Kendimizi sorgulamaktan neden korkarız?

Herhangi bir sebepten ötürü kendini sık sık fena hissetmeyenlere bir şey diyeceğim yok. Onlar ya iç dünyalarını zehirli duygulardan, derinlere kök salmış alışkanlıklardan arındırmasını başarmış ya da yetişme tarzları onları fazla kirletmemiş. Ama ikide bir ve her şeyin güzel gittiği bir zamanda, iç ve dış dünyasının çelişkisine muhatap olan insanlara gelince, onların, kendilerini yakından tanıma girişiminde bulunmaları en azından biraz daha tutarlı hayat geçirmeleri açısından gereklidir.

Bunu bir şeyi vurgulamak için söylüyorum. Çağımız, taşıdığı özellikler gereği birçok insanı nerde ise daha doğmadan gerek fizyolojik ve gerekse psikolojik olarak hasta bırakmış. Yani hayatımızda henüz doğmadan tehdit edici bir dizi faktörler var. Hormonlu gıdalar ve teknoloji sayesinde kadük kalmış sosyal ilişkilerimiz mesela. Günümüz insanı dünün insanından daha çok kendine yabancı. Günümüz insanı iç ve dış görüntüsü arasında daha bir tezat içinde, yüzü gülse de içi ağlıyordur. Geleceğinden kaygı duymaktadır. Teknoloji sayesinde herkesin ulaşabileceği nimetler, midesini doyursa da, gözünü, ruh dünyasını doyurabilmiş değil.

Genel görüntü bu. Birey olarak, ama çok ama az, hepimiz manevî hastalıklardan muzdaribiz. Farkında olmayanların durumları bana göre daha da tehlikeli. İçinde batıp çıktıkları çamuru misk u amber sanıyorlar. Devekuşu gibi, kocaman hayatları meşum/uğursuz bir sonla karşı karşıya.

Nasıl olursak olalım, hangi bunalımın eşiğinde bulunursak bulunalım ya da bulunmayalım, içimizde neler dönerse dönsün ya da dönmesin, hem kendimizin ve hem içinde olduğumuz toplumun rahatı, birliği ve uyumu için ve bir anlamda kendimizi de test etmek için, şöyle bir iç sorgulama yapmamız iyi olmaz mı?

Mesela:
Bizden daha iyi olması için tanıdık birine ne gibi bir duygu besliyoruz?
Özellikle “ene”mize dokunulduğunda şiddetli bir öfke duyuyor muyuz?
Bizde olmayan bir şeyin başkasında olmasından ne kadar hoşlanırız?
Başkaları ne der, diyor muyuz?
Kıskandığımız zamanlarda kendimize hak verdiğimiz oluyor mu?
Öfkemizle mücadelede kabullenici mi yoksa bastırıcı bir rol mu oynuyoruz?
Geleceğimizden korkuyor muyuz?
Bir günümüzü yargılamadan olduğu gibi tam bir teslimiyet içinde hiç izlediğimiz oldu mu? Bize şiddet gösterene karşı sevecen davrandığımızı hatırlıyor muyuz?
Bizi öfkelendiren faktörlerin bir tutsağı olduğumuzu hiç düşündük mü?
Şu ana kadar bir köşeye çekilip derin bir nefis ve iç muhasebesi hiç yaptık mı?

İçimizle ilgili, her an, elimizde olmadan davranışlarımıza dönüşecek buna benzer soruları çoğaltabiliriz? Bence bu soruları kendimize ne kadar sorarsak o kadar içimizin bakımına özen gösteriyoruz demektir. Kendimizi izlemekten, kendimize soru sormaktan neden o kadar korkarız?

Öyle ya başkalarına bakıp onlar hakkında değerlendirmelerde bulunmamız kolay. Onların kritiğini de istediğimiz gibi yapabiliyoruz. Nasıl bir şeyse, bir haz da alıyoruz bundan. Başkalarının kritiğinde kendimizin temize çıktığını gördüğümüzden herhalde… Ha başkalarının kritiği ha kendimizden sitayişle bahsetmek, fark etmez. Bir farkla ki, başkasının kritiğini yaparken bir haksızlık daha işlemiş oluyoruz; o da onun dedikodusunu yapmaktır. Kendimizin kritiği karşısında, çoğunlukla tahammül sınırımızı ciddi olarak zorlarız, gururumuzun incinmesinden çok rahatsız oluruz. Başkalarının değerlendirmesinden rahatsız olmayanlar ise hiç şüphesiz erdemli insanlardır.

Oysa önce kendimiz yapmalıyız kritiğimizi. Elimizdeki iğneyi önce kendimize biz batırmalıyız. İçsel değerlendirmelerimizi kendimiz yapmalıyız; kıskançlıklarımızı, anlamsız öfkelenmelerimizi, beslediğimiz kinlerimizi, intikam duygularımızı, sözde masumca isteklerimizi, yanlış anlam vermelerimizi, yanılgılarımızı, sahiplenmemizi, kendimizden başkasını tanımadığımızı, her şeyi kendimize göre yorumlamamızı, bizim de insan olduğumuzu, başkalarının da kendine göre haklı olduğunu, evet, içimizde olup biteni önce kendimiz ele almalıyız.

Bunu yapmak bizi son derece rahatlatır. Bizi kritik edenleri biz de alkışlarız; bir yerimizde akrebi göstermişler diye. Sözde gururumuz incinmez bundan. Bizim de en büyük düşmanımız kötü yanımız, nefsimiz çünkü. Düşmanımıza saldıran bizim dostumuz sayılmaz mı?

Kendimizi izlesek, her zaman kendimizi gözlemlesek ve bunun sonucunda kendimizi denetlesek ne olur? Kedi lehimizde çok şeyler olur elbette. Evet, gözlemlerimizi içimize doğru yoğunlaştırsak, kendimizi tanıma, kendimizi keşfetme yolunda çok mesafe kat etmiş oluruz. Kendimizi izlemek başkalarını izlemekten, dikizlemekten, başkalarının ne giydiğini, nasıl yürüdüğünü, ne düşündüğünü, hangi falsoyu yaptığını izlemekten zordur elbette. Nefis ya; biz işin kolayına kaçarız, nefsi çıkarımıza daha çok yatkınız. İşin kolayına kaçmak, elbette bir mazeret değil. Kendi lehimizde ise şayet, nefsi çıkarlarımız isyan etse de, işin zoruna talip olmak bir erdem olduğu gibi doğru olanı yapmak demektir.

Biz, her an tetikte, uyanık, bir farkındalık içinde olmak istiyorsak -ki bu olgunlaşmamızın vazgeçilmezidir-, her tür çıkarımızın aleyhinde zora talip olmak zorundayız. Çok az insanın yaptığını yapmak durumundayız. Kendi kendimizi izlemeliyiz, görüntümüzün gerisinde gizlediğimiz bir niyet var mı diye. Varsa, işte o zaman içimize bir “mim” koymalıyız. Ama kolay değil yıkımlarından hoşlandığımız haz kaynağımıza meydan okumak!

Her şeye rağmen, olduğumuz gibi, düşündüğümüz ve içimizde tuttuğumuz niyetler doğrultusunda görünmek en büyük içtenlik ve olgunluk belirtisidir. Bunu, başkalarını değil sürekli kendimizi izlemekle, sorgulamakla ve “mim”ler koymakla, gerçekleştirebiliriz.

[email protected]

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.