Kutlu Doğum konferansları üzerine bir değerlendirme

Nisan ayı boyunca yurt içi ve yurt dışında verdiğim Kutlu Doğum Konferanslarının sayısını bilmiyorum. Bizi Habib’ini anlatma ve tanıtma şerefine layık gören ve nâil eden Alemlerin Rabbi’ne sonsuz hamd ve senalarımı arz ediyorum.

Elimden geldiği kadar anlatmaya ve tanıtmaya çalıştığım o şanlı Peygamberi, hakkıyla yaşayamamanın hüznü ve ıstırabı içindeyim. Onun için bu makalemde sözlerime muhatap olarak yine nefsimi seçmiş bulunuyorum.

 

Peygamberimizi anlatmak ve onunla övünmek, Kutlu Doğum konferansları düzenlemek ve bu organizasyonlarda görev almak çok önemlidir, şereflerin en büyüğüdür. Bu hususta görev alan resmi, gayr-i resmi bütün teşkilatlarımızı tebrik ediyor, görev alan ve bu coşkuya dinleyici olarak katılan herkese şükranlarımı arz ediyorum.

 

Kutlu Doğum konferanslarının gayesi ve hedefi, kutlu doğumun konusu olan Peygamberi tanımak, anlamak ve yaşamaktır. Yani Peygamberin halleriyle hallenmek, özellik ve güzellikleriyle bezenmek, kabuktan öze inmek, lafızdan manaya geçmek ve adetâ Muhammedleşmektir. Konferanslardaki merasimin ihtişamından bu önemli nokta bazen gözden kaçmakta, Safiye, kafiyeye feda edilmektedir. Bu olumsuzluklardan kurtulmanın yolu ana hatlarıyla şunlardır.

 

1-Öncelikle konferansı verenler özenle seçilmeli. Konferansı verenlerin verdikleri bilgiler hem doğru ve üslûpları anlaşılır olmalı, hem de o bilgiler aşk ve sevda ile yoğrularak sunulmalıdır. Konferansa gelen insanlar, kalplerini Peygamber sevdasıyla, akıllarını da Peygamber hakkında doğru bilgilerle doldurmuş olarak geri dönmelidirler.

2-Her konferans verilen yerde Peygamberi anlatan muteber kitaplar teşhir edilmeli, konferansçının varsa kitapları imzaya açılmalıdır.

 

3-Konferansta ana nokta Hz. Peygamber’in anlatıldığı kısımdır. Dinleyicinin sabrı çoğunlukla buna hasredilmelidir. Teferrüatla sabırlar tüketilir, dinleyici bir de dinlenmez bir konferansçıyla baş başa bırakılırsa konferanstan beklenen sonuç alınamayabilir. Emeklere, hazırlıklara ve fırsatlara yazık olur.

4-Konferansçı konferansını verirken dikkat dağıtan hiçbir unsur olmamalı, annelerin çocuklarına bir çare bulunmalı, onlar ayrı ve emin bir yerde, emin ellerde, günün anlamına uygun bir şekilde eğlendirilmelidir.

 

5-Salonda hatip konuşurken hatibin sesinden başka bir ses ve uğultu olmamalı, ses sistemleri önceden kontrol edilmeli ve çok güzel ayarlanmalıdır.

6-Konferans salonları, hatibin muhatabı kontrol edebilecek genişlikte olmalı.

7-Salonun sıcağı da, soğuğu da dinleyiciyi rahatsız etmemelidir.

Çünkü konunuz çok önemli. Âlemlerin Rahmeti’ni anlatacaksınız. Ona layık hassasiyetler ortaya koymaya mecbursunuz.

Sahabe Peygamber’le konuşmak ve görüşmek için yanına varmadan sadaka veriyordu. Bu hem Peygambere olan saygılarının ifadesi, hem de kendilerini bu şerefe nail eden Allah’a şükranlarının nişanesi idi.

 

ERHAMÜRRAHİMÎ’NİN KULLARI VE RAHMETENLİLÂLEMÎ’NİN ÜMMETİYİZ

 

Mademki biz Erhamürrahimîn olan Allah’ın kulları, âlemlere rahmet bir peygamberin ümmetiyiz. Öyleyse o merhametlilerin en merhametlisi olan Allah’ın rahmetinden ve âlemlere rahmet gönderilmiş olan Peygamber’in şefkatinden öyle rahmet ve şefkatle süslenmeli, beslenmeli ve yüklenmeliyiz ki bizim o rahmet ve şefkatimizden sadece dostlarımız değil, düşmanlarımız ve sevmeyenlerimiz de nasibini alsın. Alsın da onlar da dostlarımız ve sevenlerimiz arasına katılsın, her biri bir peygamber fedaisi olsun.

