaratılması Allah’ın Cemil ismine mazhar olması onun gayr-i iradî fiilidir. Eğer iradî fiilleriyle bu mazhariyeti devam ettirir ve tamamlarsa insan-ı kâmil olur. Şu hâlde tasavvufta daha genelde İslâm’da insan-ı kâmil, Allah’ın isim, sıfat ve fiillerine iradî fiilleriyle olabildiğince mazhar olabilme becerisine bağlı olarak gelişen bir süreçtir. Bir süreçtir çünkü bunun bir üst sınırı yok. Yani insan esfel-i sâfilîn ile alâ-yı illiyyîn arasında gidip gelen bir yaratıktır. Alâ-yı illiyyîn bir üst sınırı ifade etmiyor. Gidilebildiği kadar gidilen en yücelerdir. Dolayısıyla insan-ı kâmil olmak itibarî, göreceli bir hâldir. Her insan farklı derecelere sahiptir.

Göreceli olarak en yüksek dereceli insan-ı kâmil Hz. Muhammed’dir. Bundan sonra kademe kademe diğer peygamberler, veliler, alimler ve diğer başka kişiler gelir. Ama hiç kimse Hz. Muhammed seviyesine ulaşamaz.

İnsan-ı kâmil kuramında “insan ne yaparsa yapsın Allah mertebesine çıkamaz ve onun sahip olduğu özelliklere sahip olamaz”, ilkesi temeldir. Buradan hareketle İslâm’ın insan-ı kâmil kuramıyla hümanizmin “tanrı-insan” kuramı tamamen birbirine zıttır. Mevlâna, insan-ı kâmil kuramına bağlıdır, dolayısıyla hümanist olamaz.

Hümanizm ise insana tanrısal özellikleri yüklemiştir. Hümanizmde insanın kendine güveni, gurur ve firavunluk mertebesine ulaşmıştır. Yani nefs kutsallaştırılmıştır. Bir başka deyişle hümanizmde insan, Kâdir-i mutlak ve Hâkim-i mutlaktır. İslâm’da ise nefs kötüdür, insan aciz ve zaiftir. Tasavvufun temel hedefi benliği kırmaktır.

Hümanizm insana masdar olarak bakar. İslâm ise mazhar ve memerr olarak. Hümanizm, insana bütün iyilik, güzellik, güç, başarı gibi değerlerin masdarı yani kaynağı olarak bakar. Bütün olumlu değerleri üreten birincil kaynak olarak görür. Asıl kaynak insandır hümanizme göre. İslâm’da ise insan masdar değil, mazhar ve memerrdir. Yani Allah’ın yarattığı değerleri yansıtan bir aynadır. Dolayısıyla asıl değil tebeîdir, birincil kaynak değil, ikincil kaynaktır, Güneş değil Aydır. Mevlana’nın dini olan İslam’da ise değer üreten birincil kaynak Allah’tır. İnsan ise Allah’ın sahih dinine bağlı olarak ikincil değerler üretebilir.

Hümanizm ve Mevlâna’da Akla Yaklaşım Biçimi Farkı: Hümanizm, insan aklını yüceltir, kutsallaştırır, ilâhlaştırır. Rasyonalite, Rasyonalizm gibi kavramlar bu anlayışa dayalıdır. Dolayısıyla hümanizmde dinî içeriğe sahip mistisizme yer yoktur. Akıl en üstün değerdir, insan mutluluğunu ve ihtiyaçlarını sağlamaya yeterlidir. Mevlâna ise tam tersi bir yaklaşım içindedir. Hümanizm, insan aklının her şeye yeterliliği inancında iken Mevlâna, aklın yetersizliği düşüncesindedir. Şöyle der: “Dünya büyücüsü pek bilgiç bir karıdır. Onun büyü ipini çözmek herkesin ayağının harcı değil! Eğer akıllar, onun bağladığı düğümü çözebilseydi Tanrı peygamberleri yollar mıydı?”

Mevlâna’ya göre insan aklı, yetersizdir, ilâhlaşamaz: “Cüzî akılla Akl-ı Küllü nasıl görebilirsin? O kanlar içen denizde şu küçücük akıl, ne oluyor ki?”

