Leman Sam ve kurban üzerine: ‘Bazen insan şefkatiyle de sınanır!’

"Şefkat-i insaniye, merhamet-i Rabbaniyenin bir cilvesi olduğundan, elbette rahmetin derecesinden aşmamak ve Rahmetenli'l-Âlemîn zâtın (a.s.m.) mertebe-i şefkatinden taşmamak gerektir. Eğer aşsa ve taşsa, o şefkat, elbette merhamet ve şefkat değildir; belki dalâlete ve ilhada sirayet eden bir maraz-ı ruhî ve bir sakam-ı kalbîdir." Kastamonu Lahikası'ndan...

Hiç boşta kalmıyoruz. Fazıl Say'ımız olmazsa Hülya Avşar'ımız, o da olmazsa bir başka 'İslam uzmanımız' dinî vecibeler hakkında bizi bilgilendiriyorlar. Eğitim dönemlerini 'dinle ilgilenmeyerek' geçiren bu uzmanlar, bu şekilde kazandıkları uzmanlığı, cahilce empatilerini vicdanın sesi yerine koyup bunu bize dayatarak, büyük yararlar(!) sağlıyorlar. Fatiha'yı okutsan okuyamayacak, elifi görse mertek sanacak dehaların fıkhı hallaç pamuğu gibi attığı, Kur'an okunmadan Kur'an hakkında konuşulan ilginç bir devirdeyiz. Diploması olmayan doktorluk yapamaz, ama camiden yolu hiç geçmemişler İslam konusunda ahkam keser ahirzamanda.

Uzmanlaşma istemeyen tek ilim dalı: Din. Erkan öğrenmede Zekeriya Beyaz'a kadar düşen bir medyada, bir adım ötesinde yer alan sanatçılarımız neden görüş beyan edemesinler? Ederler elbet. Geçtiğimiz günleri de Leman Sam'ın kurban hakkındaki twitini anlamlandırmaya çalışarak geçirdik: "Benim için IŞİD ile bıçağını masum bir hayvanın boğazına dayayan aynı duygudadır, IŞİD beni şaşırtmıyor."

Kasaplar Odası bu sözden üzerine alınıp bir cevap yayınladı mı, bilmiyorum. Ama ben hem onlar, hem kendi adıma alındım. Takdir edersiniz ki, mevcut anayasal düzende suça karışmış hayvan bulabilmek zor. Sovyet Rusya'da olsaydık, belki. Soljenitsin hikayelerinde böyle şeyler olduğunu anlatıyor. Ama bizde yok. Bir de kurbanlık şartlarını düşününce bu kesilebilecek hayvanı bulmak iki kere zorlaşıyor. Hem köftehor bir kere suça karıştıktan sonra sahibinin yanında durur mu hiç? Elbet, efendi olanlar getiriliyor satış alanına. Bu yüzden de biz hep masum hayvanları kesiyoruz. Nasıl da yakaladı 14 asırdır düşünemediğimiz noktadan bizi Leman Sam. Hay aksi!  Fakat bir saniye: Ya bitkiler? Biz onları da bıçakla kesiyoruz bazen. Salata falan yaparken. Domatesler suçlu mu peki?

Görüyor musunuz nerelere uzanıyor bu iş. Bir de IŞİD'den açıklama gelmiş diyorlar. Onca işgalin, kıyımın içinde üşenmemişler Leman Sam'ın twitini değerlendirmişler. Halife Hazretlerinin cevabı ise şu: "Leman Sam'ı şaşırtmaya çalışmıyoruz."

Üstelik Leman Sam vejeteryan falan da değilmiş. Hele balık falan çok severmiş diyorlar. Demek ki, onların ecelleriyle ölmesini bekliyor, sonra yiyor. Kalmadı ki böyle ince düşünceler. Leş yemek akbaba zerafetidir. Yemesek de saygı gösteririz.

