Kuram Okuyan Şairler! Siz Ne zaman Kur’an Okuyacaksınız?!

Kuram Okuyan Şairler! Siz Ne zaman Kur’an Okuyacaksınız?!

Mustafa Oral'ın yazısı...

Her çağa rengini veren bir olay, olgu veya durum vardır. Bazen o olay, olgu veya durum içinde öyle kişiler vardır ki, onlar tamamen o kişiler ile anılır hale gelir.

Hemen çoğu kere tarihi ilk elden belirleyen din olmuştur. Tarih entelektüel yolculuğuna ise bilim ile başlamıştır. Zamanla bilimin sınırları geliştikçe felsefe ve sanat adı altında yeni dallar vermiştir. 18 yy. felsefenin çağı iken, 19 yy. sanatın çağı olmuştur. Bu yüzyılda sanat yepyeni bir oğul dünyaya getirmiştir: Roman. Bazılarına göre 20 yy. şiirin hüküm sürdüğü bir çağ olmuştur. Bunlara göre şiir 20. yy.’ın dinidir.

Bilim, sanat ve felsefe yaşadığımız topraklarda da dünya tarihindeki gelişmelere eklemlenen bir seyir izlemiştir. Farkı, zaman periyodunun bizde daha dar olmasıdır. 1930’lu yıllar romanın, 1960 sonrası ise şiirin belirleyici olduğu bir dönemin özelliklerini gösterir.

Büyük bir insan olan kainat içinde tarih, bilim, felsefe ve sanat arasında gidip gelirken, bu üç unsur kah birbirinin etkisini artırıp, kah azaltırken, küçük bir kainat olan insan da, hassaten sanatkarlar da dönem dönem söz konusu üç unsurun etkisi altında kalarak özgün eserler ortaya koymuşlardır. Şüphesiz en güzel, en kalıcı eserlerini de şiir alanın da vermişlerdir. Geçmişten hatıralarımızda kalan kişilerin umumiyetle şairler olması bu yüzdendir.

Genelde sanatkar, özelde de şair, ilk elden bütün insanlık tarihini, sonrasında da kendi tarihçe-i hayatını merkeze alarak eserini ortaya koyar. Beslendiği zaman ne kadar genişse, mekan ne kadar çeşitliyse, eseri de o kadar kuvvetli, o denli gerçekçi olur. Biz ancak böyle bir eserle karşılaştığımızda sorgulama ihtiyacı duymayız sanatın ve şiirin ne işe yaradığını. Zira sanat ve şiir, bilim ve felsefenin ulaşamadığı noktalarda devreye girer.

Selçuk Küpçük’ün Şule yayınlarından çıkan “Kirletilmiş Ölümler Kitabı” adlı şiir kitabı bana bunları düşündürdü. Yaklaşık yirmi yıldır yazmama rağmen, ilk defa birisi hakkında, özellikle de bir şair hakkında bir şeyler yazmanın, söylemenin ne kadar zor bir şey olduğunu bu vesile ile anladım. Kitaptaki imge dünyasının genişliği, zamanın farklı boyutlarına yapılan yolculuklar ve nispeten mekanın çok boyutluluğu zihnimi hayli zorladı. İlk defa “Hayır; yazamayacağım” duygusuna kapıldım. Ama şiirleri tekrar tekrar okuduğumda, yavaş yavaş şiirin damarına girmeye başladığımı anladım ve yazmaya karar verdim.

Küpçük, üniversite yıllarında hayli hareketli bir siyasi hayat yaşamış. Bundan olacak müzikle de ilgilenmiş. Hatırladığım kadarıyla 3 kaseti çıktı. Bir kesim tarafından hayli ilgi ile izleniyor. Müzikte de şiirdeki hassasiyetlerini sürdürüyor. Az, öz, arı, duru bir sesi müziğine de taşıyor. Fakat şiirle müziği her zaman birbirinden ayırıyor ve önceliği hep şiire veriyor. Değişik vesilelerle bunu dile getiriyor, “şair” olarak anılmayı “müzisyen” olarak anılmaya tercih ettiğini ifade ediyor.

Yukarıda da ifade ettiğim gibi Küpçük, söylediği şiirlerle, okuduğu şarkılar arasında ayrımı iyi yapıyor. Tabir yerinde ise eve iş getirmiyor. Yani müziği şiire alet etmiyor. Şiir okuruna müzik rüşveti vermiyor. Konserine bir defa gitmiştim. Orada da şiir okumamıştı. Anlayacağınız orada da eve iş getirmemişti. Haddi zatında şiir ve müzik birbiri ile kesin çizgilerle ayrılamaz. Ne var ki, ancak iyi şair ve şarkıcılar bu ayrımın farkındadırlar ve bunu başarabilirler.

