Kur’an ve îman hizmetinde bulunmak

Kastamonu Lahika Düsturları-6

Risale-i Nur’un, Kur’an’a ve îmana hizmetten başka gayesi olmadığı gibi ona talebe olmak isteyen de bundan gayrı bir maksat güdemez. Hususen Risale-i Nur’lar dünyaya ve dünya içindeki her hangi bir şeye alet edilemez. Basamak yapılamaz veya siper edilemez.

Risale-i Nur’a talebe olan kişi, evvela kendi îmanını kurtarmak ve sonra başkalarının îmanının kurtulmasına hizmet etmekle vazifelidir. “Bir insanın senin sebebinle îmana kavuşması sahralar dolusu kırmızı develerden hayırlıdır.” Hadis-i şerifinin de hükmü ile, bu dünyada birinin imanının kurtulmasına hizmet etmek gibi bir devlet olmaz.

Bediüzzaman’ın kendilerine hitaben mektup yazdığı zâtlara “kardeşlerim, arkadaşlarım, yoldaşlarım” şeklinde hitap etmesinin sebebi de kendisi ile beraber Kur’an’a ve îmana hizmet etmelerinden başka bir şey değildir.

Hem Kur’an’a ve îmana hizmet edenler, aynı zaman diliminde yaşamasalar bile birbirine kardeş ve arkadaş ve yoldaştırlar. “Zaten Üveysî bir surette doğrudan doğruya hakikat dersimi Gavs-ı Âzamdan (k.s.) ve Zeynelâbidîn (r.a.) ve Hasan, Hüseyin (r.a.) vasıtasıyla İmam-ı Ali’den (r.a.) almışım. Onun için, hizmet ettiğimiz daire onların dairesidir.”[1]

Kur’an’ın ve îmanın hizmetinde bulunanlar ehl-i hakikat olduklarından ve hakikate hizmet ettiklerinden sohbetlerine zaman ve makan farklılıkları engel olamıyor ve biri şarkta biri garpta da olsa, hatta biri dünyada diğeri berzahta da olsa konuşmaları, görüşmeleri mümkün. Kur’an’da kıssları anlatılan peygamberler ve meleklerle dahî insan manen ve hayalen görüşüp sohbet edebilir yârenlik edebilir. Yine bu birliktelik sebebiyledir ki; İmam-ı Ali Radiyallahü Anh ve Gavs-ı Azam Abdülkadir-i Geylanî (ks) gibi zâtlar Risale-i Nur’dan, müellifinden ve has talebelerinden gaybî haber vermişler. Demek Risale-i Nur’un, Kuran’a mensubiyeti ciheti ile öyle yüksek bir kâmeti var ki bir dötr yüz yıl öncesinden keskin nazarlara görünmüş.

Onuncu Lem’a’da anlatılan şefkat tokatlarına baktığımızda, değil Risaleleri bir şeye âlet etmek, Risalelerin hizmeti için tavzif edilen ellerin bile başka işler için kullanılamayacağını, Risale-i Nur’un buna müsaade etmediğini görüyoruz. Kendi şahsına dair bir gayenin peşinde gitmek ise o gayenin tam tersi ile netice buluyor. Kendine dair bir fayda için hizmette gevşeklik edenlerin o gayeye ulaşmaktan da çok çok uzağa düştüğünü görüyoruz. Veya kendini korumak, ehl-i dünya nazarında mevki kazanmak istekleri de ehl-i dünyaya karşı zillet ile sonuçlanıyor.

Talebelerin birbirleri ile olan münasebetlerinde ise tam bir hayırhah vaziyeti aldıkları görünüyor. Birbirleri için en yakın dost, en fedakar arkadaş, en güzel taktir edici yoldaş ve en civanmet kardeş olmuşlar ve oluyorlar. Hepsinin gayesi Kur’an’a ve îmana hizmet olduğundan bu hizmette kendilerinden ileri geçen kardeşlerine minnettar olup, hizmetlerine alkışlıyor ve teşvik ediyorlar. Neden ben de onun kadar çok hizmet edemiyorum neden onun kadar muvaffak olamıyorum gibi bir derde düşmeden kalben de taktir etmişler. Bu konuda Bediüzzaman Hafız Ali’yi misal verir. Hafız Ali, kendisinin Arabî hattı daha güzel iken sonradan Hüsrev kardeşinin kendinden ileri geçmesini samimi, kalbî hislerle taktir eder. Üstad bu his çok hizmet edecek demekle, geleceğe dair de hizmette ihlasın ve muvaffakiyetin kotlarını bize verir.

