'Kürt Sorunu' üzerine bir değerlendirme

Bediüzzaman, Münazarat’ında Asya’yı “Azametli Bahtsız bir kıta”, Osmanlı’yı “Şanlı tâli’siz bir devlet”, Kürtleri de “değerli sahipsiz bir millet” olarak değerlendirir. Çeşitli vesilelerle risalelerinde bu değerlendirmelerini temellendiren açıklamalarda bulunur.

Kürtleri “değerli sahipsiz bir millet” olarak tavsif edişi, bu günkü müsteşrik kafanın onları bir “sorun” olarak algılayan yaklaşımına peşin ve anlamlı bir cevap teşkil eder. Münazarat, fazlasıyla demokratik bir şekilde kendi problemlerini, sıkıntılarını tartışan insan manzaralarıyla doludur. Sayfalar arasında Kürtleri “sorun” olarak gören, milletin başına devamlı “bela” olan bir topluluk olarak gösteren sosyoloji mühendislerinin anlattıklarından farklı bir resim vardır.
Tarihin gidişatıyla ve coğrafi kaderin verdiği fetvalarla ortaya çıkmış, neredeyse koca devletin her karışına sirayet etmiş sorunları belirli bir bölgeye hasretmek en azından muvazenesizliktir ve haksızca bir tutumdur. Bediüzzaman’ın “sahipsiz” kavim olarak tavsifinin tarihi bir arka planı vardır.

Birilerinin “Kürt sorunu” dediği ve esasında “Kürtlerin sorunları” olarak adlandırmanın daha doğru olacağı durumun dayandığı öncelikli husus; esasında Osmanlı’nın çöküşünün birinci sebebi olan “Dirlik”in bozuluşu, Tımar Sistemi’nin zayıflayıp sonunda ekonomik yapının Kapitalizme mağlup oluşudur.

Payitahttan binlerce kilometre uzakta, farklı unsurların kanaatkârâne refahını sağlamakta başarılı olan Tımar düzeni, Osmanlı Devleti’nin de ayakta durmasını sağlayan en önemli araçtı. Selçukluların Anadolu’yu kuşatan Bayındırlık faaliyetlerinin aksine Payitahttan ve birkaç stratejik öneme haiz şehirden maada, devlet bütçesinden doğrudan faydalanamayan Osmanlı şehirleri, tımar sistemi ile kendi bölgelerinin her türlü ihtiyacını kendi istihsalleri ile karşılamakta idiler. Bu, çalıştıkları ve ürettikleri düzeyde, yine kendilerine yönelen bir fayda döngüsünü sonuç veriyordu. Coğrafyanın imkânları nispetinde ekonomik ve sosyolojik faaliyetlerin gerçekleşmesi, insanların yetiştikleri çevreyle muvafık, devletleriyle barışık olmalarını sağlamaktaydı. Feodal yapı, Avrupa’daki feodaliteden hayli faklıydı; çünkü toprak dâhil her şey Avrupa’da Feodal Bey’in mülkiyetinde iken, Osmanlı’da toprak Padişah dâhil hiç kimsenin değil, devletin malı sayılmaktaydı.

Halil İnalcık’tan tımarın bozuluşunu, Kanuni’nin öldüğü 16. Yüzyıla dek götürmenin mümkün olduğunu öğreniyoruz. İran’a ve Habsburglular’a karşı yapılan uzun savaşlar nüfusu etkilemiş; bir kısım nüfus Kıbrıs gibi yerlere göç etmiş, toprakla uğraşan çiftçi kesim ile ilmiye sınıfından öğrenci taifeleri askere yazılmıştı. Ayrıca, barutlu silahlarla savaşta tımarlı sipahilerin yetersizliğini kapatmak için reayadan toplanan sekbanlar (tüfekli piyadeler) savaşlar bitince işsiz kalmakta, dolayısıyla tarihte meşhur Celalî İsyanları ortaya çıkmaya başlamaktadır. 16. Yüzyılın ilk çeyreğinde, 100.000 Celalî öldürüldüğü kayıtlıdır. İran savaşlarında at stoklarının tükenmesi de Anadolu’daki tımarları etkilemiş, artık Payitahtın nazarında Anadolu halkı, bir “problem” olmaya başlamıştır.