Şakası bir yana, aslında bütün bunlar tek sebepten: Empatik cehalet. Yerine kendini koymakla 'yerinde olmayı' aynı şey sanmaktan. Örneğin; Leman Sam, istediği kadar empati yapsın, bir müslümanın mülk algısının nasıl olduğunu, bir müslüman kadar bilebilir mi? Yani varlığı nasıl gördüğünü? Ve nasıl düşünmekle mümin olunduğunu? Dinin böyle bir bakış açısı/varlık algısı da içerdiğini biliyor mu Leman Sam? Muhtemelen bilmiyor ve kendi varlık algısını bir müslümanın üzerine koyarak, onu öyle olmaya mahkum ederek, zalim benzetmeler kuruyor. Mesela diyor ki: Benim dünya algımda ancak herkes kendinin sahibidir. Herkes kendisinin olduğu için yaşam hakkı kutsaldır. O halde bir suça karışmadığı halde, masum kaldığı halde, canı alınamaz. Canını alan, bunu, kendi keyfi ve sadistik tatmini için yapmıştır. Bu sadistik tatmin elbette o insanın sadist olduğunu gösterir. Müslümanlar kurban kestiklerine göre sadistler. Sadistler de elbette insan kafası keser. IŞİD'leşmesi şaşırtmaz.

Ne kadar güzel geldi buraya kadar değil mi mantık? Hiçbir sorunu da yokmuş gibi. Fakat öyle değil. İlk adımında yanlış var bu yürüyüşün. Dansa yanlış ayakla başlayanın toparlaması zor. "Herkes kendinin sahibidir..." Bir müslümanın mülke bakışı öyle değildir ki. Bir mümin için mülk Allah'ındır. Dilediği gibi tasarruf eder. Kendi hayatı da dahil olmak üzere bütün hayatlar O'nundur. Yaşam hakkı, tüm hayatlar O'nun sanatı olduğu için kutsaldır, kendi mülkü olduğu için değil. İnsan nefsine dahi zulmedemez, haddini aşamaz.

Bediüzzaman'ın 26. Söz'deki örneklemesiyle; terzi O'dur, model birey birey bütün varlıklardır. Terzi, modeli kiraladıktan sonra, elbiseyi biçerken istediğini yapabilir. Oturur kaldırır, bollaştırır daraltır, istediği rengi istemediği rengin yerine yerleştirir, hakkı O'ndadır. Model diyemez ki: "Bana zahmet veriyorsun, eğilip kalkmakla vaziyet veriyorsun, beni güzelleştiren bu gömleği kesip kısaltmakla güzelliğimi bozuyorsun."

Bu nedenle bir müslüman hayata da, hayatın başına gelen herşeye de güzel bakar. Çünkü nihayetinde O'ndan gelinir ve O'na dönülür. Hastalık, musibet, ölüm, savaş... Bütün bu 'sureten siyah' tabloların içinde bir müminin gördüğü 'hikmeti bembeyaz terzinin' varlığıdır. Bir terzi onu oturup kaldırmaktadır. Elbisesini veya rızkını daraltıp bollaştırmaktadır. Yine bu nedenle "Birşey ya bizzat güzeldir veya neticesi itibariyle güzeldir." Müminin gözü böyle görür âlemi. Böyle gördüğü için de böyle hükmeder. "La ilahe illallah!" yalnızca 'La ilahe' değildir, aynı zamanda 'illallah'tır.

Bu kısım önemli, çünkü müminin günah/sevap algısı da bu mülk algısının üzerine bina edilmiş. Kürtaj gibi bir cinayete "Benim bedenim benim kararım!" diye destek verenlere müminin aynı stilde verebileceği cevap şudur: "Allahın bedeni, O'nun emri." Bediüzzaman'ın, Ene Risalesi ismiyle meşhur, 30. Söz'ü 'emanet ayeti' ve o ayetten hareketle insanın mülk algısı üzerine inşa etmesi boşuna değil. Allah'ı bilmek için verilen 'mülk edinebilme yeteneği/vehmi' eğer yanlış kullanılırsa, Allah'ı bilme önündeki en büyük engele dönüşebilir. En görünmez silahı ise şefkat olur. Terzi ve model misalini verdiği kısma "Ey şiddet-i şefkatten şedid bir elemi hisseden nefsim ve arkadaşım!" diye başlaması, bunun içindir. Allah'ın mülkünü Allah'tan alıp başkalarına veriyorsan, bunu hislerin en masumu şefkat ile de yapsan, yaptığın masum değildir. Çünkü insan, bazen şefkatiyle de sınanır. Tıpkı öfkesiyle, hasediyle, kibriyle, kıskançlığıyla sınandığı gibi.