Selçuk Küpçük, 1971 doğumlu bir şair. İlk kitabı olan “Kirletilmiş Ölümler Kitabı’nı Kasım 2004’te yayımlamış. Türkiye için, 33 yaş ilk kitap için hayli geç bir yaş. Bundan olacak kitap sanki ikinci kitap gibi duruyor. Belki güzelliği de buradadır. Kim bilir...

“Kirletilmiş Ölümler Kitabı” 33 yaşındaki bir şairin ilk kitabı olmasının avantajlarını ve dezavantajlarını içinde taşıyor. Her şeyden önce, ancak genç şairlere gösterilebilen toleranslar bu yaşta bir şair için gösterilemeyecek. İlk kitap olmanın avantajlarını hakkıyla kullanamayacak. Bunun farkında olan Küpçük, kitabına az şiir alarak bu riski atlatmaya çalışmış. Bu “az”ın “öz” olduğunu hatırlatmaya gerek yok. Bu yaşta kitap çıkarmanın avantajları da var. Mesela, her yazdığı şiiri, kitaba dahil etmek gibi bir aceleciliğe ve acemiliğe düşmemek. Küpçük, zaten az yazan biri. Dolayısıyla bu konuda fazla sıkıntı çekmemiştir. 

46 sayfalık kitap farklı zaman birimlerinde ve ruh hallerinde yazıldığını imleyen şiirlerden oluşuyor. Sezai Karakoç’un “Şair, o büyük ağıtçı geldi dünyamıza / Günlerce gecelerce ağlattı bizi / İrili ufaklı ölenlerimizin ardından / Öldü ve kendi ağıtını yazamadan gitti” şeklindeki mısraları ile açılıyor. Nihat Genç’ten Nilgün Marmara’ya, II. Beyazıt’tan, Ahmet Haşim’e bir dizi atıf dünyası ile şekilleniyor. 

Şiirlerdeki yoğunluğa ve niteliğe baktığımızda geriye doğru bir dizilişin olduğunu çağrıştıran bir sıralama ile karşılaşıyoruz. Yeni şiirlerden eski şiirlere doğru bir diziliş.

Küpçük, tema olarak da farklı ruh hallerini imliyor. Onda bazen Celal ismi hakim oluyor, bazen Cemal ismi. Kah agresif, kah dindin. Ama her ikisinde de dinamik. Kah bir gerilla ruhu ile şiirler söylüyor. Kah bir derviş hüznü ile şiirler zikrediyor. Kah ölümden, intihardan ve cinayetten bahsediyor. Kah aşktan, ayrılıktan ve hüzünden söz ediyor. Tema ne ise şiirin dili de o yönde değişiyor.

Küpçük, zaman, mekan ve atıf dünyasının genişliğine paralel olarak geniş bir kelime coğrafyasında dolaşıyor. Geleneğe dayalı bir dili hatırlatan “muttasıl, mübalağa, münzevi, müphem, memnu, münteha, mutilik, meş’um, müşkülperest...” gibi kelimelere  rastladığımız gibi, modern zamanların dilini çağrıştıran “kuram, marjinal, kromozom…” gibi kelimelere de rastlamak mümkün. Daha ilginç olanı da, farklı zaman boyutlarını anımsatan bu tür kelimelerin aynı mısralar içinde geçiyor olması. Misal: “yine de müteessir kalmıyor gelir sandığım evdeşim” (“Müteessir”, “evdeş”).

Şair kitabın başındaki şiirlerde kendini çok da kolay ele veren şiirler söylemiyor. Sayfalar ilerledikçe kendini açıyor, biraz daha anlaşılır hale geliyor. Sona doğru ses mana ile daha fazla bütünleniyor. Yine de mısra-ı berceste türünde mısralara çok fazla rastlanmıyor. Her şiir kendi içinde bir ses ve suret uyumu gösteriyor. Eskiler yek-ahenk, yek-avaz mı derler; öyle bir şey işte. Tabir yerindeyse, bütün şiir bir mısraı, bir manayı söylemek için yazılmış değil. Şiir sadece bir mısraa ve anlama dayanıp kalmıyor. Bir anlamın ve mısraın çevresinde dönüp durmuyor.