Osmanlı Bürokrasisinin Türk, Kürt, Çerkez gibi Anadolu halklarına dayanan yapısının Balkan unsurlara kayması da; İspanya’dan çıkarılan Burjuvaların Osmanlı’da Kapitalizm’e geçişi başlatmaları da Dirlik’in bozuluşuna teşne olmuştur. Yeniçeri Ocağı’nın hal’ edilmesinden sonra Osmanlı askeri bürokrasisinde Anadolu’nun karakterini şekillendiren Bektaşiliğin yerini Mevlevîliğe terk edişi, Anadolu’nun gözden düşüşünün başka bir göstergesidir. Devlet-i Âliyye’nin tımar düzeninin bozuluşu; payitahta uzaklık nispetinde tüm Osmanlı halklarını derinden etkilemiştir. İşte “tarihin gidişatı ve coğrafi kaderin fetvası”ndan kastımız budur. Anadolu halklarının “sahipsiz” kalmasının böylesi bir tarihi arka planı vardır.

Bu sahipsizlik’in o kadar çok göstergesi vardır ki en taraflı yazılmış tarih kitaplarında bile bu bariz şekilde görülebilir. Kurtuluş Savaşında yapılan kongrelerde, Osmanlıda Kürdistan denilen bölgeye uğranılmaz. “Cehalet, zaruret ve ihtilaf”ın kol gezdiği topraklar, Cumhuriyet kadroları için de uzak durulması gereken yerlerdir. İzmir İktisat Kongresi’nde sanayileşmenin ana hedef olarak öngörülmesi; köylülüğe ve tarıma bakışın olumsuz bir hale bürünmesi demekti. Kongrede, içinde neredeyse Orta ve Doğu Anadolu’nun yerleşik ekonomik düzeninin gözetilmediği kararların alınması, sahipsizliğin devamına işaret ediyordu.

Cumhuriyet’in kimlik tarifinin çoğulcu yapıyı görmezden gelişi ve Osmanlı’dan arta kalan unsurların bir kalemde “Türk” olarak tarif edilişi sahipsizliğin başka bir yönünü oluşturur. Feodal yapıdan kurtulma fırsatını bir türlü bulamayan; iki başkentin de yüzünü Batıya dönmesiyle unutulmaya terk edilen; coğrafyanın el vermediği bir iktisat düzenine zorlandığı için fukaralığın derinleşmesiyle devlet yatırımlarından aldığı pay en az seviyelerde gerçekleşen; medreselerin, tekke ve zaviyelerin önce işlevini yitirmesi sonra da Cumhuriyet Devrinde kapatılması, yerine ihtiyacı karşılayacak modern okulların konulmaması ile cehaletin pençesinden kurtulamayan bir bölge halkının “sorunları” ele alınmalı iken bölgenin bizzat kendisinin bir “sorun” olarak tarif edilmesi, bölgede yaşayan birçok etnik unsur varken en kalabalık halkın adının sorun tarifine eklemlenmesi bu “sahipsizlik” olgusunu dayanılmaz hale getirecekti.

nursi_kurtler2.jpgBediüzzaman, cehalet, zaruret ve ihtilafın ilacı olarak gördüğü Meşrutiyet’in doğu halklarına gelmeyişini “Sizin şu vahşetengiz, cehaletperver, husumetfeza olan sarp dağ ve derelerinizdeki vahşet ayılarından, cehalet ejderhasından, husumet kurtlarından biçare meşrutiyet korkar, kolaylıkla gelmeye cesaret edemez. Eğer siz tembel kalıp da onun yolunu yapmazsanız, tembellik etseniz, yüz sene sonra tamamen cemalini göreceksiniz. Zira sizinle İstanbul arasındaki mesafe bir aylıktır; fakat sizinle ehl-i meşrutiyet arasındaki mesafe bin aydan fazladır. Zira eski zamanın adamlarına benzersiniz. O nazik meşrutiyet, İstanbul havalisindeki yılanlardan kurtulsa, şu uzun mesafeden geçmekle, cehalet gibi müthiş bataklığı, fakr gibi mütehavviş kıraçları, husumet gibi gayet keyşer (sarp, yalçın) dağları katetmekle beraber, eşkiyaya rast gelecektir” şeklinde anlatır.