Kur'an'da geçen, Bakara sûresinin 'bakara' ismiyle anılmasının da sebebi olan Hz. Musa kıssasını hatırlayalım. Bir çocuk, amcaları tarafından katledilir mirasına konmak için. İsrailoğulları bu çocuğun katilinin bulunması için Hz. Musa'ya gelirler. Hz. Musa, Allah'a dua eder. Ve Allah, İsrailoğulları'na bir inek kesmelerini emreder. (İneğin kemiğiyle dokunulduğunda çocuk canlanacak ve katillerini söyleyecektir.) Tam bu noktada Kur'an, onların tereddütlerini anlatır bize. İyice tarifini isterler, bulamıyoruz diye bahane ederler. Daha ayrıntılı bilgi gelir. Daha da diretirler. Daha da ayrıntılı bilgi vahyolunur. En sonunda öyle bir hayvan tarif edilir ki, işte budur demek mecburiyetinde kalırlar. Ve keserler. Fakat ayet onların halet-i ruhiyesini şöyle tarif eder: "Neredeyse kesmeyeceklerdi!"

Neden kesmemekte direndi İsrailoğulları? Bunun cevabını Bediüzzaman, 20. Söz'de, Eski Mısır teolojisinin tarım hayvanlarına kutsallık atfetmesine ve İsrailoğullarının da orada yetişmelerinden ötürü bu sığır-tapıcılıktan etkilenmelerine bağlıyor. Hatta Hz. Musa'nın Tur'a çıkışının ardından, Samiri'nin değerli madenlerden yaptığı buzağıya tapmaları da (icl hadisesi diye bilinir) bu görüşü destekliyor. Ve vahiy, aslında onlara bu ineği kestirmekle bakar-perestliğin, yani sığır-tapıcılığının boynuna bıçağı vuruyor.

İnsan, kesip etini yediği hayvana tapamaz. Kutsamak aynı zamanda onu 'dokunulmaz' kılmaktır. (Bugün Hindistan'daki örneklerinde olduğu gibi.) Bakara kıssasının içinde bu ders de var.

Şimdi bu pencereden Leman Sam'a ve twitine bakın. Müslümanlar neden kurban kesiyor, bir tefekkür edin. Hatta zekat gibi, namaz gibi, hac gibi ibadetleri de böyle bıçaklar olarak düşünün. Zekat, mal-perestliğe vurulan bir bıçak; namaz, zaman-perestliğe vurulan bir bıçak; hac, mekan-perestliğe vurulan bir bıçak; oruç, rızık-perestliğe vurulan bir bıçak. Allah, kendisine ne kadar kul olduğumuz yalnızca  herşeyi O'ndan bilmemizle sınamıyor. Aynı zamanda istediğinde geriye vermemizle de deniyor bizleri. Tevbe 111'de buyrulduğu gibi: "Şüphesiz Allah, mü’minlerden canlarını ve mallarını, kendilerine vereceği cennet karşılığında satın almıştır." Satamıyorsan, zarardasın.

