‘Kendine güvenmek’ kavramı üzerine

Meleklerin “yeryüzünde karışıklık çıkaracak ve kan dökecek bir tür mü yaratacaksın?” diye hayretlerini gizleyemeyip, hikmetini sorma makamında insanın yaratılışına şaşırdıkları bir canlı türü insanlık.

Melekler, insanın kötülük potansiyelinin ne derecede büyük olduğunu görmüş ve bu nedenle böyle bir soru sormuşlardı. Olayın anlatıldığı Kur’ân ayetinin devamında Cenab-ı Hak: “Ben sizin bilmediklerinizi bilirim” demişti.

Meleklerin bilmedikleri şey, insanın yapacağı tüm kötülüklere değecek, terazinin diğer kefesinde ağır basacak kadar kıymetli ve insanın varlığını yokluğuna tercih ettirecek olan bir şeydi: İnsanın güzel, doğru, kıymetli ve iyi işler yaparak, maddi ve manevi anlamda kendini geliştirme imkânı ve potansiyeli. Kur’ân’da en güzel şekilde yaratıldığı ifade edilen ve çok kapsamlı ve çeşitli kabiliyetler verildiğinden; meleklerin bile imrenerek baktıkları en yüksek mertebelere çıkabilecek ve hayvanlardan da aşağı derecelere düşebilecek bir özelliğe sahiptir insan.

Risale-i Nur’un 23.Söz’ünde İkinci Mebhas’ının Birinci Nükte’sinde, insanın sınırsız ihtiyaçlarını karşılayabilecek olanın, ancak nihayetsiz bir kudret ve her şeyi gören ve bilen bir ilim sahibi olabileceği ve ibadet etmeye layık olanın da yalnız o olacağı mükemmel bir edebi üslupla ifade ediliyor. İbadet etmeye yanaşmayan ve kendi ilmine ve kudretine güvenen insan ise, kendisi gibi aciz yaratıklara muhtaç olacak ve kendisine zarar vermelerinden korkacaktır.

Hâlbuki bu kâinatın, her şeye gücü yeten ve tüm yaratılmışların ihtiyaçlarını karşılayan bir sahibi varsa, elbette zarar ve menfaat vermek de, gerçek anlamda yalnızca onun elinde olmalıdır. Böyle olduğu halde, menfaat ve zararı başkalarından bilmek, onlara bir çeşit kulluk yapmak anlamına gelecektir. Sadece O’na müracaat eden bir insan, kimseye minneti olmayan bir ilahî muhatap olacağından, bütün yaratılmışların üstünde bir konum alacaktır.

İnsan, birçok canlı cansız varlığı, kendine hizmet eder bir vaziyette hazır olarak karşısında bulmuştur. Böyle olmayanları ise, görünüşte az bir çabayla, güya kendi ilmi ve kudreti sayesinde kendine boyun eğdirir ve emri altına alır, kendi menfaatine hizmet ettirdiğini zanneder ve der ki: “kâinatta en kudretli canlı benim ve benim kudretimden dolayı tüm varlıkları emrim altında çalıştırıyorum”.

Hâlbuki durum bunun tam tersidir. Güneş, ay, dağlar, deniz, yağmur, rüzgâr, bulut, madenler gibi koca unsurları kendi hayat şartlarına hizmet eder şekilde, hassas bir denge ve düzen içinde işler tarzda hazır olarak önünde bulan insanın, bu sistemi oluşturmakta elbette bir katkısı olmamıştır.

Bu dünyayı bize bir ev gibi yapan kudretin, tavanımızda bir lamba gibi taktığı güneşin, dünyamıza biraz yakınlaşması veya uzaklaşması halinde gerçekleşecek felaketlerin hayatın sonunu getireceğini ya da başlangıçta böyle olsaydı hayatın hiç başlamamış olmasına sebep olacağını modern bilim sayesinde bilmek, bize bir anlam ifade etmeli artık. Diğer taraftan, küçücük bir tohumu atıp sulamak, tarlayı sürmek gibi insan faaliyetleriyle ortaya çıkan sanatlı ve faydalı meyve ve sebzelerin, gözümüze, damak tadımıza ve ihtiyaçlarımıza tam uygun şekilde yapılmaları, elbette insanın kendi ürünü sayılamaz. Ortada, zaten tüm parçaları ve planı önceden tasarlanmış ve üretilmiş bir yap-boz’un veya uçak maketinin dağınık parçalarının, biraz uğraş sonucu bir araya getirilerek, olması gereken şeklinin bulunması gibi bir netice vardır.

İnsanoğlunun medeniyet namına ne varsa, tüm yaptığı işte budur. Yap-boz’un parçalarını bir araya getirmek. O kadar. Daha fazlası değil. Düşünün, yapılan tüm yemekler, dünyada zaten var olan bitki ve hayvan unsurlarının; icad edilen tüm medeniyet harikaları ise, zaten var olan işleyiş kanunlarının hangi düzende bir araya getirileceğinin keşfinden ibaret değil midir? Bunda bile yalnız başına bırakılmamıştır insan. Bu keşiflerde, ilahi yardım ve ilham, yine yardımcı olmuştur.

