Meşrutiyet-i meşrua üzerine kısa bir değerlendirme

Meşrutiyet-i meşrua üzerine kısa bir değerlendirme

 

Bir müzakere ortamında karşılaşmış olduğum bir soruya cevap aradım.

Soru şu: Türkiye Cumhuriyeti’nin yönetim tarzı demokrasi de olsa herkes tarafından biliniyor ki, bu demokrasi Kemalizmin kuralları gölgesinde bir demokrasidir. Kemalizmin müsaade ettiği kadar bir demokrasidir.

 

Bediüzzaman’ın Münazarat adlı eserinde alternatif rejim olarak ileri sürülen meşruti sisteme baktığımızda bunun da ondan farkı olmadığını görürüz. O da Şeriat terbiyesindeki bir sistemi kabul etmektedir.

 

Yani birisi “Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir” dese de “Kemalizm ilkeleri hariç” demeye getirirken, diğeri “Meşrutiyet hakimiyeti millettir” derken o da “Şeriat kuralları hariç” maddesini eklemeden edemiyor. Bu durumda her ikisinin de gerçek demokrasiyi istemediği gerçeği ortaya çıkmış oluyor. Bunun izahı nasıl yapılabilir?

 

Cevap:

Evet, elhak doğrudur. Bediüzzaman hazretleri Şeriat’la terbiye edilmiş bir meşrutiyeti (demokrasiyi) istemektedir. İfade ederken de “Meşrutiyet-i Meşrua” diyor.

Ancak her iki isteyiş arasında seradan Süreyya’ya kadar fark var. Biri “öl” dese, diğeri “diril” diyor.

 

Not: Bediüzzaman Hazretlerinin meşrutiyeti tarifinden hareketle istenilen sistemin aslında demokrasi olduğu sonucuna ulaşmış bulunuyorum. Bu gün olsaydı aynı tarifleri demokrasi için yapacağından hiç şüphem yoktur. O nedenle ben bundan sonra Meşrutiyet yerine demokrasi kelimesini kullanacağım.

 

İşte başlıyoruz. Öncelikle şunu itiraf ve iddia ediyorum ki, Bediüzzaman Hazretleri bilim dünyasının ulaşabileceği kamil manadaki en gelişmiş demokrasinin nihai hedeflerini tayin ediyor. Ve ulaşılabilecek en son hududunu çiziyor.

 

Mesela Meşrutiyeti tarif ederken ilk cümlesi şöyle başlar:

 

Meşrûtiyet Ve işlerde onlarla istişare et. {1} Onların aralarındaki işleri istişare iledir. {2}  âyet-i kerîmelerinin tecellîsidir ve meşveret-i şer’iyedir.”

 

“O vücud-u nûrânînin kuvvete bedel, hayatı haktır, kalbi mârifettir, lisânı muhabbettir, aklı kânundur, şahıs değildir.”


“Evet, meşrûtiyet hâkimiyet-i millettir;” {3}

 

Yani Meşrutiyet-i Meşrua; Şeriattan mülhem bir meşverettir. En üst tabakadan en alt tabakaya kadar inen bir meşveret ve müzakere sistemidir.

 

Ülke meseleleri meclis tarafından en üst düzeyde tartışılarak çözülürken, kademe kademe bu müzakere ve telahuk-u efkar sistemi aşağıya inmek suretiyle ta talebeye kadar inerek yaygın bir şekilde her tabakayı kapsar.

 

Bediüzzaman Hazretlerinin Adnan Menderese başbakan olduğu bir dönemde yazdığı bir mektubu var. O mektubunda Anayasaya girmesini istediği şu dört ayet durumu vuzuha kavuşturuyor.

“hediye-i Kur’ân’ın semavî bir düsturu ve rabıtası ve kudsî kanun-u esasîsi olan

"Müslümanlar ancak kardeştir." {4}
"Allah’ın dinine ve Kur’ân’a hep birlikte sımsıkı sarılın." {5}
"Hiçbir günahkâr başkasının günahını yüklenmez." {6]}
"İhtilâfa düşmeyin; sonra cesaretiniz kırılır, kuvvetiniz de elden gider." {7}

Her biri bir anayasa maddesi olacak bu ayetleri tek tek ele alırsak;

“Müslümanlar ancak kardeştir” ayeti Anayasal vatandaşlığı emretmektedir. Herkesin hukuk karşısında eşit kabul edildiği hiç kimseye ayrıcalık tanınmadığı bir hukuk sistemini önerir.

"Allah’ın dinine ve Kur’ân’a hep birlikte sımsıkı sarılın” ayeti insanların hür olduğunu ama yine Abdullah olduklarını unutmamalarını işar eder.

 

Zenginlik insanı azdırabilmektedir. Nitekim bunun en güzel örneğini Karun oluşturmaktadır. Kendisine verilen zenginlik Musa (AS)’ın bir duası neticesi olduğu, dolayısıyla Allah’ın bir lutfu olduğu halde o zenginliğin verdiği şımarıklıkla “ben kendi ilmimle kazandım” deme cesaretini ve kabalığını gösterebilmiştir.