Peki, kurban kesenler şefkatsiz insanlar mı? Kesinlikle hayır. Üç örneğim var bu konuda. Birincisi babam. Babam ki, yarım kasap sayılırdı, hayvanlara şefkatinden çekinir, vuranlara öfkelenirdi. Hayatı boyunca çobanlık/hayvan bakıcılığı yaptı. İstanbul'a göçtüğümüzde bıraktı hayvanlara bakmayı. Fakat o zaman bile kurban kesimleri sırasında yaşananları izlerken hayvanlara eziyet edildiğini görürse öfkeyle bağırırdı. Televizyonda görse televizyona bağırırdı. Küçüklüğümü anımsıyorum. Biz onun beslediği hayvanlardan birisine vuracak olsak, bize kızardı, ki babamın ömründe pek az sinirlendiğini söylemeliyim. Kurban kesiyordu. Beraber kesmişliğimiz de var. Masumiyetleri konusunda hiçbir şüphesi yoktu. Ama mülk Allah'ındı. İsterse, kesmek lazımdı. Çünkü Allah'tan bilmek kadar, Allah istediğinde vermek de kulluktu ona göre. Şefkatinin kulluğunun önüne geçmesine izin vermiyordu. Allah, kabrini pür-nur etsin. Fatihanıza vesile olsun.

İkinci örneğim, Önder abi. Beraber büyüdük sayılır. Şu an bir kesimhanede çalışıyor hâlâ. Babam hayvanlara bakarken, babama çok heves ettiği için ve hayvanları da çok sevdiği için, o da bir nevi hayvancılığa başladı. Şimdi, her memleket ziyaretimde bana düzenli bir şekilde şikayet ettiği şey şudur: "Dayanamıyorum. Bırakacağım bu işi. Hayvanlar gözüme bakarsa, içim yanıyor." Fakat yine de bırakamıyor. Çünkü işini onun kadar iyi, temiz ve acısız yapan yok. Başkalarına bıraktığında hayvanlara eziyet edilmesinden korkuyor. "Beceremiyorlar, süründürüyorlar" diyor. Bu abimin, tüm merhametine rağmen, hayvanlara eziyet eden birini görürse elleriyle boğabileceğini söyleyebilirim. Ona da sorsanız cevabı aynı: "Allah'ın emri, Allah'ın mülkü."

Üçüncü örneğim, eniştem: Eniştemin durumu daha da başka, çünkü beslemediği hayvan yok gibi. Bir sürü güvercini var, işyerinde duruyorlar ve çocuğu gibi ilgileniyor onlarla. Sonra hem işyerinde hem evinde akvaryumu var ki, bizzat kendisi ilgilenir. Bir keresinde kaza eseri hepsi öldüğünde günlerce nasıl üzgün olduğunu ve bahsi her açıldığında yüzünün nasıl asıldığını hatırlıyorum. Onun da kurban kesmesinin hikayesi şöyle: "Baktım dedemin gücü yetmiyor, hayvana eziyet oluyor, ben alıp kestim." Kesmesinin sebebi kesmeyi sevmesi değil. Hayvanın acı çekmemesi, ama ona da sorsanız cevabı aynı: "Allah emrediyor, ben kimim ki Allah'ın emrine karşı geleyim?" Bediüzzaman'ın ifadesinden mülhem bu cümleyi şöyle değiştirebilirim. "Ben kimim ki, Allah'tan fazla şefkat edeyim? Allah emrediyorsa, şefkatimi ondan ileriye götüremem." Şeriat, kuvveleri gittikleri yere kadar salmak değil, hadd-i vasatta tutmaktır.

Yani Leman Sam, senin sorunun bıçakta, hayvanda değil; bakış açında. Bizi bilmiyorsun ki, bizim ne yaptığımızı/duygularımızı anlayasın. Bir aşçı, tıp konusunda konuşmaya ne kadar hak sahibiyse, senin de din hakkında konuşmaya o kadar hakkın var. Şefkatimizi, insanlığımızı sınamak ise, haddin değil. Peki, İslam'ı sınamak? Ağzına almaya hakkın yok senin. Çünkü o ağız başka şeyler söylemeye alışmış. Allah'ı bilmemiş ki, Allah'ın emrettiğini bilsin. Çamlıbel'in bir şiirinde söylediği gibi: "İncinir düz caddede dağda gezen ayaklar."

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
1 Yorum