 

Peygamberimizin özellik ve güzellikleri bizim de özellik ve güzelliklerimiz olmalı. Mesela, kazaya kalmış namazımız olmamalı. Vaktinde kılınmamış, huşusuz, tadil-i erkânsız kılınmış namazımız olmamalı. Üzerimizde varsa kul hakları onları ödemenin, ya da affettirmenin yollarını bulmalıyız. Sadaka ve zekât noktasında, iyilik ve ikram noktasında, yedirip, içirip, giydirme noktasında cömert olmalıyız. Okuyan, bilen, bildikleriyle amel eden, amelinde ihlaslı ve samimi olan, seven, sevilen, sevdiren, sevindiren insanlar olmalıyız. Tek yüzlü olmak Peygamberimizin karakteridir. Olmazsa olmaz sünnetlerindendir. İki yüzlülük münafıklık alametidir. Bundan Allah’a sığınmalıyız.

Malayani, bizim de semtimize uğramamalı; dakikalarımız, zikirsiz, fikirsiz, şükürsüz geçmemeli. Eğlencelerimiz meşru olmalı. Eğlencedir, düğündür, diyerek günah çamuruna ve batağına düşmemeliyiz.

 

Biz de bir şahit, bir hakem, bir gözlemci, bir müjdeleyici, bir uyarıcı, Allah’ın izniyle Allah’a davetçi, aydınlatan bir lamba ve âlemlere rahmet olmalıyız. Kendimizi ve insanlığı kurtarmaya çok hırslı, hele müminlere son derece şefkatli ve merhametli olmalıyız. Biz de insanlar İslam’a inanmayacaklar diye üzüntüler içinde kıvranmalıyız. Biz de insanlığın kurtuluşu, İslam’la şereflenmeleri için dua etmeli, çalışmalı ve bu hizmeti yapanlara katılmalıyız. Biz de tatlı dilli, güler yüzlü olmalı, gidebildiklerimize gitmeli, gidemediklerimize mektuplar göndererek herkesi İslam’a ve âlemlerin Rabbine ve Rahmetine çağırmalıyız.

 

İSLÂM VE YÜZONDÖRT SURENİN BAŞINDAKİ BESMELE BİZE NE MESAJ VERİYOR?

 

Dinimiz İslam, barış demektir, Rabbimizin isimlerinden biri Selam barış demektir, cennetin bir adı selam, barış demektir. Müslüman’ın Müslüman’la karşılaşması anında ilk söylediği söz selamdır, barış demektir. Haremeyn-i şerifeyn’deki iki kapının adı Selam kapısıdır, barış demektir. Yüz on dört suredeki besmele bize merhametli davranmayı, Allah’ın ve peygamberin merhametinden ibret almayı, Kur’an ve hadisler selamı aramızda yaymayı istemektedir. Biz bunlardan ders almalı ve herkese bunları çok iyi anlatmalıyız.

Bunları bilen ve yaşayan bir toplum haline gelirsek işte o zaman insanlar birbirini öldürmeyecek, çocukların ırzları kirletilmeyecek ve hunharca katledilmeyecek, aramızda insan kılığında canavarlar, katiller, ırz düşmanları, egoistler, narsistler, materyalistler dolaşmayacak. Herkes birbirinin yardımına koşacak, birbirini yiyen toplum değil, birbirini seven toplum olacağız.

 

“Kazanda su kaynasa sanki ben pişiyorum,

Bir kuş bir kuş oldurse ben can çekişiyorum” diyen,

karşımda müthiş bir yangın var alevleri göklere yükseliyor, imanım tutuşmuş yanıyor,” diyen ve o yangını söndürmeye koşan,

“Adam aldırma da geç, git, diyemem; aldırırım,

Çiğnerim, çiğnenirim hakkı tutar kaldırırım,” diyen diyergam Müslümanlar olmalıyız. Peygamberi sevmenin, onun ümmeti olmanın icapları bu ve benzeri meziyet hasletlerdir.