Diğer taraftan, insanın bir şeyi yapma, meydana getirme, icad etme, hayır işleme gibi faaliyetlerde hem payı azdır, hem de kudreti azdır. “Yıkmak kolay, yapmak zordur “ meşhur bir sözdür. Tahrip etmek, yıkmak, bozmak, kötülük etmek gibi faaliyetler, çoğu zaman fazla bir beceri, güç ve çaba istemediklerinden kısa bir zamanda, çok geniş bir dairede icra edilebilirler. On insanın maddi, manevi gelişimini ve yetişmelerini sağlamak için ne kadar büyük bir çaba, zaman, masraf ve insana ihtiyaç vardır. Hâlbuki on milyon nüfuslu bir şehrin üzerine bırakılan bir tane atom bombası, o şehri tamamen tahrip etmeye yeter. İşte insanın, şerde ve tahripte, az bir kuvvetle yapabildikleri ve hayır ve tamirde, ne kadar çok çaba ve zamana ihtiyacı olduğunun kıyası.

Risale-i Nur’un 23.Söz’ünde İkinci Mebhas’ının Birinci Nükte’sinde, küfür yani inkârla, yani basitçe hakikati kabul etmemek suretiyle, ne kadar büyük ve tüm kâinata ve bütün ilahi isimlere uzanan dehşetli bir suç işlendiği, hayranlık uyandırıcı bir üslupla anlatılmış. İnkâr, tüm kâinatı ve içindekileri, kıymetsizlikle ve anlamsızlıkla ve boşu boşuna gayesiz olarak var olmakla itham etmektedir. Böyle görmek ve kabul etmek, tüm kâinata ve kâinatta faaliyeti görünen tüm ilahi isimlere dehşetli bir hakarettir. Bu durumda, inkâr basit bir fikrî tercih olmaktan çıkıyor. Kâinatın içindeki tüm yaratılanların ve bütün ilahi isimlerin hukukuna bir tecavüz, bir zulüm hükmünü alıyor.

İnsanın, fark etmesi ve itiraf etmesi gereken bir şey vardır: “Bu vücut benim değil, bu hayatı başkası bana vermiştir, dolayısıyla aklımla ve kuvvetimle elde ettiğimi ve benim olduğunu düşündüğüm ne varsa, tüm bunları elde etmek için sahibi olmadığım ve kendi başıma idare edemediğim bu bedeni kullanmak zorunda olduğumdan, bunlara sahiplik dava edemem. Gerçek manada benimdir diyemem, çünkü “bunun sahibi ve idare edicisi benim” diyecek hiç bir şeyim yok”.

İşte bu farkındalıktan sonra insan, yapacağı tüm hayırlı, olumlu işlerde Allah’ın yardımına, kudret ve iradesine müracaat edecek ve kötülükten, tahripten, vazgeçecek ve ayette ifadesini bulan: “Allah onların kötülüklerini, iyiliklere (günahlarını, sevaplara) dönüştürür” sırrı, kendisinde parlak bir şekilde açığa çıkacaktır.

“Kendine güvenmek” kavramı hakkında küçük bir not: modern dünyada sık kullanılan bu çürük kavram, çok yanıltıcı ve yanlış yönlendiricidir.

Bir yemeği yemek istediğinde bile, kaşığı ağzına götürmeyi sadece isteyen, bu faaliyetten ve ondan sonraki karmaşık işlemlerden haberi olmayan (kaşığın ağza götürülme işleminin, beyin, göz ve el arasındaki müthiş bir koordinasyon uygulamasıyla gerçekleştiğinden ve yutkunma refleksiyle nefes borusunun kapanıp, yemek borusunun açılması düzeneğinin işleyişinden) veya nefes almak istediğinde bunu düşünmeden refleks olarak gerçekleştiren mekanizmalardan haberi olmayan, modern bilimin keşfiyle okudukları sayesinde bir parça bilgisi bulunsa da, bu işleyişi iradesiyle kontrol etme anlamında belki yüzde bir payı ancak bulunan insan, hayatında gerçekleştirmeyi hedef aldığı birçok şeyi yapmak konusunda, nasıl “kendine güvenecektir” Allah aşkına?

İradesini kullanarak işletmekte, yalnızca yüzde bir pay sahibi olduğu bedenine mi, mahiyetini bile bilmediği ruhuna, aklına, kalbine mi?

Bu yaklaşımla, o bedenin sahibi ve işleticisi olana güvenmek ve yardımı da O’ndan istemek, acaba size de daha mantıklı gelmiyor mu artık? 

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
2 Yorum