Lahika mektupları içinde, Risale-i Nur’ların başka hiçbir şeye alet olmayacağı ve cereyanlara, hususen siyaset cereyanlarına tâbi olamayacağı hakkında çok parçalar var. Çok defalar Üstaddan soruyorlar ki “neden hiç yardımları kabul etmiyorsun, halbuki sana yardım etmek isteyen ehemmiyetli kuvvetler var ve kabul etsen daha ziyade Risale-i Nurlar intişar eder” manasında sualler var. Bediüzzaman bu suallere cevaplar veriyor. Numune için birini zikredelim: “Bu zamanda ehl-i iman öyle bir hakikate muhtaçtırlar ki, kâinatta hiçbirşeye âlet ve tâbi ve basamak olamaz; ve hiçbir garaz ve maksat onu kirletemez; ve hiçbir şüphe ve felsefe onu mağlûp edemez bir tarzda iman hakikatlerini ders versin. Umum ehl-i imanın bin seneden beri teraküm etmiş dalâletlerin hücumuna karşı imanları muhafaza edilsin.
İşte bu nokta içindir ki, dahilî ve haricî yardımcılara ve ehemmiyetli kuvvetlerine, Risale-i Nur ehemmiyet vermiyor, onları arayıp tâbi olmuyor—tâ avâm-ı ehl-i imanın nazarında, hayat-ı dünyeviyenin bazı gayelerine basamak olmasın; ve doğrudan doğruya hayat-ı bâkiyeden başka hiçbir şeye âlet olmadığından, fevkalâde kuvveti ve hakikatı, hücum eden şüpheleri ve tereddütleri izale eylesin.”[2]

Bediüzzaman, başkalarından gelecek yardımları kabul etmediği gibi, kendisini tanıyanların kendi hakkında verdikleri yüksek makamları da kabul etmemiştir. Bu, o yüksek makamlarda olmadığından değil, Risalelerdeki harika delil, hüccet ve bürhanlar yerine kendi makbuliyetini koymak istemediğindir. Zira bu hakikatler onun kendi hususi makamından geldiği düşünülse, başkalarının îmanına hizmet etmesi zorlaşacaktı ve Üstadın makamını bilmeyen için de bu hakikatler yakîn ifade etmeyebilecekti. “O büyük kutbun müridlerinin kanaat-i kalbiyelerini temin eden üstadlarının fevkalâde makamı ve meselelerde hükümleri yerine, Risale-i Nur’un sarsılmaz hüccetleri, o müridlerinin kanaatlerinden çok ziyade şakirtlerine kanaat verdiği gibi, bu hâlet ve itikad başkasına da sirayet eder, menfaat verir. O müridlerin kanaati ise, hususî ve şahsî kalır.
Hattâ ilm-i mantıkta “kaziye-i makbule” tâbir ettikleri, yani büyük zatların delilsiz sözlerini kabul etmektir; mantıkça yakîn ve kat’iyyeti ifade etmiyor, belki zann-ı galiple kanaat verir. İlm-i mantıkda; burhan-ı yakînî, hüsn-ü zanna ve makbul şahıslara bakmıyor, cerh edilmez delile bakar ki, bütün Risale-i Nur hüccetleri, bu burhan-ı yakinî kısmındandır.”[3]

Demek, bir insan Bediüzzaman’ın harika makamını bilmese yine Risalelerden bihakkın istifade eder çünkü yakînî bürhanlar üzerinden hakikatler ortaya konmuştur. Satır aralarında Bediüzzaman’ı bulmak mümkün değildir. Yalnız Ayet-i Hasbiye, İhtiyarlar Risalesi ve İkinci Şua gibi kısımlarda içinde bulunduğu hali, kendini anlatmak için değil, Kur’an’dan gelen devanın ne denli büyük dertlere deva olabileceğini îzah sadedinde anlatmıştır. Yani şöyle bir mana için : “bakın bu denli büyük dertler, Kur’an’dan gelen o deva karşısında eriyip gittiler, sizin dertleriniz ise bunların fevkinde değildir, ne kadar büyük dert ve musibet olursa olsun bu Kur’an’dan gelen devalar kâfi ve vâfidir.” Asla bir dert dökme ya da acındırma manasına değil. Kendini doktorlara bile muayene ettirmediği de bunu ispat ediyor. Maksat hastalıktan bahis olsa elbette bunun mercii doktor olacaktı. Hatta Ramazan ayında yanına gelen ama o gün oruç tutmamış olan bir doktor kendisi ısrar etmesine rağmen kendini muayene ettirmiyor.

Risale-i Nur kimsenin hususî taleplerine cevap vermemiştir. Kendisi ile makam ve nüfuz elde etmek isteyenleri yerden yere vurmuş, dünyalık arayanların dünyalarını başlarına geçirmiştir ve böyle de olmaya devam edecektir. Bir Mü’minin Risalelerle ilişkisi onunla Kur’an ve îmana hizmet etmekten gayrısı olmamış ve olamayacaktır. Bediüzzaman’ın da ifade ettiği gibi ona ilişen el kırılır. Çünkü O, arş-ı azam ile bağlı olan Kur’an’a bağlıdır.



[1] Emirdağ Lahikası I – s.67-68  Envar N.

[2] Emirdağ Lahikası – I s.74 Envar N.

[3] Emirdağ Lahikası – I s.91 Envar N.

 

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
2 Yorum