Halkın “biz (meşrutiyetin geleceği konusunda) me’yus olduk” demesine karşın “Çabuk ye’se inkılâp eden hamiyet, hamiyet değildir. Ben sizi tembellikten kurtarmak için kabahatlerinizi gösteririm… Siz ne kadar yolu acele ile yapsanız, o da (meşrutiyet) o derece acele ile size gelecektir” cevabını verir.

Bediüzzaman’ın Münazarat’ı Kürtleri sorumluluk makamına koyar; problemleri kendilerinin çözmesini salık verir; zamanın ilcaatını bizzat yerine getirmelerini öngörür. Bunu “Ey Kürtler! Görüyorum ki bizde pınar yoktur. Onun için uzaktan gelen, taaffün eden/kokuşan bir suyu içiyoruz” sözleriyle ifade eder. Vazifeyi kadere ve talihe bırakanları “Biçare taliinize siz de yardım etmelisiniz. Bağdat tarrarları gibi olmayınız. Sizin atalet (tembellik) bahanesi olan şu teşebbüssüz tevekkülünüz, nizam-ı esbabı (sebeplerin intizamlı olarak yerine gelmesi, getirilmesi) reddettiğinden, kâinatı tanzim eden meşiete (kanun, düzen, maksad-ı ilahi) karşı temerrüt (karşı çıkma, isyan) demektir. Şu tevekkül döner, nefsini nakzeder” şeklinde uyarır.

Münazarat böylesi kritik muhaverelerle doludur. Türkler, Araplar ve Kürtlerin ayrılmaz bir bütün oluşunu anlatan önermeler ayrıca göze çarpar. Çünkü Bediüzzaman’a göre “Bu zamanda en büyük farz vazife İttihad-ı İslamdır”. “Şu hükumet ve Türkler nasıl olsalar biz rahat edemiyoruz, yükselemiyoruz” diye şikâyet edenlere “Meşrutiyet hâkimiyet-i millettir. Yani efkâr-ı ammenizin (kamuoyunuzun) misal-i mücessemi olan mebusan hâkimdir; hükümet, hadim ve hizmetkârdır. Öyle ise kendinizden teşekki (şikâyet) ediniz; her kabahati hükümet ve Türklere atmakla çok aldanırsınız” demekten çekinmez.

Görüleceği üzere, Bediüzzaman için Kürt Meselesi, Kürtlerin kendi problemlerine çözüm üretemez oluşlarını ifade eder. Kürtler sosyolojik bir “sorunsal” olarak ele alınmaktan kurtulmalıdırlar; Meşrutiyetin (şimdi demokrasinin) yerleşmeye başladığı şu zamanda kendi sorunlarını bizzat konuşmaya başlamaları gerekmektedir. Kürtlerin sorunlarının hariçten ziyade, kendileriyle ilişkili olduğu, bunun hem Türklerin hem de İslam âleminin problemleriyle benzerlikler taşıdığı Münazaratın geneline yayılmış bir müddeadır/öngörüdür: “Siz insan olsanız, hükümet ve İstanbul ve Türkler nasıl olsalar olsunlar, size fenalıkları dokunmaz, fakat iyilikleri gelir”.

Türkün ve Kürdün kaderinin birbirine içkin olduğu, birbirlerinden ayrılmaz unsurlar olduğu ile ilgili Risale-i Nur’un pek çok yerinde çarpıcı ibarelere rastlanır. Bediüzzaman, kardeşliğin ana karakterini “İslamiyet Milletinin Namusu” olarak kavramlaştırır. Münazarat’ta, Ermeni milletinden bir fedainin, fikr-i milliyetle uyanmış olduğundan, himmetinin, gayretinin, kişiliğinin mecmu-u milleti kadar büyük hale geldiği; buna karşın bizden birisinin ise, İslamiyet milletinin namusundan haberdar olmadığı için, yalnız bir menfaat ya da garaz keyfiyetini, bir adam veya bir aşiret boyutunu aşamayan küçük bir milliyet anlayışına sahip olduğu, dolayısıyla himmet ve gayretinin çok daha dar bir kapsamı haiz olduğu anlatılır. Hâlbuki üç yüz milyon (şimdi iki milyarı geçmekte) olan İslamiyet milliyetini esas almak gerektir. Bediüzzaman, İslamiyet Milliyetine yaptığı vurgularla, bu topraklarda İslamiyetin Kürtleri kuşatmak ve bastırmak için bir araç olarak kullanıldığı düşüncesinde olan kesimlerin kulaklarını çınlatır.