Kayseri’de üç çocuğun başına geleni bir hatırlayın. Kaçırıldı, ırzları kirletildi, sonra da hunharca öldürüldü. Sonuç ne? Hiç. Ateş düştüğü yeri yaktı o kadar. Bu mu Müslümanlık? Bu mu peygamber ahlakı ve duyarlılığı?

Bir empati yapın lütfen. O çocuklar sizin çocuklarınızda olabilirdi. Böyle giderse olmayacağı  ne malum?

 

ETKİLİ VE YETKİLİLER OLARAK BİZİM BİR SUÇUMUZ YOK MU?

 

Bu ve benzeri olaylarda akan sular durmalı. Devlet durmalı. Biz hatayı nerde yaptık? Nerde hata yapıyoruz? Neden bizim içimizde bu vahşetler olabiliyor? Suçlu sadece caniler mi? Katiller mi? Hırsızlar mı? Kapkaççılar mı? Irz düşmanları mı? Tacizci ve tecavüzcüler mi? Arsızlar, yolsuzlar mı? Etkili ve yetkililer olarak, hatipler, vaizler, imamlar, müftüler, öğretmenler, anne-babalar, komşular olarak bizim bir suçumuz yok mu?

 

Herkes bunları düşünmeli, maddî ve manevi tedbirler almalı, dinimize, kitabımıza, Peygamberimize ve Rabbimize müracaat etmeliyiz. Allah soruyor: “Onlar hâlâ dönüp de Allah’tan bağış istemeyecekler mi?” Yine buyuruyor: “Ey insanlar! Toptan Allah’a dönün. Özür dileyin.” “Allah’ın ipine, (dinine, kitabına ve Peygamberine) toptan sımsıkı sarılın. Tefrikaya düşmeyin, bölünüp parçalanmayın.”

 

Aynı olaylar ve daha beteri Peygamberimizden önce de yaşanıyordu. Toplum cani olmuştu. Yanlıştan hesap soran yoktu. Peygamberimiz, bu gidişata dur, dedi. Büyük acılarla, işkencelerle karşılaştı. Ona gönül verenler de dayanılmayacak kadar büyük işkencelere maruz kaldılar. Bir gün ashaptan Habbab b. Eret (r.a) geldi. Peygamberimize:

-Ya Rasûlellah! Ne zamana kadar bu müşriklerin eziyetine tahammül edeceğiz?

Bu sorusundan dolayı Habbab b. Eret’i kınamayın. Çünkü onun da canına tak etmişti. Çünkü müşrikler onu Peygambere inandı diye kızgın közün üzerine çırılçıplak yatırmışlar, o köz sönünceye kadar onun üzerinde tutmuşlardı.

 

İşte Habbab bu acılarla Peygamberimize gelmiş ve bu soruyu sormuştu:

-Ya Rasûlellah! Ne zamana kadar bu müşriklerin eziyetine katlanacağız?

Peygamberimizin cevabı enteresan:

-Ey Habbab! Acele ediyorsunuz; sizden önceki milletler, dinleri uğruna etleri demir testerelerle taranmıştı da yine onlar “of” dememişlerdi. Allah’a yemin ediyorum ki, bir gün gelecek bu topraklara öylesine güven ve huzur hakim olacak ki Sana’dan Yemen’e bir kadın tek başına yolculuk yapacak, hiçbir şeyden ve kimseden değil, sadece kurttan korkacak.”

 

Nitekim öyle oldu. 23 sene gibi kısa zamanda Peygamber coğrafyasına huzur ve güven hakim oldu. O, yalan, talan, helaket ve felaket asrını Hz. Peygamber saadet asrına çevirdi.

-Ne ile, nasıl başardı bu işi?

-İki şeyle: Kur’an’ı ve Kur’an kaynaklı güzel ahlakıyla.

Çünkü Kur’an, huzurun, güvenin ve mutluluğun anahtarını ve formülünü veriyordu: Oku, diyordu; oku ama Allah’ın adıyla oku diyordu. Her şeyi Allah’ın kitabına ve onun bir canlısı olan Peygamber’in ahlakına göre dizayn edin, diyordu. Bu hakikati te’yiden Peygamberimiz de: “Hangi iş ki ona (Allah’ın adıyla yani) bismillahirrahmanirrahîm’le başlanmıyor; işte o iş ebterdir.” Yani hayırsız ve bereketsizdir, buyurmuşlardır.

(Devam edecek.)

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
1 Yorum