Kur’ân okuduğun zaman seninle onlar arasına gizli bir perde çekeriz

Kur’ân okuduğun zaman seninle onlar arasına gizli bir perde çekeriz

Ayet meali

Bismillahirrahmanirrahim

Cenab-ı Hak (c.c), İsrâ Sûresi 45-52. ayetlerinde meâlen şöyle buyuruyor:

45-(Ey Resûlüm!) Kur’ân okuduğun zaman, seninle âhirete îmân etmeyenlerin arasına (bildikleri hâlde inkâr etmeleri sebebiyle) gizli bir perde çekeriz.

46-Ve kalblerinin üzerine (kendilerinin de istediği gibi) onu iyice anlamasınlar diye perdeler çekeriz, kulaklarına da bir ağırlık (koyarız)! Çünkü Kur’ân’da Rabbini bir olarak zikrettiğin vakit, (onlar) nefret ederek arkalarını dönüp giderler.

47-Seni dinlerken ne maksadla dinlemekte olduklarını ve onlar (kendi aralarında) fısıldaşırlarken o zâlimleri: “(Siz) ancak sihirlenmiş bir adama tâbi‘ oluyorsunuz!” diyorlarken en iyi bilen biziz!

48-Bak, senin için (şâir, sihirbaz ve kâhin diyerek) nasıl misâller getirdiler de bu yüzden dalâlete düştüler; artık (hakka giden) bir yola güçleri yetmez.

49-Ve dediler ki: “(Biz) bir kemik yığını ve ufalanmış bir toprak hâline geldiğimiz zaman mı, gerçekten biz mi yeni bir yaratılışla diriltilecek kimseleriz?”

50-(Ey Resûlüm!) de ki: “İster taş olun, ister demir!”

51-“İsterse gönlünüzde büyüyen (dirilmesi size imkânsız gelen) herhangi bir mahlûk! (Allah sizi mutlaka diriltecektir.)” Buna rağmen diyecekler ki: “Bizi tekrar (hayâta) kim döndürecek?” De ki: “Sizi ilk def‘a yaratan!” (*) Bunun üzerine sana (alaylı alaylı) başlarını sallayacaklar ve: “Ne zaman o?” diyecekler. De ki: “Umulur ki yakın olabilir!”

52-Sizi (kabirlerinizden) çağıracağı gün, hemen O’na hamd ederek (da‘vetine) icâbet edeceksiniz ve (dünyada) ancak pek az kaldığınızı zannedeceksiniz.

(*) “Vücûd-ı insan, tavırdan tavıra geçtikçe acîb ve muntazam inkılâblar (değişiklikler) geçiriyor. Nutfeden (bir damla sudan) alakaya (ana rahmi duvarına tutunmuş, asılı bir hücre topluluğuna), alakadan mudğaya (dişle çiğnenmiş ete benzeyen bir cenîne), mudğadan azm ve lâhme (kemik ve ete), azm ve lâhmden halk-ı cedîde (yeni bir yaratılışa) yani insan sûretine inkılâbı, gāyet dakik (ince) düsturlara tâbi‘dir. O tavırların herbirisinin öyle kavânîn-i mahsûsa (husûsî kānûnları) ve öyle nizâmât-ı muayyene (belirli nizamları) ve öyle harekât-ı muttarideleri (düzgün hareketleri) vardır ki; cam gibi, altında bir kasıd, bir irâde, bir ihtiyâr, bir hikmetin cilvelerini gösterir. (...) 
Acabâ mümkün müdür ki: Bu derece nihâyetsiz bir kudret ve muhît (kuşatıcı) bir hikmet ile rubûbiyet (terbiye ve idâre) eden ve zerrâttan (zerrelerden) tâ seyyârâta (gezegenlere) kadar bütün mevcûdâtı kabza-i tasarrufunda (hükmü altında) tutmuş ve intizam ve mîzan (ölçü) dâiresinde döndüren Sâni‘-i zü’l-Celâl (celâl sâhibi san‘atkâr olan Allah), neş’e-i uhrâyı (tekrar dirilmeyi) yapmasın veya yapamasın! İşte çok âyât-ı Kur’âniye (Kur’ân âyetleri), şu hikmetli neş’e-i ûlâyı (ilk dirilmeyi) nazar-ı beşere vaz‘ ediyor (insana gösteriyor). Haşir ve kıyâmetteki neş’e-i uhrâyı ona temsîl ederek, istib‘âdı (akıldan uzak görmeyi) izâle eder (giderir).” (Sözler, 29. Söz, 198-200)