Ayrıca Mevlana, bütün hayatı ve eserleri boyunca gördüğümüz İslam mistisizmi olan tasavvufla özdeşleşen bir kişi olarak nasıl hümanist olabilir?

Hümanizmin ve Mevlâna’nın Bu Dünyaya Bakış Açıları: Hümanizm, içinde yaşadığımız bu madde dünyasına bağlıdır. Bu dünyayı esas alır. Bu dünyaya yöneliktir. Mutluluğu bu dünyada arar ve bu dünyayı tanzim etmeye çalışır, öte dünya derdi yoktur. Mevlâna ise birinci derecede bu dünyaya bağlı değildir. Bu dünyaya karşı değildir ama esas alarak birinci plana oturtmaz. O, öte dünyaya yöneliktir. Mevlâna’ya göre akıl, insanı dünyada kurtuluşa erdiremez. Bu konuda yetersizdir, o yüzden peygamberler gelmiştir. Allah’ın nuruyla aydınlanan kişiler, bu dünyanın cazibesinden kurtulabilirler. O, dünyanın aldatıcı yönüne bağlanmamak gerektiğini söyler. Kişi dünyaya meylediyorsa bu, onun felâketidir. Şöyle der: “Kendinde yeryüzüne bir meyil gördün mü feryad et, ağlayıp inlemeyi hiç bırakma.”

Sonuç: Görüldüğü gibi Mevlâna, “insan sever”, “insana değer veren” anlamında yani sığ, yüzeysel anlamda hümanist olarak görülebilirse de felsefî anlamda ve terim olarak dünya literatürüne giren şekliyle hiçbir zaman hümanist olarak değerlendirilemez. İyi niyetle bile olsa kavram kargaşalığına meydan vermemek için özellikle Mevlanâ’nın hümanist olarak nitelendirilmemesi gerekir. İnsanı sevdiği doğru, ama hümanist olduğu yanlıştır. Dünyaya özellikle Batı dünyasına Mevlâna’yı güzel göstereceğiz diye işgüzarlık yapıp, Mevlâna’nın ne kadar insancıl olduğunu söylemek için onu hümanist yapmaya gerek yok. İnsanı sevdiği ve ona değer verdiği anlatılır, açıklanır ama bu durum, “hümanist” terimiyle ifade edilemez.

O hâlde bazıları, özellikle bilinçli ve bilgili oryantalistler ve yerli batıcılar, neden onu zorla hümanist yapmaya çalışmaktadırlar?

Mevlâna, derin düşüncesi, engin birikimi, cazibeli yaklaşım ve yaşantısıyla bütün dünyada büyük saygı uyandırmış, takdir görmüş bir Müslüman Türk büyüğüdür. Göz ardı edilemeyecek, yok sayılamayacak, kendini kabul ettirmiş, evrensel bir kişilik hâline gelmiştir. Batı dünyası, tarihe yayılan bir süreçte Türklüğe ve Müslümanlığa genelde düşmanca bir tavır içinde olmuştur. Batıda ortaya çıkan oryantalizm anlayışına, ürünlerine, üniversite çalışmalarına bakılırsa bu açıkça görülür. Oryantalizm demek, bir bakıma Türklük ve Müslümanlık düşmanlığı demektir. Batı, genelde Türklüğü barbarlık ve İslâm’ı da primitif, yani gerilik, ilkellik olarak algılama eğilimindedir. Onlara göre Türkler, medeniyet ve kültür üretmeyen, şehvet ve şiddet yani harem ve kılıçla özdeşleşen bir kültüre sahip, barbar bir millettir. İslâm’ı da böyle görürler. Bugün bile böyledir. Nitekim günümüzde politikacıları İslâm’ı terörizmle yani şiddetle özdeşleştirirlerken, son Papaları da kılıç dininden bahsetti, bütün İslâm dünyasını ayağa kaldırdı. Bu yaklaşımlarını saklama gereği bile duymuyorlar.

