Mekke ve Medine’den selam-1

Eşim Ramazan umresine gitmemizi istiyordu. Umre için de bileziklerini vermeye hazırdı. Temmuz ayında üç aylık emekli maaşımızı alınca bu güzel tevafuk ile biraz zorlanarak Ramazan umresine gideceğimizi anladım ve Bismillah diyerek Diyanete müracaat ettim.

2010 Ramazanını Cenab-ı Hak’kın izni ve inayetiyle mübarek beldelerde geçirecektik. Heyecan bizi sarmıştı. Sadece bir endişem vardı. Motordan düşmüş ve sağ ayağımı fena şekilde incitmiştim ve yürümekte zorlanıyordum.

Umre ve Hac ibadeti demek, zorluk ve meşakkat demek... Hele Mekke ve Medine’nin 45 derece altına düşmeyen sıcakları ve o sıcaklarla birlikteki Ramazan umresi. Yakıcı sıcakta aç susuz oruç, hatimli teravihler, otele gidiş gelişlerdeki izdiham, hatimli teheccüd namazı ve uykusuz geceler biri birine eklenince işimin hayli zor olacağını tahmin ediyordum.

Ama Beytullah’ı ziyaret etmek, Ramazandaki orucu dünya gürültüsünden sıyrılarak o mübarek yerlerde geçirmek, makbul ve mübarek ve -benim hakkımdaki günahsız- milyonlar müminlerin ağızlarıyla dua ve istiğfar etmek, Fahri Âlem’in (ASM) mescidini, kabrini, ashabını ziyaret etmek, asrı saadetin hatıralarını tazelemek insana her türlü meşakkati hoş gösteriyordu, sevdiriyordu.

Manisa’dan otobüslerle sabah ayrılmıştık. İzmir havaalanında ihramlara girerek uçağa binmiş ve Cidde havaalanı, oradan Mekke’ye giderek otellere yerleşmiş ve ancak ertesi sabah saat 04’te Mescid-i Haram’a gitmeyle Umremiz başlamıştı.

Kafilemiz Beytullahı görme heyecanı ile Mescid-i Harama girerken, müezzinin “Allahuekber” sedaları Mekke’yi çınlatıyordu. Kâbe’nin etrafı ve Mescid-i Haram dolmuştu. Sabah namazını avluda kılacaktık, yeni gelmenin ve Kâbe’yi görme arzusunun baskısıyla son bir gayretle içeri girebilmiştim.

Adım adım ilerleyerek Kâbe’nin bulunduğu açık alana girebilmiştim. Kâbe’yi görünce yapılacak duaların makbuliyeti müjdesi ile kendimin, ailemin, evlatlarımın ve ebeveynimin tüm akrabalarımın ve Nur talebelerinin ve ehli imanın affını ve mağfiretini istiyordum. Sultan-ı Kainatın Beytinin kapısına gelmiştik, o kapıdan ne istenilmezdi ki? O kapının sahibi neyi vermekten aciz ki.

O kapı sahibinin hazinesinde ne yok ki. Ama benim bütün arzu ve isteğim, Fetih suresinde sahabelerin evsafını zikreden ve nihayetinde onlara “mağfireti “ müjdeleyen ayetlerin işari manaları doğrultusunda, sahabe nazarında en ehemmiyetli olan “mağfirete” ailece, akaribce ve hizmet-i Kur’an’iye’deki arkadaşlarımla mazhar olmak. Dünya nimetleri yanında ahiret nimetlerinden istifade edenlerden olmak.

Müezzin yanık sesiyle kamete başlamıştı. Yüz binler namaz için kıyamdaydı ve Kabe-i Şerifteki ilk namazıma duruyordum. İmamım “Allahuekberi” ile namaza durduk. Kabe’nin huzurunda namaza duruşun ve yeni gelişin heyecanı ve yüreğimin heyecanlı çırpınışları içinde el bağlamış ve Fatihayı dinlemiştim, dokunsalar ağlayacaktım misali beklerken birden  İmamın “Kaf, Ha,Ya, Ayn,Saaad” diye yanık bir sesle sureye başlaması ,yürek tellerimi titretmiş,göz yaşlarımın akmasını başlatmıştı. O ne hazin ve yanık bir okuyuştu Ya Rabbi.

Saç ve sakallarımın ağardığı ve ihtiyarlık mevsiminde bulunduğumdan, halime mutabık ve tesadüfe asla yer olmayan bu alemde, okunan sure-i şerifteki bu güzel tevafuğu düşünerek kendimi, Zekeriya (AS)’ın yerinde farzedip, katı kalpleri bile ihtizaza getirecek ve gözlerden yaşlar akıttıracak o yaşlı Nebiyyi Zişanın (AS)  lisanıyla tazarru ve niyazımı Sultanı Kainata, merhametlilerin en merhametlisine tevcih ediyordum. Hidayet, mağfiret ve salih evlat istiyordum.

İmamın yanık ve sel sebil gibi akıcı, ma-i zem zem gibi latif ve bedenimizi serinleten sabah yeli gibi ruhumuzu serinleten okuyuşu cemaati ve beni eritmişti. Hemen herkes ağlıyordu. Bir sahife, iki sahife, saatlerce okusa insanı bıktırmayacak bir okuyuş. Saniin vücudunu ve varlığını nazara veren ayetler, insanın bir nutfeden yaratıldığını ve ehli imana ve saadetle akibetini müjdeleyen ve hadsiz niamı ilahiyeye küfranla mukabele eden ve nimetlere küfran gösterenleri elim azapla korkutmayla biten ayetler, ayetler…

Her farz namazdan sonra hemen durulan cenaze namazları... Ölüm hakikatının tokatını yiyen nefis biraz daha suskun ve de şaşkın. Onlarca cenaze.
Namazdan sonra hemen başlayan tavaflar. Gündüzünün sıcağı nedeniyle sabahın ılıklığında tavafa girenlerin sayısı çok fazla. Kabe’nin etrafı tıklım tıklım. İnsanlar adım adım ilerleyebiliyor. İşrak namazından sonra ben de tavafa başlıyorum.

Bir şavt, ikinci şavtta Kabenin yanına varabiliyorum. Kâbe’nin dört bir tarafı insanlarla çevrili ve Kabe örtüsüne sarılan eller ve Kabe’ye yaslanan vücutlar. Yıllarca gurbette kalmış ve biri birine kavuşmuş ana oğul gibi. Hıçkırık sesleri her taraftan geliyor. Sende hıçkırıyorsun.

Koca koca insanlar çocuklar gibi hıçkırarak ağlıyorlar. Gözyaşları sel gibi. Bütün tavaf edenler lisanı hal ve kal ile hep birlikte adeta şunu söylüyorlar. “Ya Rab kapına geldik. Senin kapından başka kapı yok ki gidilsin. Sensin Halık, Sensin Rab, sensin Ma’but.” Tavafımı bitiriyorum ve Saf’a tepesine yöneliyorum. Sa’yimi yapmak için. Bu arada ayağımın ağrısı şiddetleniyor.

Sa’yi’mi iki saatte yakın bir zamanda ancak bitirmiştim. Sa’yim bitmişti ama ben de yorgunluktan ve ayağımın ağrısından bitmiştim. Adım atacak halde değildim. Yere yıkılmıştım. Saçımı makasla kesip umremi bitirmemin verdiği haz ve bu mübarek beldede olmamın verdiği lezzetle ayağımın ağrıması ve yorgunluk umurumda değildi. Kahvaltı için otele dönmüştüm.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
2 Yorum