Ahmet AKGÜNDÜZ

Ahmet AKGÜNDÜZ

Kur’an’ın en önemli mu’cizelerinden biri, lafzındaki câmiiyyettir

Kur’an’ın en önemli mu’cizelerinden biri, lafzındaki câmiiyyettir
 
Bilindiği gibi Kur’an-ı Kerim’in bütün ayetleri bize naklediliş itibariyle mütevâtirdir ve kesindir (lafzan kat’î); ancak mânâya delaletleri açısından Kur’an bir okyanus gibidir. Kur’an âyetlerinin bazıları mânâya kesin olarak delâlet eder (muhkemât); bazıları ise te’vil tefsire muhtaçtırlar (müteşâbihât). Kur’an, bütün asırlara ve bütün insan tabakalarına hitap ettiğinden, kullandığı kelimelerin bütün bu muhataplara yönelik mânâları ve kâinatla alakalı bütün ilimlere dair işaretleri kendisinde toplaması gerekir (lafzındaki câmiiyyet). Nitekim Kur’an’ın kelimelerinin birden fazla mânâlarını Arapça âlimleri Arap Gramerinin temel bilimleri olan Sarf ve Nahiv ilimlerine göre; belağat(1) âlimleri ise bu ilmin temel dalları olan maâni(2), beyan(3) ve bedi(4) ilimlerinin kanunlarıyla açıklamışlardır. Bununla birlikte yukarıda sayılan Arapça ilimleri açısından doğru ve belağat ilimleri kurallarına uygun olmak ve de İslâm dininin temel esasları ile muhalif düşmemek şartıyla, Kur’an’dan alınan bütün mânâ ve vecihler makbuldür. Bunun en büyük delili, içtihad derecesine yükselen İmam-ı Azamların ve İmam Şafiilerin; Kur’an’ı tefsir eden binlerce Fahreddin Razi ve Kurtubi gibi müfessirlerin; İmam Gazali, İmam Maturidi ve İmam Eş’ari gibi usul’uddin tabir edilen kelam âlimlerinin ve de Kur’an’ı nasıl anlayacağımıza dair tefsir, tevil ve delalet kaidelerini inceleyen Pezdevi, İmam’ul-Haremeyn ve Molla Husrev gibi usul’ul-fıkıh allemelerinin Kur’an’dan çıkardıkları mânâlarıdır.(5)

Şimdi Kur’an’ın lafzındaki câmiiyyeti açıklaması bakımından iki noktayı açıklamak durumundayız.
Rasulullah’ın Konuyla İlgili Hadisi

Peygamber Efendimiz, “Kur’an yedi harf üzerine indirilmiştir. Kur’an’ın zahiri, bâtını, haddi, muttalaı vardır” hadisiyle Kur’an’ın mânâ zenginliğine işaret eder. Bunu diğer hadis ile de birleştirirsek, mânâ “Her bir âyetin mânâ mertebelerinde bir zahiri, bir bâtını, bir haddi, bir muttalaı vardır. Bu dört tabakadan her birisinin (hadîsçe ‘şücûn ve gusûn’ tabir edilen) füruatı, işaratı, dal ve budakları vardır”(6) şeklini alır. Hadiste belirtilen “zahir, bâtın, hadd, muttalaı” ifadeleri hakkında başka yorumlar da vardır. Bediüzzaman’a göre “Kur’an’ın lafızları öyle bir tarzda vaz’edilmiş ki; her bir kelâmın, hattâ her bir kelimenin, hattâ her bir harfin, hattâ bazan bir sükûtun çok vücuhu bulunuyor. Her bir muhatabına ayrı ayrı bir kapıdan hissesini verir.”(7)

