Hüseyin YILMAZ

Hüseyin YILMAZ

Komşum Tahir Abi’ye dua temennisiyle!..

Günün mesaisini bitirip akşam üstü eve döndüğümde binanın önündeki eşya yüklü kamyon bir ânda kalbimde acı bir çatlama meydana getirdi...
 
Bir ân evimin eşyası  yüklenmiş, bir mechûle gidiyormuş gibi bir his, bütün uzuvlarımda bir elektrik akımı gibi dolaştı... Eşyanın bizim olmadığını görüyor, böyle bir ihtimalin olmadığını biliyordum ama nedense bu tuhaf hisle sarsılmıştım...
 
Komşulardan biri taşınıyordu... Binanın girişinde alt komşunun eşi ile karşılaştım. Yanında çocuğu, elinde piknik sepeti... Yan taraftaki parka çay içmeye gidiyordu...
 
“Tahir abi mi taşınıyor?” diye sordum...
 
Üzüntüsünü belli eder bir hareket ve ses tonu ile;
 
“Maalesef!” dedi.
 
Tahir abi dört yıllık kapı komşumdu... Yuvası dağılmış, tâlihi tersine dönmüş, ikbali sönmüş yalnız bir adamdı. Benden üç beş yaş fazlasına sahib emekli bir makina mühendisi...
 
Çoğu zaman olduğu gibi kapıda karşılaştık... Pankreas kanserinin bitirdiği bedeni taşınmanın da hüznü ile büsbütün iki büklüm olmuştu. Esmer yüzü kaskatı bir deri bir kemik gibiydi... Fersiz gözleri, içindeki fırtınaların yıkıcılığı ile yorgun, üzgün ve bitkin bakıyorlardı..
 
“Tahir abi hayırdır?” demişim, ortadaki vaziyet için...
 
Mecalsiz, kupkuru ellerini açıp incecik boynunu büsbütün yana büktü, bir kemik yığını gibi yere yığılacak gibi duruyordu.
 
“Eşyaları taşıyorum!” dedi...
 
Bu cevabın dehşeti ile ihtiyarsız boynuna sarıldım... Kimsesiz kalmış bu adam, “Taşınıyoruz, taşınıyorum!” diyemediğinden o dehşetli cevabı vermişti: Taşınan eşyalardı...
 
“Niye?” dedim...
İkimizde ağlamaklı idik... Bir müddet boş gözlerle baktıktan sonra:
 
“Üç beş ay bir hastahânede yatmam gerekiyor. Eşyaları karşıda eski bir evim var, oraya götürüyorum, hiç değilse lüzumsuz bu ağır kirayı vermemiş olurum...”
 
Aklım ilk cümlede kalmıştı, gerisini duymuyordum... Tahir abi bu amansız hastalığın belki de son demlerini yaşadığını biliyordu... Gömleğinin cebinde her zamanki gibi sigara paketinin ucu görünüyordu. Bu öldürücü hastalık müddetince de bırakmaya muvaffak olamamıştı...
 
Nerden icab ettiyse,
“Peki kızın nerede, Tahir abi?” diye sormuşum...
 
İlk eşinden kızı, bir de oğlunun olduğunu söylemişti ama bu dört yıl zarfında hiç görmemiştim, bir gün olsun babasının kapısını çalmamıştı. Kızı da son üç yılda hiç görünmemişti...
 
“Oya mı?” diye sayıkladı... “Konya’da, annesinin yanında!”
 
Sonra bir şey hatırlamış gibi;
 
“Çiçekler arabaya sığmadığı için alamadım!” deyip peşinden sürükleyerek boş salona götürdü...
 
Çıplak salonda üç beş tane süs bitkisinin Marmara’ya bakan hazîn saltanatı kalmıştı. Bu ölümle pençeleşen hasta adam, hayatına gösteremediği bütün ihtimamı, yalnızlığın da o dehşetli ruh hâli ile besbelli ki bu çiçeklere vermişti. Yem yeşil ve ışıl ışıldılar... Ne solmuş tek yaprakları vardı, ne de hayatlarını tehdid eden bir maraz alameti...
 
“Sularını verdim, onbeş gün kadar daha su istemezler. Bu arada aldırmaya çalışacağım... Ya da istersen sen al, ölmesinler; yazıktır!”
 
Bitkiler için, “kurumasınlar” demesi daha doğru olurdu, ama son üç yılını ölümü bekleyerek geçiren komşum her şeydeki fâniliği görmüş, çiçeklerinin de bir gün öleceklerinden hareket etmiş ve onların ölmemesi için çırpınıp durmuştu besbelli...
 