“Kirletilmiş Ölümler Sagusu” ve “Rutubet” bölümlerindeki şiirlerde ölüm ve intihar temaları işleniyor. Kitaba rengini veren şiirler de bunlar zaten. Şair burada bir yeniçeri gibi. Gençlik dönemindeki hızlı siyasi hayatın kızgınlığı, kırgınlığı ve yorgunluğu gözleniyor. Zira hayatın ölümle şereflendirileceği değerler dünyasında önü alınamaz bir aşınmanın neticesi olarak bir kirlenme söz konusudur. Kir, önce hayata, sonra da -ki en kötüsü de budur- ölüme bulaşmıştır. Şamanlar kan istemekte, herkes kendi Musa’sına sadakat aramaktadır. Bakir çocukların bedeni ölüm çemberine alınmıştır. Böyle bir durumda şair konuşunca bulanır deniz. Bulanmayan su nasıl durulsun ki. Bulansın ki, durulsun su. Bunun için şair ilk önce suyu bulandırıyor.  Sonra da şiirlerle durultuyor. Durultuyor ve uyarıyor: Herkesin kirlettiği bir ölüm hangimizin işine yarar / hangimiz o ödünç eşgal ile takdis eder kendini...

Ölmek her zaman zordur. Bir defa yaşanır ve her şey ölen için ondan sonra pek kolay olur. Eskiden başkaları için ölmek daha bir zordu. En zoru ise insanın kendine kıyması, intihar etmesi idi. Bu sebepten olacak, geçmişte bu zorun zoru şeyi deneyen çok az insan olmuştur.  Şimdilerde ise insanlar kendi kendine doğuruyor, kendi kendine ölüyor, kendilerini öldürüyor. İntihar şiirin bir din haline gelmeye başlaması ile birlikte yüce bir makam olarak görülür hale geliyor. Zaten duyguları düşüncelerinin, hisleri akıllarının önüne geçen ve nispeten akıllarını iptal eden insanlar için beklenen bir son değil midir intihar?

Küpçük, bizim kadim kültürümüzün çok yabancı olduğu bir hali sorguluyor “Rutubet”te. “Ölümü  nevresim gibi / önümüze açıyor histerik ilkbahar” mısraını birazcık tahayyül ve tefekkür ettiğimizde, bazıları göre intihar etmek için ne kadar da çok neden varmış, diyesi geliyor insanın.

Küpçük, “Puhu Kuşunun Hikayesi”nde “bakıyorum da aşk buradan / ne kadar flu, ne denli çetrefil” görünüyor dese de, bu şiirden bakınca, aşkın pek de o kadar flu ve çetrefil olmadığını anlıyoruz. Bir atı düşünün. Bir kazığa bağlı olduğunu bilmeden bağlarından kurtulmak için kazığın etrafında dönüp duruyor. Neden sonra o kazığa dolanıp kalıyor. Zaten ipinden boşanamayacağı baştan belliydi. Ne var ki, yine de yükleniyor. İnsanın aşktan kurtulmaya çalışması buna benziyor. Şair de çoğu kere aşktan kurtulmak isterken farkında olmadan mısralardan bir örümcek ağı gibi bir kazık yapıyor kendine. Debelenip duruyor. Oysa aşk öyle sade ve insanı öyle özgür kılıyor ki. Her ne kadar burada şair aşkın ne menem bir  şey olduğunu söylemeye çalışsa da, şiir şairden farklı şeyler söylüyor.

“Ayrılık İçin Beş Dakika” şairin en kısa, ama mana olarak en hacimli şiiri. Burada şair ne demek istediğini uzun uzun anlatıyor: “ayrılık için sevgili necati / dede efendi tam beş dakika ayırırmış / tambur, ney ve herşey/den mütevellit / tam beş dakika...” Ayrılık için beş dakika ayıran biri, vuslat için ne kadar zaman ayırır, kaç şarkı yakar kim bilir.

“Yanılgılar Tarihi” kitabın son bölümü. “Cem Sultan Şiiri” ve “Topal Osman Şiiri” isimli iki şiirden oluşuyor. Ankara Üniversitesi,  Dil Tarih Fakültesi, Tarih bölümünün kapısından dönen biri olarak, işin bu tarafı beni aşıyor. O şiirleri de okuyucu dilerse bulup, okusun...

Zeyl: Küpçük’ün şiiri için söylenebilecek en özel ve kestirme şey ne olabilir, diye düşünüyorum. Onun şiirleri biraz bana Kur’an’ın Mekki ve Medeni ayetlerini hatırlatıyor. Mekki ayetlerle medeni ayetler arasında nasıl bir ayrım yapılabilirse, benzer bir ayrım da nispi olarak Küpçük şiiri için yapılabilir. Küpçük, Mekki sesin hakim olduğu yerlerde sorgulayıcı ve ağresif, yani aşk makamında duruyor. Medeni sesin hakim olduğu yerlerde paylaşımcı ve uzlaşmacı, yani şefkat makamında bulunuyor.

Küpçük’ün şiirini okuduktan sonra insan şöyle demekten kendini alamıyor: Siz kuram okuyan şairler! Ne zaman Kur’an okumaya başlayacaksınız?

Selçuk Küpçük şiir küpünü doldurmuş gidiyor. Darısı küpü bile olmayan şairlerin kalemlerine.

Yedi İklim Dergsi