Şimdi bu kelimeleri teker teker açıklayalım:
A) Zahir: Ehl-i ilme göre açık olan mânâdır. Nitekim çoğu fıkıh ve tefsir kitaplarındaki mânâlar, buna dâhildir. Elbette ki Kur’an’ın muhkemat tabir edilen ve tevile ihtiyaç duymayan ayetleri de böyledir. Bunu tilavet ve lafız ile ve hatta Kur’an’da zikredilen kıssaların zahiri önceki ümmetlerin helakini haber vermek ile tevil edenler de vardır.
B) Bâtın: Erbab-ı hakikatın muttali olduğu sırlar mânâsındadır. Ancak bunu da Kur’an’ı anlama ve hatta Kur’an kıssalarının başkalarına ibreti ifade etmesi olarak da değerlendirmişlerdir.
C) Hadd: Bunu helal ve haram yahut Kur’an’ın ulaşılabilecek nihai mânâları ve sırları olarak açıklayanlar olmuştur. Bazıları ise Hadd-i muttalaı beraber kullanarak Kur’an’ın en derin ve zor mânâlarının bile mutlaka bir izah vechi ve yolu olduğuna işaret eder demişlerdir.
D) Muttalaı: “Vaad ve vaîd gibi sırlara işaret eder” diyenler olduğu gibi, Cenab-ı Hakk’ın yüce kitabında tenezzülat-ı ilahiye kabilinden kullarına olan tecellisi şeklinde açıklayanlar da olmuştur. Bazıları da nüzul-ü İsa gibi ancak Allah’ın bildiği sırlar şeklinde açıklamışlardır.(8)
E) Şücûn ve gusûn: Bu kelimeleri en güzel açıklayan ise yine Bediüzzaman olmuştur: Bunlar hadîsçe “şücûn ve gusûn” tabir edilen füruatı, işaratı, dal ve budakları mânâsındadır.(9)

Kur’an zahiri ve batınıyla bir bütündür. Nasıl ki lafız ve mânâ bir ve beraber mütalaa edilir; insan ceset ve ruhuyla mükemmel bir sistem oluşturur. Onun gibi, Kur’an’ın zahir ve bâtın mânâları da muazzam bir bütünlük içindedir. Sadece zahire veya batına bakmakla Kur’an’ı hakkıyla anlayamayız. Zerkeşî’nin ifadesiyle “Zahiri iyi bilmeden bâtına ulaşılamaz. Ulaştığını söyleyen, kapıyı geçmeden evin ortasına ulaştığını iddia edene benzer.”
Kur’an’ın sadece zahirine göre hüküm vermek, Zahirilik mezhebini, sadece bâtınına dikkat etmek Bâtınilik ekolünü, zahiri kabulle beraber ince bâtıni mânâları görmeye çalışmak da İşarî Tefsir mektebini netice vermiştir.

Büyük Müfessir Hamdi Yazır şöyle der: “Şüphe yok ki Kur’an apaçık bir Arapça ile inmiştir. Kur’an’ın dili, bilmece ve muamma gibi remizden ibaret sembolik bir ifade değildir. Ve şüphe yok ki; nasslarda asıl olan, bir karine-i mânia olmadıkça, zahiri üzere hamlolunmaktır. Bununla beraber, Kur’an’ın Ümmü’l-Kitap olan muhkematının yanında ‘hafi, müşkil, mücmel ve müteşabihatı; hakikatı, mecazı, sarihi, kinayesi, istiaresi, temsili, tansısi, îmâsı, belağatının nükteleri, tarizleri, telmihleri remizleri’ de vardır. Bütün bunlarda en açık olan mânâ maksud olmakla beraber, müstetbeât-ı terâkib denilen ve tâli derecede matlûb olan nice ifadeler de vardır... Herhalde zahirilikte ifrat etmek de, bâtınilikte ifrat etmek kadar zararlıdır.”

Eğer Kur’ân’ın tamamı muhkem olsaydı, bu sefer hem tasdik hem de amel yönü ile Kur’ân’la sınama hikmeti söz konusu olmazdı. Çünkü Kur’ân’ın anlamı açıkça ortada olacak olsaydı, fitneyi aramak ve Kur’ân’ın tevili peşinde gitmek maksadı ile onu tahrif etmeye ve müteşâbihlere sarılmaya imkân bulunmazdı. Şayet bütünüyle müteşâbih olsaydı, bu sefer Kur’ân’ın bütün insanlar için apaçık ve bir hidayet olması söz konusu olmazdı. Gereğince amel etmeye de imkân bulunmazdı. Üzerine sağlam bir akîde bina edilemezdi.(10)