Bir de Batı, en eski zamanlarda Müslüman deyince Türkleri anlardı. Müslüman demek Türk demek, Türk demek Müslüman demekti. Çünkü Müslüman olarak karşısına hep Türkler çıkmıştır. Haçlı seferlerinin manası budur. İslâm dünyasını emperyalist Batı saldırganlığına karşı Türkler korumuştur. O bakımdan Türklere karşı kinleri büyüktür.
Bu durumdan dolayı, Mevlâna gibi evrensel bir değeri Türk ve Müslüman görmek ve dünya kamuoyuna böyle sunmak istemezler. Mevlâna’nın Türk ve Müslüman olması, onları rahatsız eder. Reddedemeyecekleri Mevlâna’yı saptırarak, çarpıtarak, özünden boşaltarak, asliyetini, kimliğini değiştirip başkalaştırarak dönüştürmeye, bozmaya çalışırlar. Türk dememek için bin türlü gayret içine girip Türklüğünü belirsiz bir milliyetle bulanıklaştırmaya, İslâmlığını da hümanizma gibi batı kaynaklı ama Müslümanlıkla alâkası olmayan bir terimle sulandırmaya çalışırlar. İyi niyetli oryantalistler ve başkaları Mevlâna’yı gerçek kimliğiyle görmüş ve göstermişlerdir. Onlara diyeceğimiz yok. Ancak kötü niyetli ve öznel amaçlı bazı oryantalistlerin kastı ve tavrı kötü ve yanlıştır. O yüzden Mevlâna hakkındaki hümanist yakıştırmalardan uzak durmak gerekir. Mevlâna insancı ve insancılık felsefesi yapan bir hümanist değil, insansever, insaniyetçi bir Müslüman - Türk mütefekkiri, mutasavvıfı ve şairidir. Kendi değerlerimizi batılı kavram ve terimlerle ifade etme zorlama tavrından artık kurtulmalıyız.
 

Kaynakça
Hakan Gündoğdu, “Hümanizm Bir Din midir?”, Dinler Tarihi Araştırmaları II, Sempozyum: 20-21 Kasım 1998 Konya, Dinler Tarihi Derneği Yayınları, 2000, s.99.
Bogos Zekiyan, Humanizm, İnkılâp ve Aka Kitabevleri, İstanbul 1982.
Yümni Sezen, Hümanizm ve Atatürk Devrimleri, ayışığı kitapları, İstanbul.
DİPNOTLAR
1. Papa Paul, 1969 yılında “Roma Katolikliği bir tür Hristiyan hümanizmidir ve tek gerçek hümanizm de budur” demiştir.
2. Sovyetler Birliği döneminde Felsefe Enstitüsü başkanlığı yapan F.N.Fedoseyev gerçek hümanizmin komünizm olduğunu söylemiştir.
3. Paul Faure, La Renaissance, Paris 1949, s.124.
4. Füruzan Hüsrev Tökin, “Türkiye’de Humanizma”, Yelken, S.47, s.3.
5. Orhan Burian, “Humanisma ve Biz”, Yücel, Mayıs 1940
6. Vedat Günyol, Devlet İnsan mı?, Çan yayınları, İstanbul 1975, s.116, 214.
7.Rusçadan çeviren: Mazlum Beyhan, Yön ve Evrensel Yayıncılık, Ekim 1990.
8.A. A., http://www.bygm.gov.tr/yayinlarimiz/anadoluyahaberler
9. Gökçe Gerçek, http://www.kahvemolasi.com/sayilar/20060411.asp
10. Vedat Günyol, Devlet İnsan mı?, Çan yayınları, İstanbul 1975, s.215-216.
11. Mevlâna’nın Rubaileri, Rubai: 1052, çev. M. Nuri Gençosman, İstanbul 1986, s.216.
12. Tin, 95 / 4.
13. Hicr, 15 / 29; Sad, 38 / 72.
14. Buhari, İstizan,1; Müslim, Birr,115.
15. Mevlâna, Mesnevi, C.IV, çev: Veled İzbudak, gözden geçiren: Abdülbaki Gölpınarlı, Millî Eğitim Bakanlığı yayınları, İstanbul 1988, s.256.
16.Mevlâna Celaleddin, Divan-ı Kebir, C.IV, hzl. Abdülbaki Gölpınarlı, Kültür Bakanlığı yayınları, Ankara 1992, s.410.
17. Mevlâna, Mesnevi, C.III, çev: Veled İzbudak, gözden geçiren: Abdülbaki Gölpınarlı, Millî Eğitim Bakanlığı yayınları, İstanbul 1988, s.132.