 

"Hiçbir günahkâr başkasının günahını yüklenmez." Ayeti ise “suçların şahsiliği prensibini getirir. Geçmişte çok duyduk hala da zaman zaman uygulanmaktadır. Biri bir suç işlediği zaman maalesef işlenen suçun alanı genişletilerek ailesine hatta akrabasına teşmil edilmektedir.

 

Mesela yakın tarihimizde olan şu ve benzeri hadiseler buna en güzel örnek teşkil etmektedir. Şayet bir köyde bir terörist varsa o köy topa tutulmuştur. Malları ve hayvanları yakılmış, hatta köy halkı tehcir edilmiştir. Vatanlarından ve yurtlarından kovulmuşlardır.

 

"İhtilâfa düşmeyin; sonra cesaretiniz kırılır, kuvvetiniz de elden gider." Ayeti ise İslam Birliğini yani İttihad-ı İslamı emretmektedir.

 

Bu gün geldiğimiz noktada dünya dengesinin bozulduğunu her vicdan sahibi görmekte ve söylemektedir. Tek kutuplu bir dünya oluşmuş ve her şey Müslümanların aleyhine dönmeye başlamıştır. Bu gün Müslüman ülkelerin birçoğu işgal altındaysa tek kutuplu olmasının büyük etkisi vardır. Avrupa Birliği biraz olsun dengeyi sağlıyorsa da yeterli olamamaktadır. Acilen yeni bir blok oluşturmalı Ortadoğu devletlerinin sığınacağı bir birliğin gerçekleştirilmesi sağlanmalıdır.

 

Şimdi vicdanen düşünelim.

Kemalizm’in koyduğu ilke ve inkilaplar mı? Yoksa Şeriatın vazettiği bu temel prensipler mi?

Mesela devletçilik kavramı “devletin selameti için fert feda edilir” kaide-i zalimanesini önerirken,

 

Kur’an’ın önerdiği “Hiçbir günahkar başkasının günahını yüklenmez” kaidesi ise kişinin hakkı değil devlete belki bütün insanlığa dahi feda edilemeyeceği adil düsturunu vazeder.

 

Kemalizm’in önerdiği Milliyetçilik kavramı ırkçılık manasında uygulandığı için ülke sathında bulunan milletleri birbirine düşman etmiştir. Oysa Kur’an’ın vaz ettiği “Müslümanlar ancak kardeştir” düsturu, tüm milletleri tek çatı altında birleşmeye ve beraber yaşamaya, kardeşçe geçinmeye davet eder, hatta emreder. Bu da İslam Milliyetçiliğidir. İslam Birliği sağlandığı takdirde bu birliğin çatısı ve şemsiyesi altında diğer milletler de rahat bir nefes alacaklardır. Çünkü Kur’anın diğer emirleri bu gücü farklı inançlara sahip insanların aleyhine kullanmaya izin vermeyecektir.

 

Kemalizm’in Laiklik ilkesi, dinsizlik şeklinde anlaşılıp uygulanmıştır. Bu şekliyle dinsiz bir millet oluşturulmak istenmiştir. “Dinsiz bir millet yaşayamaz” hakikati göz ardı edilmiştir.

 

Kur’an’ın emrettiği “Allah’ın dinine ve Kur’an’a hep birlikte sımsıkı sarılın” ayeti ile insanların ancak din duygusu ile bir ve beraber olabileceklerini, din duygusu ile ayakta durabileceklerini önermiş ve emretmiştir. “Dinsiz bir millet yaşayamaz” kaidesi bu esası desteklemektedir. Bir milleti dinsiz yapmanın o milletin ölümüne neden olacağı açıktır.

 

Bunun gibi diğer maddeleri de ele aldığımızda göreceğiz ki, gerçekten biri “öl” diyorsa, “yaşama” diyorsa, diğeri ise “diril” diyor, “canlan ve uyan artık” diyor. “Çağdaş normlardan daha ileri bir düzeyde yaşa, insan gibi insana yakışır bir seviyede yaşa” diyor.

 

Sanmayın ki, Kur’an’ın önerdiği maddeler bunlardan ibarettir. Belki bunlar gibi yüzlerce kaide ve kurallar vardır ki, uygulandığın zaman insana huzur ve mutluluk verir. Sosyal yaşamı düzenler. İnsan gibi yaşamayı sağlar.

 

KAYNAKLAR:

{1} (Al-i İmran Suresi:159)

{2} (Şura Suresi:38) 

{3} (B. Said Nursi Münazarat sh. 23)

{4} Hucurât Sûresi, 49:10.

{5} Âl-i İmran Sûresi, 3:103.

{6} En’âm Sûresi, 6:164; İsrâ Sûresi, 17:15; Fâtır Sûresi, 35:18; Zümer Sûresi, 39:7.

{7} Enfâl Sûresi, 8:46.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
9 Yorum