Fakat yüce Allah hikmetiyle onun bir kısım âyetlerini muhkem olarak indirdi. Müteşâbih görülen âyetlerin açıklanması için bu muhkem âyetlere başvurulur. Diğer âyetler ise kullara sınav olmak üzere müteşâbihtirler. Böylelikle imanında samimi olanlar ile kalblerinde eğrilik bulunanlar, birbirinden açık bir şekilde ayrılmış olur. İmanında doğru ve samimi olan bir kimse, Kur’ân’ın bütünüyle yüce Allah tarafından geldiğini kesinlikle bilir. Allah tarafından gelen her şeyin hakkın ta kendisi olduğunu, onda bâtıl diye bir şeyin ya da çelişkinin bulunmasının imkânsız olduğunu kesin olarak bilir. Çünkü yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Önünden de, arkasından da bâtıl ona erişemez. (Çünkü o) hikmeti sonsuz, her hamde lâyık olan tarafından indirilmedir.” (Fussilet, 41/42); “Eğer o, Allah’tan başkasından gelseydi, elbette içinde birbirini tutmayan birçok şeyler bulurlardı.” (en-Nisâ, 4/82)

Kalplerinde eğrilik bulunan kimseler ise, müteşâbihten hareketle muhkem buyrukları tahrif etmeye yeltenirler. Haberler hakkında şüphe uyandırmak için hevâlarına tabi olmaya, hükümlere karşı büyüklenmeye kalkışırlar. Bundan dolayı akide ve amelleri itibariyle sapık kimselerin, çoğu zaman bu sapıklıklarına bu tür müteşâbih âyetleri delil gösterdiklerini görürüz.(11)

1) Belağat: Bu ilme retorik de denmektedir. Retorik, kelime anlamı olarak güzel söz söyleme, hitabet sanatı belagat anlamına gelmektedir. Dili ikna etmek için kullanılan sanatlardan biridir. Üç ana dalı vardır: Maani, Beyan ve Bedi’. 1- Kelâmın belagatı: Bir sözün hem fasih (kusursuz) olması, hem de durumun gereğine (muktezâ-yı hâle) uygun olmasıdır (Yâni yerine ve adamına göre söz söylemektir). 2- Mütekellimin (konuşan kimsenin) belagatı: “Hangi gaye ile olursa olsun” mütekellimin meramını (muktaza-i hâle uygun) beliğ bir kelâmla (açık-seçik bir sözle) açıklayabildiği bir kabiliyettir.
2) Maanî: Belâgatın üç şubesinden biri. Lafzın muktezâ-yı hâl ve makama uygunluğuna mahsus bir ilim adıdır. Bu ilim belağatın temelidir.
3) Beyân: Düşüncelerin, duyguların, hayâllerin doğuş ve değerlerini, bunların anlatımında tutulacak yolları konu edinen bir edebiyat bilgisi dalıdır ki; ana konuları teşbih, mecaz ve kinaye olan bir ilimdir.
4) Bedî’: Müktezâyı hale (yerine ve adamına) uygun sözlerin süsleme tarzlarıyla ilgili bilgileri öğreten ilme “Bedî’ ilmi” denilir. Bu süsleme tarzlarının bir kısmı, mânâ ile ilgili güzelleştirmeler olup, bunlara manevî güzelleştirici san’atlar denilir. Bir kısmı da lafızla ilgili süsleme san’atlarıdır. Bunlara da lafza ait süsleyici san’atlar denilir.
5) Bediüzzaman Said Nursi, Sözler, 25. Söz, 2. Şua, 1. Lem’a.
6) İbn-i Hibban, El-Sahih, c. I, sh. 276; Taberani, Mu’cem, c. X, sh. 105 vd.; ikinci kısım ise İbn-i Abbas tarikiyle İbn-i Ebi Hatım tarafından nakledilmiştir.
7) Nursi, Sözler, 25. Söz, 2. Şua, 1. Lem’a.
8) Mahmud Alusi, Ruh’ul-Maânî, c. I, sh. 7; Zekeşi, El-Burhan fi Ulum el-Kur’an, c. II, sh. 169; Suyuti, el-İtkan, 4/225-226.
9) Bediüzzaman Said Nursi, Sikke-i Tasdik-i Gaybî, sh. 94-95.
10) http://www.sorularlaİslâmiyet.com/subpage.php?s=show_qna&id=609.
11) Muhammed b.Salih el-Useymin, Tefsir Usulü, sh. 21.

Vakit

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.