“Yok abi” dedim. “Sen onlara daha iyi bakarsın, emeğin var; aldırırsın inşallah!”
 
“Bir şey olur da aldıramazsam...”
 
“Üzülme Tahir abi, Allah’ın izni ile hiçbir şey olmayacak, sıhhat bulacak ve daha uzun yıllar yaşayacaksın... Daha çok saâdetlerin, daha çok güzel günlerin olacak!” dedim, bir hıçkırığın intizamını bozduğu bir ses tonu ile.
 
Söylediklerimin tesiriyle miydi bilmem ama, o paslı gözlerinde mecalsiz bir aydınlığın belli belirsiz yanıp söndüğünü fark ettim...
 
Taşınacak eşya kalmamıştı... Şoför az  önce tamam deyip aşağı inmişti zâten. Tahir Abi son bir hatırlama ile mutfağa gidip geldi... Bir elinde üç yumurta diğerinde yarısı ayranla dolu portatif ve plastik bir ayran yapma kabı vardı...
 
“Bunlar geride kaldı, yumurtalar tâze ama ayranı bilmiyorum!” deyip bana uzattı.
 
Elindekileri alıp bizim eve bırakıp geri döndüğümde sırtını açık kapısının pervazına dayamış, dalıp gitmişti...
 
Kendisine “abi” dediğim için o da zaman zaman bana aynı şekilde hitab ederdi...
 
“Ben gideyim artık abi!” dedi...
 
Son bir defa uzun uzadıya sarıldık... Önce o sarsılarak ağlamaya başladı, sonra ben aynı fırtınaya yakalandım... Sımsıkı, bırakmamacasına sarılmıştık; ömrün Yazını bitirmekte olan iki koca adam olarak... O hâlde ne kadar kaldık? Bir ân, bir saat, bir gün ya da bir asır mı? Bilmiyorum... Yanaklarımızın bitişik tarafından ikimizin göz yaşları birbirine karışmıştı ayrıldığımızda...
 
Merdivenleri ağır ağır, yorgun ve hasta inişini hiç unutamayacağım Tahir abi... Rabb’im sana hayırlı şifalar versin, çok mes’ud günlerin olsun... Bu fâni dünyadan ayrılmazdan önce bütün kederlerini unutacak uzun saâdetlerin olsun İnşaallah...
 
 
Kaç akşamdır, Tahir abinin hemen hemen hiçbir gece sabahlara kadar ışığı sönmeyen perdesiz karanlık pencerelerini dehşet ve elem içinde seyrediyorum... İçeride çiçeklerinin slüeti eski bir masaldan kalma eşyalar gibi görünüyorlar... Kapı kilitli olduğu için bakıcılarının arkasından döktükleri göz yaşlarını silme imkân da bulamıyorum...
 
Bizimkiler Ramazan öncesi kısa bir Yaz tatiline çıktıkları için Tahir Abi gibi evde yapayalnızım ve onun elim âkibetini nefsimde yaşar gibi oluyorum çoğu zaman...
 
Tahir Abi, binaya dört yıl önce taşındığında yanında bir eş; gelinlik çağda bir kız diğer ikisi 14-16 yaşlarında iki delikanlı ile beş kişilik bir aile idi... Kız, ilk eşinden yadigâr öz çocuğu idi; delikanlılar ise ikinci eşinin çocukları, kendisinin üvey evlatları idi...
 
Delikanlıların bu evliliği kabullenemeyişi sebebi ile altı ay sonra anneleriyle birlikte onlar gittiler... Tahir abi genç kızı ile yalnız kalmıştı... Bâzı gecelerde genç kızın hıçkırıklarla ağladığını duyardık. İlk ağlama sesinden sonra kızımı gönderdim, teselli etsin diye... Mesafeli ama iyi bir dostlukları oldu bir müddet...
 
Sonra o da ortalıktan kaybolarak Tahir Abiyi büsbütün yalnız bıraktı... Taşınma akşamına kadar da bir türlü, “Kızın nerede Tahir abi?” diye sorma cesareti gösterememiştim, yaralarına dokunmamak için...
 
Ve son üç yıl bir gölge kadar sessiz ve yalnız yaşadı komşum... Zirâ pankreas kanseri teşhisi konulduğu gün ölmüştü...

Bugün

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
1 Yorum