Kürtlerin – tabiî ki aynı zamanda Türklerin - kurtuluş ve düze çıkma, milletler mabeyninde saygın bir duruma gelmeleri için en mühim bir farz olan Zekât’ı yaygınlaştırmak gerekmektedir. Bediüzzaman bunu “Eğer ezkiya (münevverler, entelektüeller) zekâvetlerinin zekâtını ve ağniya (zenginler) velev zekâtın zekâtını milletin menfaatine sarf etseler, milletimiz de başka milletlere yolda karışabilir” şeklinde ifade eder.

Bu ülkede olanca garabet içerisinde Kürtlerin payına düşenler az değildir. Mehmet Şükrü SEKBAN gibi bir kürt aydının “Kürtler aslında Türktür” tezini içeren “La Question Kurde” gibi bir kitabı yayınlaması; bunun sebebini de “Alman gazeteleri her gün Türkiye’deki vahşi olayları yazıyorlardı. Bu üzüntüler içinde şöyle düşündüm: Ankara’nın cahil ricali bütün dünya Türk diyor, bari ben de ‘Kürtler Türk’tür’ diyeyim de belki Kürtlerin üzerindeki bu zulümler hafifler. İşte bu sahte ve uyduruk kitabımı bu fikirle hastanede bana gelen kâğıt peçeteler üzerine yazdım“ diyerek açıklaması; O’ndan beridir de bir Kürt Meselesi’nden bahsedilmesi bu garabetlerden birisidir. Kürdistan’ın en önemli merkezlerinden birinde, Diyarbakır’da, Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı bir coğrafyada doğmuş Ziya GÖKALP’in kurtuluşu Türk Milliyetçiliğinde bulması nazar-ı dikkate değebilecek bir husustur.

Hâsıl-ı kelam, Kürtlerin birikmiş sorunlarının kaynağını sadece 90 yıllık Türkiye Cumhuriyetine hasretmenin, Osmanlı’ya dayanan tarihî bir süreci inkâr etmenin, sorunları hükümete ve devlete yıkmanın Kürtlerin özne haline gelmesini ve demokrasiye katılmasını tehir edeceği açıktır. Her şeyi devletten ve hükümetten beklemek vahşet, bedeviyet ve hayvanlığa mahkûm olmak demektir. Bediüzzaman’ın Münazart’ta ortaya koyduğu civanmerdane haleti takınıp çözümün başına kendini koymak; sorunların bölgenin insan kaynağının israfından, demokrasiyi bir türlü içselleştiremeyen yapısından, cehalet, zaruret ve ihtilaftan doğduğunu kabul etmek gerektir.

Hem Kürtler hem Türkler Cumhuriyeti hakiki bir Cumhuriyet yapacak yeni bir anayasayı, ülkenin en mühim iki unsuru olarak beraber çalışarak yapmalıdırlar. Çünkü Bediüzzaman’ın da belirttiği gibi, bütün sorunlarımızın kaynağı istibdat ortamının her dem ve her yerde hükümferma olmasıdır. Kürt ve Türk entelijansiyasının geçmiş yüzyılın antidemokratik, Faşist, Marksist ve ayrılıkçı söylemlerinden kurtularak, birlikte yaşabileceğimiz bir ülkeyi inşa etmelerinin zamanı gelmiştir. Ya beraberce sahil-i selamete çıkacağız veyahut beraberce şimdiki asrın çalkantılarında yok olacağız. Veyl ayrılık tamtamları çalanlara!...

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
20 Yorum